
PANDEMİNİN hayatımıza bugün ve bundan sonrası için getireceği
değişiklikler içinde tatil anlayışımız da yerini alacak. Görünen o ki, bütün bu
değişiklikler pandeminin meydana getirdiği etki gibi küresel olacak. Tıpkı bir
kelebeğin kanat çırpışının bütün dünyayı etkilemesi gibi, bütün bir dünya da bu
etkiyi yaşayacak.
Bu süreçte yaşadığımız kayıplar, maddî manevî sıkıntılar
ve bunalımlara rağmen tatille ilgili konuları düşünüp, bunlara kafa yorup,
hatta yazı yazabiliyorsak, bu, hayatla ilgili ümitlerimizin ve hayâllerimizin olduğunun
bir delilidir ve aslında sevindirici ve ümit verici bir durumdur.
Dinimiz insanın havf ve reca arasında bir yerde olmasını
ister. Yani akıbetimizden korkacağımız bir hâl ile birlikte, Allah’ın rahmet ve
merhametinden ümidimizi kesmememiz gereken hâl, tam da ideal bir Müslüman
tanımıdır.
Sevgili Peygamberimiz bir hadîsinde biz Müslümanlara, kıyametin
kopacağını bilsek de elimizdeki fideyi dikmemizi salık vermiştir. Burada
anlatılmak istenen bana göre şudur: Ölüm, aslında her insanın kendi kıyametidir.
Ve böyle bir durumdayken bile gelecekle ilgili olarak bizden sonrakilere daha
iyi bir dünya hayatı bırakmak konusunda geri durmamak ve hayattan hiçbir zaman
ümit kesmemek gerekir.
Bir işi yaparken, o işin akıbetini ve faydasını düşünmek,
bunu düşünerek hareket etmek, yaratılmışların en yücesi olan insana karşı
vazifemiz olmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde sık sık “Düşünmez
misiniz?”, “Akıl etmez misiniz?” gibi ifadelerin yer alması boşuna olmamalı.
Pandemi döneminde etrafımdaki insanlarda ve kendimde
gördüğüm en önemli farklılık, dışarıya çıkamadığımızdan olacak, içe doğru bir
yolculuk yaptığımızı, hayatın anlamını sorgular bir hâleti ruhiyeye girdiğimizi
gözlemlemek oldu. Pandemi kendi başına sıkıntılı bir durum olmakla birlikte,
zaman zaman bir şeylere ihtiyacımız olduğunu hissettirdi. Mevlâna, Mesnevî’sinde,
“Yolcu, sırtındaki çuvalda can siperane götürdüğün ne?” diye sorar ve “Dur da
bir bak!” der. Anlatmak istediği, “Gereksiz şeyleri hayatından çıkar, dünya yolculuğunu
daha zor ve çekilmez hâle getirme” demektir.
Bütün bunları yapabilmek için adamakıllı durmamız ve dış
dünyaya kendimizi kapatmamız gerekiyormuş demek ki. Bu nedenlerden olacak,
pandeminin ilk kapanmalarında insanlar yaptıkları işlerin başında evlerini,
dolaplarını, kitaplıklarını düzenlemek ve bu yolla fazlalıklardan kurtulmak
istediler. Sonrasında hobileri olanlar hobilerine yöneldiler. Olmayanlar yeni
hobi ve uğraşlar edinmeye çalıştılar. Bütün bunlardan arta kalan zamanlarda da
hayatı ve kendimizi sorgulamak için bolca zamanımız oldu.
Modern hayatın dayatmacı ve tekdüze ilerleyişi bize
bunları yapmak için ne zaman, ne de fırsat bırakmış anlaşılan. Önceleri sudan
çıkmış bir balık gibi ne yapacağımızı bilememenin şaşkınlığını yaşasak da
insanların yeni durumlara uyum sağlamak gibi bir yetenekleri de fıtratlarında
saklı olmalı. İnsanın suya benzetilmesi ve bu minvâlde bulunduğu kabın şeklini
almakta direnmemesi de bundan olmalı. Bu seyahatleriçimize doğru yaptığımız
yolculuklarda gerçekten ihtiyacımız olan şeyin ne olduğunun keşfi oldu. Kent
kültürünün insan fıtratına uyumsuzluğunu biliyorduk ama ruhumuzun bunun sıkıntı
ve ıstırabını çektiğinden çok da haberimiz yokmuş. Şehir hayatının kalabalık ve
gürültüsü, meşguliyetlerimiz ve koşuşturmalarımız, aslında içimizden gelen bu
sesleri bastırmış ve duyulmaz hâle getirmiş. Nasıl ki yaşantımızın hengâmesi ve
gürültüsü azaldı ve bizler iç seslerimizi daha fazla duyar hâle geldik, bu da
bizi gerçek ihtiyaçlarımız olan fıtrata uygun bir yaşantıyı ne kadar
özlediğimizi ve arar olduğumuzu hatırlatmış oldu.
Gerçekten ihtiyacımız olan, sabah kalktığımızda kuş
seslerini duymak, bir ağacın dört mevsimini gözlemlemek, elimizi ayağımızı
toprağa dokunarak negatif enerjimizin gittiğini hissetmek, ürün yetiştirmenin
hazzını yaşamak ve bütün bunları tefekkür edip bu yolla Yaradan’a bir nebze olsun
yaklaşmak ve yakınlaşmakmış. Belki de insan, kalabalık şehir hayatı içindeki
yalnızlığına doğayla kurduğu bu münasebetle bir çare bulabilirdi. Ve bütün bu
olup bitenler gösteriyor ki, insanlığın tatil anlayışında da değişiklikler
olacak. Bu süreçte fıtratına daha uygun olanı keşfettiği bu yaşamın peşine
düşecektir, kim bilir?
Tatil anlayışımızda da değişiklikler olacak. Kentten
köylere doğru evrilen bu süreç, uzun zaman önce başlamıştı. Ama pandemiyle
birlikte hissettiklerimizle bu süreç daha fazla ivme kazanacağa benziyor. Bunun
göstergesi ise şehir dışlarına doğru gidildikçe gördüğümüz hobi bahçeleri, dağ
veya kır evleri… İnsanlar eskiden olduğu gibi kendilerini lüks otellere kapatıp
evdeki yaşantılarının bir benzerini sürdürmeye çalıştıkları bu anlayışı daha az
tercih edeceğe benziyor. Daha fazla doğayla birlikte olmayı, farklı kültürleri
ve mekânları görmeyi tercih edecekleri düşüncesindeyim. İnsan fıtratına uygun
olmayan bu yaşam şeklinden doğum sancısı gibi yaşadığımız bu süreçle kurtulacak,
böylece yeni anlayış ve alışkanlıklarımız doğacak.
Tatil için hep düşünmüşümdür “Tatil, aslında bir dinlenme
midir?” diye. Bize hep öyle öğretilmiş ve empoze edilmiş: “Tatile gidelim de
bir dinlenelim…” O zaman tatilden geldiğimizde neden bazen daha yorgun oluyoruz?
Sizce de burada bir tezat yok mu? Her gün yatıp dinlenmiyor muyuz? Veya hafta
sonlarımız zaten bu ihtiyacımız için tasarlanmamış mı? Bütün bunların
neticesince görülüyor ki, tatil bedenin değil, ruhun ihtiyacı aslında. Tıpkı
tasavvuf öğretisinde anlatıldığı gibi, sürekli beden kafesinden kurtulmak
isteyen ruhun seyr-ü sefer etme ihtiyacının bir tezahürü olabilir mi? Gerçekte
ihtiyacımız olan, bedenle birlikte ruhu da şöyle bir gezdirmekti galiba…
Farklı yerler görmek, değişik insanlarla tanışmak, yeni
şeyler deneyimlemek, farklı kültürleri tanımak ve belki de en önemlisi,
kendimize ve yaşadığımız hayata dışarıdan bakabilmek... Oradan gördüklerimiz ve
getirdiklerimizle hayatımızda birtakım değişiklikler yapabilmek… Kısaca tatil, bir
yenilenme, yinelenme, onarılma, yeni tecrübeler edinme ve yaşam enerjimizi
artırma süreci olmalıydı. Yoksa anlaşıldığının aksine, beş yıldızlı otellere
gidip, sanki evde yatıp uyumuyormuş veya yiyip içmiyormuşuz gibi bir ihtiyaç değildi.
Dünya ve bizim tarihimiz için yaşadığımız bu süreç milât
olacak. Ve belki de bazı olaylar anlatılırken “pandemiden önce veya pandemiden
sonra” ifadeleri kullanılacak. Yaz tatilinin yaklaştığı ve pandeminin devam
ettiği şu günlerde köylerimize doğru bir tatil plânı yapabiliriz. Sıkıntılı
geçirdiğimiz kış aylarını ve yaşadığımız üzüntüleri biraz olsun hafifletebiliriz.
Bayram tatillerinde yapamadığımız sıla-i rahimi gerçekleştirebiliriz. Bu yolla
uzun zamandır özlemini duyduğumuz yaşantıları deneyimleyebiliriz. Bunlar
arasında hasat zamanlarını gözlemlemek, kuşluk vakitlerinde kuş cıvıltılarıyla kuşların
Yaradan’ı zikirlerini müşahede etmek mümkün… Ağaçlardan topladığımız
meyvelerimizi evlerimize taşırken bu meyvelerden “Komşuların da göz hakkı var”
diyerek onların payını ayırdığımız gibi, bir miktarını ağaçların üzerinde
bırakarak kurdun kuşun hakkını gözettiğimize çocuklarımızı da şahit
kılabiliriz.
Doğada yetişen her şeyin nasıl bir zaman ve emek
gerektirdiğini göstererek, bundan sonra nimetlerin kadrini ve kıymetini bilmeyi
gözlemleyebiliriz. Suyu kaynağından içmenin tadını ve zevkini hep birlikte yaşayabiliriz.
Taze ekmek kokularını iliklerimize kadar hissedebiliriz. Organik ürünlerle kış
hazırlıklarımızı komşu teyzelerle yaparak birlik, beraberlik ve komşuluk ruhunu
tekrar canlandırabiliriz. Doğayı temaşa ve yaşamak için yürüyüşler yapabiliriz.
Pandeminin bu ikinci yaz tatilinde köylere doğru yaptığımız bu yolculuklardan
daha mutlu ve enerjik dönmemiz mümkün.
O zaman haydi köyümüze bir süreliğine de olsa geri
dönerek doğal yaşama karılıp katılalım. Olmazsa, yaşayıp hissettiklerimizi
burada tekrar konuşalım, ne dersiniz? Ben varım, ya siz?