BAZI görevler insanın
üstüne yapışır kalır. Zamanla görev olmanın ötesine geçer ve hayatın bir
parçası oluverir. Bu sonradan olan, tercihler ya da mecburiyetlerle şekillenen
bir durumdur. Bunun tam tersi yani önce hayatın bir parçası olup sonrasında
belli sorumlulukları beraberinde getiren -hayatta benim görebildiğim- bir tane
istisnası var, o da anne olmak…
Hayata
sonradan katılan çocuk, anne karnına düştüğü andan itibaren kelimenin tam mânâsıyla
annenin bir parçası olur. İnsan kendinde olana alışıp kıymet bilmezlik etse de,
sağlığına dikkat etmese de çocuk her şeyi değiştirir. Her şeyden önce annenin,
kendisi için sağlıklı olmaya özen göstermesi gerekir. Anne dikkat etmese bile
çocuk, en güvende olacağı yere yerleştirilmiş ve ihtiyacı olan her şeyi
kendisine aktaracak bir sistemin parçası olarak yaratılmıştır. Anne karnına düştüğü
andan itibaren, bütün vücût, çocuğun sağlıklı gelişimine uygun koşulları
oluşturmak için çalışır.
Çocuk
dünyaya geldikten sonra çoğu anne, çocuk için vücûdunun doğal olarak alıştığı
bu düzenin devamını dışarıda da sağlamak güdüsüyle hareket eder1.
İşte sonradan gelen bu güzellik, oluşundan başlayarak insanın bir parçası olur
ve annelik, aslında doğal bir görevdir!
Ancak
bu doğalında giden seyri değiştiren bazı kültürel dayatmalar, anneliğe sonradan
yapılan yüklemeler, bu başka hiçbir deneyime benzemeyen eşsiz durumu bir miktar
sorunlu hâle getiriyor. Çocuk anne karnına düşmeden başlayan kaygıların
birçoğu, çocukluktan itibaren zihinlere kazınan annelik algısından
kaynaklanıyor.
Annelik,
yaşadığımız toplumda kutsal bir yere sahip. Kadının ev dışı sosyal hayatını bir
meslek çerçevesinde şekillendirmeye başladığı zamanlardan bugüne anneliğin
kutsallık algısında belli kareler yer değiştirse de, bu düşüncede köklü bir
değişiklik olmadı. Sistem, annenin üretimde aktif rol almasını sağlayacak çocuk
bakımına yönelik kolaylaştırıcı araçların sayısını günbegün artıradursun,
anneler hep bir tarafı eksik hissetmeye, hep “Daha iyisi mümkün!” düşüncesinin
altında ezilmeye devam ediyor.
Bazı
bireyler ya da aileler bu sorunu kendi içlerinde büyük oranda aşmış olabilirler
ama çocuğun her türlü davranışından, başına gelen her şeyden anneleri sorumlu
tutan duygusal baskı ortamından tamamen izole olmak mümkün değil. Bir şekilde
bütün sorunlar dönüp dolaşıp anneleri buluyor ve zaten kendini çocuğu konusunda
hiçbir zaman yeterli bulamayan annelerin bu tür sorunlar nedeniyle iyice
üzerlerindeki baskı artıyor.
Pandemi
dönemi özelinde, özellikle bahsettiğim açıdan annelerin durumu hiç de kolay
olmadı, olmayacak. Bu süreçte evde normalden çok daha uzun süre vakit geçiren
çocukların beslenme ve temizlik gibi temel ihtiyaçlarından sürecin getirisi olan
duygusal sorunlarına kadar neredeyse her şey annelerden bekleniyor. Anneler her
zamanki gibi, evde olan biten her şeyden sorumlu, yardımcı olunan ya da
olunmayan konumdaki yerlerini alıyorlar. Bu öyle kanıksanmış bir durum ki,
kadınlar bile eşlerinden bahsederken genellikle, “Eşim bana çok yardımcı
oluyor. Çocuklarla ilgileniyor. Zaman zaman evi süpürüyor, yemek yapıyor” gibi
ifadeler kullanıyor ya da tam tersi şekilde şikâyet ediyorlar.
“Kadınlar
bile” dedim ama görünen o ki, böyle durumlarda kadınlar, hemcinslerine erkeklerden
daha çok eziyet ediyorlar2. Bu ayrı bir mesele ancak hiç kuşkusuz
sorumluluklar ve görev dağılımları, fıtrata ve de yeni düzene uygun bir şekilde
güncellenmiş durumda değil. Anneler de bundan nasiplerini fazlasıyla alıyorlar.
Maddiyatın,
gözle görünenin ve elle tutulanın değer kapsamına girmeyen annelere has
hareketler, katkılar ve güzellikler, umarım o bütün değer kapılarını kıran,
düzeni altüst eden, her şeyi sorgulatan hastalık vesilesi ile eskisiyle mukayese
edilemeyecek kadar kıymetli hâle gelir. Böylece kutsallık kisvesi altına gömülü
bütün o aşırı sorumluluk yüklemelerinin altında ezilen anneler, hak ettikleri
değeri görürler. Yalnızca var oldukları için sevilirler de zaten sistemin kendileri
için son derece zor hâle getirdiği hayatı daha da zorlaştıracak değer
arayışlarına yönelmezler.
Pandemi
dönemini Küçük Prens’in3 yanında staj yapma imkânı olarak
düşünürsek, ziyaret ettiğimiz zindandan gezegenlerde gülünç hırsların esiri
olmuş insanlarla karşılaşacak, belki de yola çıkış gâyemizi unutup kendimizi
onlara yaranmaya çalışırken bulacağız. Bu gezegenlerin çoğunda illâ ki
kendimizden yansımalar görecek, atmosferinde gönlümüze hoş gelen tınılar duyacağız.
Ama günün sonunda ihmâl ettiğimiz gülümüz solunca, o gözümüze güzel görünen, rûhumuzu
okşayan her şey anlamını yitirecek ve biz, olduğumuz yere çöküp, onca boş
koşturmanın arasında unuttuğumuz gülümüze ağlayacağız…
“Baharı yaz uğruna
tükettik/ aşkı naz uğruna/ ve papatyaları seviyor, sevmiyor uğruna/ derken ömrü
tükettik bir hiç uğruna.”4
“Çoğu
anne” dedim, çünkü doğumdan sonra çocuğunu benimseyememe gibi psikolojik
rahatsızlıklar ortaya çıkabiliyor. Bunun detaylı analizini yapacak yetkinlikte
değilim, ancak her rahatsızlığın “özünde insanın kendine yabancılaşması” sorunu
olduğu savından hareketle, bu rahatsızlık da günümüzde hiç yadırganacak bir
durumda değil. Vücût kimyasını bozan koşullar için artık nefes almanın yettiği
bir çağda, insanın kendinden bir parça olarak dünyaya getirdiği çocuğuna görev
bilinciyle yaklaşması bile belki de kendi başına bir bozukluk göstergesidir.
Baştan
beri bilinçli olarak, yazımda “kadın-erkek” ifadelerine yer vermedim. Konuya
hem bu şekilde yaklaşmayı, hem de konu annelik çerçevesinden çıksın istemedim.
Ancak bu kısımda, konuyu bu şekilde ifade etmem gerekti.
Küçük Prens/Antoine de Saint-Exupery
Sezai Karakoç