Palovit şelâlesi veya sevdanın hikâyesi

Su masalını serin bir gecenin koynunda, yeşillerin tonunda sıcacık bir sabahta sevdaya, sevda ise aynı anda öykülerini suya anlattı. Su, “Yetemem” dedi. O zaman yandı tüm kâinat ve giydirilen saydam gömlekler de. “Sen yetemezsen ne karanlığı yaran kervanlar, ne kervanları yaran eşkıyalar, ne de eşkıyaların köpekleri yeter” dedi sevda.

PALOVİT, sisli vadi… Kaçkar dağlarının eteklerinden denize doğru uzanan tanımı zor bir güzellik... Yaklaştıkça sesi ve kokusu derinden gelen suyun ve sevdanın ahengi... Kayaların arasında bembeyaz bir gelin duvağı ve yukarı doğru saçılan su damlacıkları… Rüzgârın sesi ve o sesi yalnız bırakmayan kuşların ve ağaçların sesi… Yıllanmış ağaçların içinden tüm hızıyla akan derenin sesi ve o sese eşlik eden sevdanın mavi ve yeşil tonları…

Tüm seslerin toplanarak bir hışımla metrelerce yüksekten kendilerini serbest bıraktığı kayalıklar arasında havada asılı duran Palovit şelâlesi... Huzurun tam kalbinde, akışın hızına kapılan su taneleri ve onların sevdayla paramparça hâlleri -ki onlar havada göz alıcı geometrik bir desen oluşturmakta-...  Tabandan oldukça yüksekteki bu köpük denizi, yüzyıllardır aynı yerinde ve yeşilin tam da ortasında sevdayla akan bir resim sanki. Öyle bir resim ki, biraz sakinleştikten sonra vadiden aşağıya doğru yoluna devam ederek Fırtına deresine kavuşmakta.

Bu kavuşma, iki âşığın kavuşması gibi oldukça heyecanlı olup, yollarına çıkan her şeye farklı farklı güzellikler serpiştirmekte. Göğün mavisi altında yeşilin her tonuna dokunuyorlar sanki. Sabahları çiğ olup kıyafetlere, uyurken ciltlere, nefeslere karışıyorlar; su ve sevda gibi... Gürül gürül tutkuyla akan bu su, kulakları dinlendirirken gönülleri her şekilde âşık ediyor kendisine ve masalsı bir hikâye anlatıyor hâl üzere ziyaretçilerine.


“Bir varmış, bir yokmuş ama bu hikâye, hikâye dilinde anlatılmamış. Mavi bir gök, yeşil boşluğa tutunmuş… Yeşil ve mavi, yerküreyi bağrında barındırıyormuş. Bunlar bir yüreğin rengi; bunlar su ve sevda… Beyazlar içinde beyaz, gökler kadar mavi. Onca sevda, onca yürek ve bir damla su! Oldukça olgun bir yürek… Saçılan buğulu su… Acaba çok mu hakir ki bir damla su? Ya da sevda çok mu ağır, taşıyamaz mı su? Deli bir cesaret, sanki ince bir şimşek; suyu arşınlayan mavi bir sevda ve işte böyle başlıyor bu mistik hikâye…

‘Bildim’ dedi su, ‘Sen bir sevdasın beni saran. Seni saklamak için ya da serinletmek için yaratıldım ben. Varlığımla varlığını var kılmak için varlığım. Var kılmak için varlığını yürek boşluğundan düşeceğim. Yüreğin de dâhil bütün boşluklarını doldurmak için varlığım’.

‘Yaşamak istediğini sihirli küremde görmen için varlığım ama yaşamaya dayanamayacağın, kıyamayacağın bir damlayım. Çünkü sen yaşarsan beni, biter benim sendeki varlığım. Sen ateşsin, aşksın; bense bir damla su… Sen bende yok olursan, ben başka bir su olurum. Bende seni öldürme ki senle yaşamın anlamını tadayım. Yüreğim yüreğin ama bana dokunma sakın’ diyen su, devam etti: ‘Sen incecik bir aşk dalgasısın ve enerjin çok sıcak. Ben ise bir damla su; enerjim çok serin... Ben hakirim, sen ise asil. Görülmüş müdür ki asilin hakirde yok olduğu yeniden var olmak için? Senden önce var olmam üstünlüğümden değil, sana olan sevdamdandır. Ben bile ne kadar beklediğimden bîhaber, bazen deliler gibi dövdüm kıyıları, bazen en yüce dağın yamaçlarından şarıldadım. Senin için hayat verdim senden öncekilerin tamamına. Beni onların yanında mahcup etme, bundan sakın, olur mu? Bil ki, bir damlayım ama köküm çok derin ve bir o kadar da haşin...’

Anladı su, sevdayla yol oldukça uzun, boyutsuz bir gece; güneşi doğmayan, ayı dolunay olmayan... Tek kişilik bir sevda, bir ömürlük su… İki harf, bir hece; bir kelime ve bir cümle: Su...

Sevda; beş harf, iki hece ve bir cümle... Değil mi ki yaratılışın özü bir damla su ve değil mi ki iki harf, bir kelime ve bir cümle? Sevda için bitmeyen ve bitmeyecek olan derin bir muamma. Sevda, bu derin muammayı titreten garip ve yegâne bir ölçü… 

Sevdanın soruları çoktu. Ama suyun cevabını kimse duyamadı. Sanki bir kordu sevda yazın en sıcak vaktinden daha sıcak. Belki de hutame… Su çok serin ama o koru asla soğutamayacak. Büzüldü suyun özü; hidrojen ve oksijenin küçüldü bağ açısı. Bir garip denklem bu sevda. Belki de birinci derece ama kolay çözülemeyen. Sanki sağlaması tutmayan bir garip çarpma işlemi ‘su ve sevda’ gibi. Su, okyanusları taşıran bir ulak; atını hoyratça ve korkusuzca mahmuzlayan sevda...

Sevda, suya baktı. Su, gözlerini kendine çevirdi. ‘Sen’ dedi sevda, ‘Her an yüreğimden gözüme çıkıp çok defa çıktığın yere iniyor, bazen de boşluğuna düşürüyorsun tâ derinlerdeki özünle buluşturmak için. Ben seninle arınmak istiyorum ama sen, ‘Ben hakirim’ diyorsun. Bu nasıl hakirlik ki yüreğimde zamandan bağımsız kaynıyorsun? Seni akıtmak ya da buharlaştırmak değil maksadım; sana karışmak, seninle akmaktır özlemim. İnerken buluttan ya da yükselirken buluta okyanustan, gözlerim erimekte buğundan. Buğu senden, sen buğudan… Ne yana baksam senden. Ben bile... Ama beni hep ayrı tutmaya çalışıyorsun senden. Neden?’.

Su tuttu sevdanın elinden, yükseldi yükseleceği kadar. ‘Arınsın ruhun, yuyunsun yüreğin; beyaz bulutlar bize döşek, mavi gök yorgan… Ben sana yeterim de ya sen sana yeter misin?’ dedi su. Ağladı sevda. Delindi beyaz döşek. Delindi yüreği sevdanın su ile. Her damla bir katre olup indi yere. Ağladı sevda, sevda oldu su yine.

‘Ben sevdayım’ dedi sevda suya, ‘Sana yettiğim kadar kendime de yeterim’.

Su titredi. ‘Sen dur’ dedi sevdaya su, ‘Ben düşerim beyaz döşekten. Düşmek benim hakkım, düşüşüme sevdalanmaksa senin’.

Su sustu. Sevdanın suya tutkusu artmıştı. Su susmuştu; o susunca susmuştu tüm sema. İnmişti beyaz döşek tahtından yeşil dağların yamaçlarına. Köle olmayın diye eğilmişti huzurda, başı değmişti ayakuçlarına. Su ve sevdanın üzerlerinden mavi ve yeşilin öptüğü huzur veren bir esinti, mütevazı toprağın sathına taşındı. Anladı su, anladı sevda da; kimse artık kendi yokluklarından dolayı ölmeyecekti. Ama nasıl bir hayat onları bekliyordu, bunu asla bilmeyeceklerdi.

Suya tekrar seslendi sevda: ‘Kendime hasret etme beni, efendim ol, sultanım ol! Senin ellerin tarasın altın perçemimi, ellerim saçlarının gecesinde kaybolsun. Sen su isen kime ne zararın var ki? Hem aşksın, hem âşık olunansın. Sen derviş keşkülünün vazgeçilmezi, ben, hem dervişin gözlerinin rengi, hem de elinin asâsıyım. Derviş bir yudum su, ben de dervişin ufkuyum.’

‘Sevdayım’ dedi ‘Ben, sevda… Değil mi ki sana ulaşmaktır çabam, sen de bunun farkındasın’. Sevda sevdayla bakınca su titriyor. Bu ise yetip de artar sevdaya. Ama su, büzüldükçe büzülüyor, iyice daralıyor kollarının arasındaki açı. Sevdaysa bundan habersiz, indikçe indi. Su bir genişleyebilse, o zaman belki de yok olacak sevda; sevda bundan da habersiz yine indikçe indi. Sanki yaşatmak için büzülen su, ölmek için bekleyen sevdaydı...

Uzun, upuzun bir gece… Yıldızlar küme küme, ay solgun düşmüş titrek bir denize, yaşlanmış ağaçlar çıraya dönüşmüş. Ölümcül bir sevda, hayat dolu bir damla su... Sarıldı kollarına son defa suyun sevda. ‘Haydi son defa ‘gül’, ‘gül’ bana’ dedi, ‘Sadakan olsun, sadaka kalsın gülmek senden bana’. Sıkıştı, sıkıştı, canhıraş şekilde silkindi ve ‘Bir daha benim üzerime bu kadar düşme’ dedi su. Aydınlandı sevda. Tebessüm etti su. Sevda tekrar etti içinden: ‘Bir daha benim üzerime bu kadar düşme!’ Tebessümü yayıldı suyun dalga dalga sevdanın tüm kıyılarına. Artık her yer su, her kıyı sevda...

Su tebessüm etti, sevda gülümsedi, açıldı siyah güller. Su tebessüm etti, sevda gülümsedi; Babil’in köleleri nice asma bahçeler diker… Su tebessüm etti, sevda gülümsedi; kararlılığa yenildi en kuvvetli surlar. Su serinlik, sevda ateş... Su sevda kadar yakıcı, sevda su kadar serinlik…

Su masalını serin bir gecenin koynunda, yeşillerin tonunda sıcacık bir sabahta sevdaya, sevda ise aynı anda öykülerini suya anlattı. Su, ‘Yetemem’ dedi. O zaman yandı tüm kâinat ve giydirilen saydam gömlekler de. ‘Sen yetemezsen ne karanlığı yaran kervanlar, ne kervanları yaran eşkıyalar, ne de eşkıyaların köpekleri yeter’ dedi sevda. Su yine sustu ve eğildi sevdanın başı aniden. Gördü her ikisi de: Yüreği kor olan dünyanın kutupları su... Ne kadar devinse de ne tutuşabilir kor, ne de söndürebilir su. Tutuşturan söndürür, söndüren tutuşturur. Anladı bunu su ve sevda.

Su bir kadın... Kadın bir çocuk… Sevda bir çocuk… Çocuk büyük bir boşluk… Su olgun... Sevda yetişilemeyen bir çocuk… Su bildi sevdayı tâ baştan bildiği gibi. Sevda su istedi tâ baştaki gibi. Daldırdı ellerini, arındı sevda. Su da sevdadan arındı. Su uyudu, sevda uyudu.

Ve uyandı su hiç uyumamak üzere sevdanın rüyasına. Sevda bir ten kokusunda uyandı uyumamak üzere. İbrahim’i yakamayan ateşler vardı yüreğinde. Suya döndü ve ‘Su!’ dedi sevda, ‘Bir yudum su!’.

O gece sevdanın çöllerine umulmadık bir yağmur indi. Ve yağmur o geceki gibi şiddetli, uzun soluklu ve o kadar da zifiri karanlıkta hiç yağmamıştı. Sanki gecenin aydınlığından sakladığı biri vardı. Sevdanın gözleri suyun kollarına dolandı. Suyun kolları sevdanın yüreğine… Yüreği kor olan dünyanın kutuplarında su... ‘Ne kadar devinse de ne kor suyu tutuşturabilir, ne de su koru söndürebilir. Ancak tutuşturan tutuşturur, söndüren söndürür’ dedi her ikisi.

Suyu sevda gibi dinlemek, kuş sesinden çelenk, yürekteki sesten şemsiye açmak… Suyu sevda gibi okuyup sevdayı su gibi içmek... Biraz olsun sudaki sevdayı anlamak... Ve biraz olsun Palovit’in rıhtımında tefekküre dalmak… Gözündeki yaşı cildine değil, gönlündeki sevda havuzuna damıtmak ve saklamak Palovit’in tertemiz aşkı gibi… Ve haykırmak Palovit’in sesi gibi…

Onlar akışına devam edecek, biz de akışımıza. Onlardaki akış derin tutkulu bir sevda, bizdeki sevdaya hayran bir sevda… Belki de suyu sevda gibi dinlemek… Zira su mübârek bir şeydir; tazelik, berraklık, zindelik, serinlik, canlılık… Suyu dinlemek, saflığa dönmek, çocukluğu yaşamak ve sevdaları su, suları sevda gibi içmek; Palovit gibi havada askıda durabilmek…”