COĞRAFYA kader mi, yoksa
milletlerin mizacı tarihi tekerrür mü ettirdiğine karar veremediğimiz zorlu
süreçlerin eksik olmadığı bu coğrafyada, ne olursa olsun vatanımızı annemiz
gibi sevmeyi öğrenerek büyüdük.
Bazen
annemizi sevmek onu kıskanmamızı beraberinde getirse de başta sevimliydi bu hoş
atışma ve kıskançlıklar. Ama annemize de, kendimize de zarar vermeye
başladığımız tuhaf bir dönem başladı. Avrupa’da adına “ırkçılık” diyorlar,
havalı oluyor. Fakat coğrafyada vatanseverlik maskesi altında sevimli görünmeye
çalışsa da artık zarar vermeye başladığını gizleyemiyoruz, kabul edelim.
Birçok
farklı, haklı veya haksız sebepten ötürü “siz ve biz” ayrımı çok keskinleşti.
Öteki için beklettiğimiz damgamız, elimizde hazır ve de nazır. Bir milleti
topyekûn kötülemek, genelleyerek ve parmak sallayarak konuşmak ayıptı eskiden.
Şimdi aksini savunmak, tepki almayı göze almak anlamına geliyor. Hâlbuki
derdimiz aynı, ifade ediş yollarımız farklı. Düşmanlığı ve nefreti
tırmandırarak çözüm bulamayacağımız gibi, yeni sorunlar da ürettiğimizi
görebilmemiz için sakinleşmemiz ve öyle bakmamız gerekiyor. Ancak artık
hiçbirimizin durmaya ve bakmaya ve hatta dinlemeye tahammülü kalmadı. Artık
milletleri bir bütün olarak kategorize edip genel söylemler ve hatta hakaretlerden
kaçınmıyoruz.
“Rasulullah
görse” diyorum, “Ne kadar üzülürdü”. “Şuralılar şöyle, buralılar böyle” diye
diye bin parçaya bölündüğümüzü görse Veda Hutbesi’ni hatırlatmaz mıydı? Gönül
koymaz mıydı? “Kardeşlik ve anlayış miras bırakmıştım, nerede?” diye sormaz
mıydı? Kardeşlerimiz de bizim kadar suçlu elbette. Hep birlikte suçluyuz ve
uzun bir mola cezasına ihtiyacımız var düşünmek için. Ülkemizdeki mültecilere
tahammülümüzü yitirirken, kendi gönüllerimizden de iltica etmeye başladık
öfkemize doğru.
Eskiden
zulüm karşısında tek yürek olmak bu kadar zor değil miydi, ben mi çocuktum,
bilmiyorum. Fakat öyle zannediyorum, zalim belliydi. Şimdi zalime bir ok atmak
için hedefe önce içimizden birilerini koyup dolaylama yapıyoruz. Neden?
Hedefimiz net mi değil, gözümüz mü bulanık? Yoksa kafamız bu denli mi karışık?
Bu
coğrafyada kan ve gözyaşı hiç dinmedi ki sızımız, öfkemiz dinsin. Öfkelenecek
şeyler hep var ve çatacak birilerini de hep buluruz. Suriye İç Savaşı ile
birlikte bizzat şahit olduk nasıl ilmek ilmek söküldüğümüze. Başta her şey açık
griydi fakat son birkaç yıldır siyaha bürünmeye başladı. Haklarımızı savunmak
ile başkasının hakkına tecavüz etmek iyice birbirine karışmaya başladı. Bizim
topraklarımıza doğru bir göç dalgası büyüdü ve sonu gelmedi. Kısa süreli
misafirlik, yerini birlikte yaşamaya alışmak “zorunda” olmaya bıraktı. Ne
yapalım, kimsenin daha iyi bir fikri olmadığı için hep beraber kızdık. Biraz
çözüm arar gibi olduk, fitnesi bol oldu, yine kızdık. Alışır gibi olduk, ancak kazanı
kaynatanımız eksik olur mu?
Coğrafya
kaderdir ve bu coğrafyada kazanı kaynatanlar ve kepçeyi dolandıranlar müphem
görünümlü tanıdıklardır. Coğrafya kaderdir ancak şans değildir. Sorunlarımızı
tamamen reddetmek ile çözüm önerisi olmaksızın şikâyet etmek aynı kapıya
çıkıyor. Hiçbir sonuç kapısı...
Hiçbir sonuç kapısı, çıkmayı en sevdiğimiz kapı. Bu bereketli toprakların en sık çıktığı kapı. İnsanı gibi cömert. Başta acır, sonra çok verir. Her türlü istismara kapı aralayacak kadar sonsuz verir. Sonra da, başta verdiğinin karşılığını göremeyince, toprağını çatlatacak kadar aç bırakır. Topraktan utanır mı bilmem, bildiğim bir şey varsa, toprak, ne verirsek onu alır. Rüzgâr ekene fırtına biçtirir. Tohumunu asla karşılıksız bırakmaz. Bir süre nadasa bırakmamızın sesini dinleyen, fırtınaya şaşırmasa gerek. Tehlike kapıyı çalarak gelen biridir oysa. İçimizdeki toprağı, suyu ve ateşi dengeleyebilecek ve artık çözüm üretebilecek bir cevher var bizde. Nefretin ve ırkçılığın körüklenmediği bir dünyada yaşamayı hak eden çocuklar var. Nefret söylemlerine kulaklarını aşina etmeden, sevgi ve hoşgörüyü öğretebileceğimiz tertemiz kalpler var. Ve biliyor musunuz, tertemiz o kalpler karşı mahallede de var, bizim mahallede de. Kir akan kalpler gibi…