
HAKİKÎ bir söz/ifade, evvelâ “öznenin tam’layanı”dır.
Bir söz olur, bizi hayata bağlar; bir söz ki yolumuzu
karanlık eyler. Bir söz var ki bize yoldaş, bir söz ki ayağımıza diken olur. Bir
söz var ki bize kucak dolusu bahar, bir söz ki gönlümüze kış olur. Bir söz ki
bizi tam eder, bir söz ki bizi bizden eder.
Hayata yansımamış/yansıtılmamış
en küçük harf bile olsa bu durum, ifade edilen ilgili sözün en eksik yanı
olabilir. Harfler kelimeler ile ayağa kalkar iken kelimeler de harflerin
bütünüyle ve bu bütünün ilgili anlam alanlarıyla hayatiyet kazanır. Kelâmın
öznesi olarak bizlerin söz üzerindeki kullanım hakkı -doğru kullanım hakkı- temel
bir hak olmakla birlikte, sözün bizim üzerimizdeki hakkının en başında da onu
doğru yer ve zamanda doğru anlamda kullanmak yer alır. Ancak bu hususiyetler
yanında hakikî olup tamamlanmayı bekleyen yaralı ve yarım kalmış sözler dışında
kurgusundan, temelinden veya niyetinden bu tarafa hatalı ve eksik olup hakikî
bir tam’a/tamam’a eriştirilemeyen söz -daha doğrusu buna murat edilmeyen söz-,
mayası itibarıyla maalesef -etki alanındaki unsurları, muhatapları- yaralamaya
ve zehirlemeye müsait ve muktedir bir mahiyet, bir işlev de kazanabilir.
Düştüğümüz yer, kalktığımız yer değilse, hedefe farklı
bir yol ile gitmeliyiz.
Günlük yaşantımızda en çok kullandığımız kavramlar,
aslında öncelikli olarak endişesi/mesaisi söze dair olanlar olmak üzere
herkesin daha çok dikkat etmesi gereken kelimelerdir. Zaten neyi bildiğimizi
zannediyor isek, en çok o noktada yanılgıya düşmüyor muyuz? Olsun, yanılgıya
düşmek araştırma merakımızı azaltmıyorsa, düştüğümüz yerin aslında daha güçlü
olmak için enerji kazandığımız yer olduğunu
öğretmekten geri durdurmuyorsa bizi, “Yanılgı bizim için güzel ve
hayırlıdır” diyebiliriz.
Hayat, bilip bilmezden geldiklerimiz ile bilmediğimiz hâlde
hoşgörü ve muhabbet beslediklerimiz arasında presten geçiyor.
Bilip
bilmezden gelmek
Kültürümüzde önemli bir yere sahip olan bilip bilmezden
gelme, tevazuun, bilmeyen karşısında hoşgörü ve nezaketin önemli bir
göstergesidir. Ama kanıksadığımız bir yönüyle bilip bilmezden gelmek, “bihakkın
yaşamak için bilmek” yerine “salt bilmek için yaşamak” olarak yer
değiştirdiğinde, bu durum maalesef bizi oturmadan kurduğumuz sofradan kalkmak
konumuna götürür. Her bilginin pratiğe bir yansıması olmasa da insanda bir karşılığı
muhakkak vardır. İnsan kendi adına bu karşılığın arayıcısı olmadığında, bildiği
hâlde bilmezden gelmek –pratikte- bir çeşit kaygısızlığın/kayıtsızlığın ifadesi
olarak değerlendirilebilir.
Bilmediğimize
öykünme ve sosyal medya
Başta sosyal medya olmak üzere, kimi zaman farkında
olmadan günümüzün önemli bir bölümünü sevdiğimiz ve ilgi duyduğumuz alanlara dair
–aslında- bilmediklerimiz ile geçirebiliyoruz. Başlangıçta olumlu gibi duran bu
merak, uzayan ve bizi saran dünyası ile kişinin başta dikkat ve zaman yönetimi
olmak üzere günlük yaşamını önemli ölçüde olumsuz etkiler hâle getirip vehme kolayca
kapı aralayabilir.
Çok/çokluk
endişesi
Çok bilmek, çok öğrenmek, çok okumak ve hatta çok yazmak
bile pratiğe/içselleşmeye koşut bir çizgide ilerlemediğinde, insanda bir dönüşüme,
bir doğurganlığa varmayınca giderek insanı insandan/insanın olması gerektiği
yerden uzaklaştırmaya –oldukça- mâhir bir işleve sahip olabilir. Söz konusu
durum kimi zaman “cehalet” denen bilgi/kültür noksanlığından çok daha zararlı
bir konuma yerleşerek bilginin insanı götürdüğü cehalet mevkiinde yer
tutabilir.
Bilgi
kirliliği
Bir yanda çağın evimize kadar getirdiği –daha doğrusu bizi
bizden götürdüğü- bilgi kirliliği, öbür yanda teknolojinin hızlandırdığı ve
yörüngemizden çıkarmakta zorlandığımız akıl ve feraset tutulması, diğer yanda
kalbimizi/basiretimizi kuşatma altına almaya çalışan/alan dünyanın sevecen
görünümlü hâlleri ile peşinden koştuğumuz sevecen görünümlü hayâller içinden ak
ile karayı seçerken kendi akımızı/aklığımızı kaybetmeden yaşamak... Yeni bilgiler/ürünler
üretildikçe artan ve daha da girift hâle gelen bu ahvâl içinde Müslüman
kimliğimiz, bilgiyi öğrenme/ayırt etme sürecinde sadece hayret değil, hem
hayret, hem de gayret nidâsıyla kendisine seslenmek ve âgâh olmak zorundadır.
Tedricî bir Müslüman karşıtlığı yoktur. Müslümanın yolu İslâm, yol arkadaşı
yine bir Müslümandır. Her konuda öğretmeni de, önderi de sadece Müslüman
olmalıdır.
Müslüman, günün gerekleri kapsamında atılan kimi uluslararası
adımların ötesine geçerek bazen hoşgörüsü, bazen safdilliği, bazen de maceracı bir
ruh ile saf tutma endişesiyle kendi istikametine yan istikametler benimsemek
isteyebilir veya buna zorunluluk hissedebilir. Buna, “hissettiğini zannetmek”
yahut “hisse yakın görünen ama aslında ona yabancı bir algı” da diyebiliriz.
Zira gerçek bir hissiyatın kaynağı olan kalbine uzak bu durum tespit
edilemediğinde, kişinin evvelâ Müslüman, daha sonra insan olarak
hassasiyetlerinde kayıplar oluşmaya ve bunların yerini –hissiyat örneğinde
olduğu gibi- hassasiyet görünümü kazanmış, ancak daha ziyade rasyonel bir
temele oturtulan düşünceler almaya başlar.
Hüzne hüznî bir bakış
Hüzün -tabiî ki giyebilirsek-, üstümüze giydiğimiz bir
elbisedir. Bu elbise elbette ki çok güzel ve zariftir. Ancak hüzün elbisesini
mecazen de olsa süs takınmak gibi bir görsellik üzerinden değerlendirmek onu
oldukça basitleştirmektir ki bu, ona en büyük haksızlık olur.
Hüzün, bir hâlet-i ruhiyenin mücessem hâlidir. Ancak onun
en belirgin ve doyurucu özelliği terbiye
edici olmasıdır. Hüzün eğer bir elbise olacak derecede içselleştirilmiş ise
her boyutuyla güzeldir. Ancak hüznün ne olduğunu idrak etmeden, onun icraata dayalı
işlevselliğinin farkında olmadan ve daha doğrusu hüznü, kalbi harekete geçiren
bir hâlet-i ruhiye olarak yaşamadan/yaşam biçimine dönüştürmeden, ona atfen
söylem geliştirmek, onu sadece sloganik düzleme hapsetmek ve önemli bir kavramı
daha özünden koparmaktır.
Hüzün, giyilen bir elbise olmakla ruhî bir çıktı olarak
çeşitli olumlu sonuçların zuhuruna da elbette vesile olur. Fakat bu gömlek,
çoğu yönden insanı koruduğu hâlde, ona bir amaç veya araç gözüyle değil de
yaşanan/yaşanacak bir zarif ve latif hâl/bir sekînet nazarıyla bakmak ve en
güzel terennümler ile doruklarına/meyvelerine varmaya çalışmak en doğru yaklaşım
olur. Hüzün, özü itibarıyla muhakkak ki olması gerektiği yerdedir. Lâkin bizim
kavram olarak hüzne baktığımız yeri değiştirmemiz, onun özüne yaklaşmamızın en
önemli gereğidir. Buyurun, hüznün sofrasına misafir olalım ve hüznü hüznî bir
yaklaşım ile tekrar soframıza davet edelim!
Nihaî deme geldiğimizde,/ Söz dem’in ta kendisidir!
Söz tam kıvamını bulmuş ise, söz kıvamını tam bulmuş ise, insana ait bir başka yarım kısmı tamamlamaya, bir yarayı sağaltmaya, sağlıklı iletişim kurarak sonucunda bir deneyime götürecek öğrenmenin gerçekleşmesine de aday hâle gelir. Hakikî bir söz/ifade, evvelâ öznesini bahtiyar/tedavi eder, onu tamamlar. Söz konusu bu hâl hakikî niyetlerle buluştuğunda ise, sonuç, bizi Hz. Mevlâna’nın o güzide sözüne götürür: “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.”