Özgürlük mü, yalnızlık mı?

Sensiz olmak, sensizliğin yalnızlığını hissetmek inanılmaz zor; tahammül etmekte çok zorlanırım. Eğer yalnızlığımı gidermek karşılığında özgürlüğümü istiyorsan, onu veremem. Sana teslim olacaksam da, senin esirin olacaksam da özgürce olmak isterim. Benim açımdan seninle özgür bir dünya mümkün. İnanıyorum ki, senin açından da mümkündür. Son cümlemse şu: Gel, iki yalnız olacağımıza, birlikte iki özgür olalım!

BIRAK, kokunu tam hissedeyim! Benzin kokusu, senin kokunu alma özgürlüğüme pranga vurmasın. Kahveme şeker atma, bırak, attığın şeker kahvemle hücrelerimin arasına girmesin. Ama ne olur bırakma beni uçsuz bucaksız belirsizlikler boşluğunda, yapayalnız kaybolmayayım!

Özgür olmak... Karar verdiğimde bedenimle karar verdiğim yere gidebilmek… Kalbimde nelerin olacağına annem ve babamla değil, kalbimle karar verebilmek… Gönül yurdumun sultanını atayabilmek; hem de özgürce, hiç kimsenin tesiri altında kalmadan… Zihnim yaramaz çocuklar gibi. Her şeyi merak ediyor, “Bu ne, niçin? Bu ne, niçin? Bu ne, niçin?” deyip duruyor. Yeter artık, ben bile sıkıldım! Ne yalan söyleyeyim, sayesinde çok şey de öğreniyor, ciddî ciddî gelişiyorum.

Öğrenmesem de, gelişmesem de, doğrusu ağzına tokadı vurup “Yeter artık, sus, otur!” demeyi düşünmem. Bıraktım onu; hazine bulur gibi soru işaretlerini bulsun, sonra da onları ortadan kaldırsın. Duygularımı anlamıyorum. Zaten anlamam da gerekmiyordu. Onları hissedeyim, yeter! Sorgulamadan, yargılamadan sadece duyumsamak… Kuşun sesini duyumsamak… O ses kulağımdan girsin ve bütün benliğime yayılsın. Ağzıma aldığım bir yudum çay… Ben sadece keyfini çıkarayım. Senin yapmışlığına birleşsin o çay ve ikinci bir haz dalgasına teslim olayım.

Lütfen, ya benliğimin özgürce teslim olup esaretinle mest olması için bir şeyler söyle yahut söylemeyeceksen, ağzını açıp ikimizin olmayan kelâmla esaretinden haz alma özgürlüğüme pranga vurma.

Ah bu bilgiler! Kim icat eder, niye üretirler, niye yayarlar, niye zihnime sokarlar, zihnim almayınca -âdeta- neden çakarlar ki? Binmişiz arabamıza, seyahatimizi yaşayarak gidiyoruz. Yıllarca sürmesini istiyorum o anların, birbirinin peşi sıra eklenerek. Tam bu arada hayatın içine ediveriyorsun: “Şehir Merkezi” tabelası… Beni şehir merkezine sokacaksın da ne olacak, eline ne geçecek? O hengâmeyi sen yaşamışsın, şimdi beni de yaşat o bilgi yığınlarının, o bizi biz olmaktan çıkaran “Gulyabani standartları”nın tam içinde. Hem de beni girdir ki, kafam gözüm de görünmesin. Boğulup gideyim şimdiye kadar boğduğun o zavallı milyonlar gibi.

Niye sadece yeşil ışıkta geçeyim, kırmızı ışıkta durayım ki? Annesinin elinden tutmuş ördek yavrusu gibi paytak paytak yürüyen o mutlu çocuğun geçişini seyretmek için niye durmayayım ki arabamla? Tabakhaneye bir şey mi yetiştirmem gerekiyor acaba? Ben o manzara için dünyayı durdurum be! Gecenin bir yarısında da yol bomboşken kırmızı ışık yandı diye otur, bekle.

***

-Bir an evvel gitmek, sevdiğimi görmek istiyorum…

E ben ne yapıyorum? Oturmuş orada bekliyorum. Niye bekliyorum? Zihnime soktuğun o “ceza” bilgisi yüzünden!

Biri hâlimi görse “manyak” olduğumı düşünür. Acelesi olan adam durmuş bekliyor. Niye? Işık yansın diye… Yolda ışık yok mu? Var. Ama bu başka ışık! Evet “şehir merkezi”, bu sefer beklemiyorum ve istemiyorum ışığını da, kuralını da, bilgini de. Sevdiğime yemek ısmarlamıyor muyum, hatta bu cezadan fazla ödeyerek hediye almıyor muyum? Alıyorum. Bu sefer saniyeleri ısmarlıyorum, hem de keyifle. “Ey şehir merkezi! Sen ışıklarınla, bilgilerinle, standartlarınla kal, ben de sevdiğimle… Bay bay!”

Ama hakkını da yemeyeyim “şehir merkezi”nin, ormandan kesildikten sonra henüz marangoza intikal etmemiş ama trafikte araba kullanan inşaat malzemelerinin şerrinden de korumuştu beni.

***

-Elini tutabilir miyim? El ele tutuşalım ve beni sınırsızlığa, sonsuzluğa uçur, özgürce keşiflerimde, bilinmezlik diyarlarında yanımda ol. Özgürce koşup oynayacağımız, soru işaretleri bulacağımız, sonra da onları özgürce ortadan kaldırabileceğimiz yeni diyarlar keşfedelim.

Efendim? Duyamadım. Aslında duydum da anlamadım. Gelmeyecek misin, beni özgür mü bırakacaksın? Ayak bağı olmak istemiyor musun? Ama sensizlik özgürlük değil ki… O basbayağı, apaçık bir yalnızlık!

***

-Elini isteyerek tutuyorum ama. Sen de benim elimi isteyerek tutuyorsan sorun yok. Ama istemeyerek tutuyorsan, o zaman özgür olmazsın. Ben de bir şey diyemem tabiî. Hem sen benim bilmediğim yerlere gitmiş olabiliyorsun ve bana yol gösteriyorsun. Bundan şikâyetçi değilim ki... Seninle el ele tutuşup dolaşmakla “Şehir Merkezi” tabelasının ne alâkası var?

Senin yol göstermenle “Şehir Merkezi” tabelasının yol göstermesi arasında hiç fark olmaz olur mu? Trafik lâmbasıyla da, şehir standartlarıyla da aranda dağlar kadar fark var. Seninle beraber mutluyuz ve o güzelliğe bir zaman sonra nasıl devam edeceğimize kendimiz karar verebiliyoruz. Ama “Şehir Merkezi” tabelası öyle mi ya? Tam biz mutlu mutlu giderken, olabileceği en asık suratlı hâliyle bize diyor ki, “Şehir merkezi bu tarafta! Aptal aptal dolaşıp durmayın da çabuk dönün bu yoldan! Eşeklik yapar da girmezseniz bir daha yolu bulamazsınız ve mız mız edip durur, kafamı şişirirsiniz”.

***

-Hem sen, “Gecenin bir yarısında trafik lâmbası gibi dur şurada, biraz bekle! Eğer gidersen bilmem kaç para ceza yazarım” der misin? Hem sen desen bile ben, senin yanında olduğum için günlerce bile beklerim. Zaten kırmızı ışığa kızmamın sebebi de sana gelmemi geciktirmesinden… Biliyor musun, özgür ve yalnız olmak istemiyorum. Sensiz ve özgür olmak… Bunu istemem. Seninle birlikte özgür olmak istiyorum. Seninle birlikte kuşları dinlemek, çiçekleri koklamak, sahilde yürümek istiyorum. Senin bildiklerin, benim bildiklerim gibi olsun. Onları ben de tekrar yaşayıp öğrenmekle zaman kaybetmeyeyim. Sen bana yol göster. Senin tavsiye ettiğin yiyecekleri denemeyi daha çok isterim.

Lütfen, beni bu şekilde suçlama! Sadece benim özgürlüğüm söz konusu değil ki... Senin için de aynısı olmalı zaten. Birlikte kuşları dinlemek istiyorsak dinleyelim. Birlikte çiçekleri koklamak istiyorsak koklayalım. Birlikte sahilde el ele yürümek istiyorsak yürüyelim. Ben şöyle güzel bir traş olmayı seviyorum. Zaten bu, tek yapılan bir şey. İkimiz aynı anda traş olmanın verdiği aynı mutluluğu yaşayamayız ki… Tabiî kuş sesi dinlemekten, çiçek koklamaktan, sahilde yürümekten veya bunları birlikte yapmaktan ikimizden biri mutlu olmuyorsa, niye birimiz mutsuz olsun ki? Yapmayıveririz, olur biter. Eğer ayda bir birlikte kahve içmekten mutlu oluyorsak onu da kaçırmayız. Ayda bir karşılaşır, birlikte kahve içeriz. Diğer 29 günde de ortak mutluluğımız olan kişilerle beraber oluruz.

Sana son olarak şunu söylemek istiyorum: Sensiz olmak, sensizliğin yalnızlığını hissetmek inanılmaz zor; tahammül etmekte çok zorlanırım. Eğer yalnızlığımı gidermek karşılığında özgürlüğümü istiyorsan, onu veremem. Sana teslim olacaksam da, senin esirin olacaksam da özgürce olmak isterim. Benim açımdan seninle özgür bir dünya mümkün. İnanıyorum ki, senin açından da mümkündür. Son cümlemse şu: Gel, iki yalnız olacağımıza, birlikte iki özgür olalım!