ÖZGÜRLÜĞÜN ne olduğu ile ilgili derin felsefî tartışmalara girmeyeceğim. Yapay zekâya “Özgürlük nedir?” diye sordum, verdiği cevap şu şekildeydi:
“Özgürlük, genellikle bireylerin kendi iradeleriyle hareket edebilme, karar verebilme ve eylemlerini gerçekleştirebilme yetisi olarak tanımlanır. Felsefi açıdan özgürlük, bir bireyin dış baskılardan, zorlamalardan veya sınırlamalardan bağımsız olarak kendi seçimini yapabilme durumu olarak ele alınır.”
Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğü ise özgürlüğü şu şekilde tanımlamaktadır: “Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürlük, hürriyet”.
Her iki referanstan baktığımızda, “mutlak özgürlük” gibi bir şeyin mümkün olmadığını anlayabiliriz. Çünkü insan ne kadar özgür olduğunu iddia ederse etsin, toplumsal, çevresel, fizikî, biyolojik ve psikolojik birçok sınırlığa sahiptir ve de bunlardan tamamen kurtularak bir irade ve bir tercih ortaya koyması mümkün değildir. Zaten bu da onun insan olma özelliğine aykırı bir durumdur. Zira “insan” kelimesi, etimolojik kökenine bakıldığında “nisyan” ya da “ünsiyet” ile ilişkilendirilir. İnsanın “unutkan” olması ve “toplumsal” olmasına işaret eden bu durum, özgürlüğün iç ve dış sınırlayıcıları olarak görülebilir.
Biz bu yazıda, özgürlüğün sınırlılıklarının da farkında olarak ve “İnsan neden var?” sorusu üzerinden giderek ontolojik bir özgürlük tanımı yapmak istiyoruz.
İnsan neden var?
İnsanın neden var olduğuna dair farklı yaklaşımlar vardır. Bizim yaklaşımımıza göre bu sorunun cevabı, “İnsan bu dünyada, insan olma sorumluluklarını yerine getirmek için var” şeklindedir. Bu sorumluluklar ise kişinin kendi değerlerine ve inançlarına göre çeşitlendirilebilir.
Ancak hemen hemen herkesin üzerinde ittifak edeceği plânda insanın sorumluluk hiyerarşisini şu şekilde sıralayabiliriz: Kendine karşı sorumluluk, ailesine karşı sorumluluk, diğer insanlara karşı sorumluluk, topluma karşı sorumluluk, çevreye karşı sorumluluk, insanlığa karşı sorumluluk ve Yaradan’a karşı sorumluluk. O hâlde özgürlük nedir?
Özgürlük, “bireyin insan olmaya dair sorumluluklarını yerine getirme iradesi ve kararlılığı”dır. Yukarıda sıraladığımız sorumlulukları yerine getirmekten bizleri alıkoyan her ne varsa, her biri, özgürlük karşıtı bir durum olarak nitelendirilebilir. Hatta bunların bir sistematiğe, bir stratejiye veya bir formüle dönüşmüş hâli de esaretle ilişkilendirilebilir. Esaret, bir gücün etkisi altına girerek insanın varoluşuna dair sorumluluklarını yerine getirmeye dair yeteneğini kaybetmesi, irade ve tercih hakkının bir güç tarafından kontrol edilmesidir.
Bu yazıda, özgürlük ve esaret meselesini insanlık tarihinin en trajik, en vahşi ve en dramatik meselelerinden biri üzerinden yorumlamaya çalışacağız.
Gazze mi mahkûm, dünya mı insanlık mı özgür?
Öncelikle Siyonist güçlerin Gazze’de uyguladığı katliamları ve soykırımı bize yansıdığı kadarıyla ortaya koymaya çalışalım…
Bir seneye yaklaşan süredir, daha önce eşine ve benzerine pek az rastlanan türde bir vahşete şahit oluyoruz. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin geliştiği günümüzde, bazı sosyal medya platformlarının sansürlerine rağmen bu vahşet, günün 24 saati gözümüzün önünde.
Parçalanmış çocuk cesetleri, can çekişen bebekler, yavrularının dağılmış parçalarını poşetlere toplamış anne ve babalar, çuval taşır gibi kamyonlara yüklenen cesetler… Anneler, babalar ve çocukların feryat figanları... Harabeler ve enkazlar arasında oradan oraya koşuşturan insanlar… Cinsel işkencelere maruz kalan tutuklular… Gazze’deki bütün bu manzara karşısında ilkesiz, değersiz ve ahlâksızca, laubali laubali eğlenen işgal güçleri… Soykırımın “1” numaralı sorumlusunun ABD Kongresi’nde ayakta alkışlanması… Dünyanın çeşitli yerlerinde vicdanları kanayan insanların susturulmaya çalışılması… Vatanlarını korumak ve işgalcilerden kurtarmak isteyen liderin alçak bir suikastla şehit edilmesi… Böyle bir manzara karşısında özgürlüğümüz ne durumda? İnsan olma sorumluluklarımızı yerine getirebiliyor muyuz? Yerine getirmek istesek bile bundan bizi alıkoyan esaret zincirleri ne acaba? Neden başka bir mesele olduğunda hızlıca müdahale eden dünyanın hâkim güçleri yahut diğer adıyla güç merkezleri bu vahşet karşısında eli ve kolu bağlı bekliyor? Neden sadece seyretmekten ve kınamaktan öteye gidemiyoruz?
Bunun sebebi, özgürlüğümüzü kaybetmiş olmamızdan kaynaklanıyor!
İnsan olma ve insan kalmaya dair sorumluluklarımızı yerine getiremiyoruz. Bir görünmez güç, bizim irademizi ve tercihlerimizi bağlamış vaziyette. Onları kırmak kolay olmuyor. Tüm dünya ülkelerinin, ülke yönetimlerinin, tüm güç merkezlerinin, medyanın, sosyal medya platformlarının, tek tek herkesin ve hepimizin boynuna takılan Siyonist zincirler var. Ne zamanki hareket etme isteği ortaya çıksa, bağlandığımız bu prangalar engelliyor bizi.
Şimdi, özgürlüğümüzü kaybettiren zincirler üzerinde düşünelim…
Kır zincirlerini!
İlk aklımıza gelen esaret prangası, “güç ve iktidar dinamikleri” ile ilgili. Çoğu ülkenin (özellikle güçlü ülkelerin) yönetim sistemleri, Siyonist plân ve politikaların güdümünde işliyor. Yani iktidar olabilmek ya da önemli bir yönetsel mevkide kalabilmek için Siyonist güç merkezleriyle iyi ilişkiler kurmanız gerekiyor. Onlarla aranız bozulduğunda, bulunduğunuz pozisyonu korumanız neredeyse mümkün değil. Bu açıdan vahşet olaylarında Gazze’den yana tavır almak zor oluyor; aksiyon alamıyor, eyleme geçemiyorsunuz. Çünkü ipinizi elinde tutan belli merkezler var. Onları karşınıza alırsanız, bu sizin sonunuz oluyor.
İkinci esaret prangasının üst teması, “algıların yönetilmesi ve manipülasyonlar” olarak isimlendirilebilir. Tüm dünyada geleneksel ve sosyal medya araçları da kullanılarak haklının “kötü”, “şer” ve “terörist” gibi; şer güçlerin ise adam akıllı bir devlet gibi meşru güç kullandığına dair propaganda yapılıyor. Birçok insansa buna inanıyor ya da inanmış gibi yaparak vahşeti sessizce izliyor. Bununla ilgili bir enteresan olay da şu ki; her ülke içinde bu tür propagandaları yapan etki ajanları var. Bu bazen Siyonist ağın gizli bir parçası, bazen de yaşadığı ülkenin değerlerine düşman, yerli bir payanda olabiliyor.
İşin perde arkasında kötü niyetler, işgaller, evlerinden ve yurtlarından edilen insanlar var. Ve gayrimeşru işgal güçleri bu bölgede var oldukça kan ve gözyaşının bu coğrafyadan eksik olmayacağı realitesi var. Bu sadece Filistin toprakları ile de sınırlı değil, tüm Orta Doğu bu kan ve gözyaşından nasibini alacak. Ama gösterilen, “(sözde) bir devletin varlığını tehdit eden terörize (!) gruplara meşru saldırısı” şeklinde. Bu algının ve manipülasyonun bir esaret zinciri olduğu aşikâr. Son olaylarla dünyada vicdanlı insanların bu esareti kırmaya başladıklarına şahit oluyoruz.
Üçüncü esaret prangamız, “aşağılık kompleksi”dir. Bu, bireylerden topluma ve ülkelere kadar uzanır. Özellikle İslâm ülkelerinde, Batılı değerlerin yüceltilmesi ve Batı’nın insanlığın en gelişmiş değeri olarak görülmesi, bunun karşısında kendi içinde yaşadığı toplumun inanç, kültür, tarih, gelenek ve göreneklerinin küçümsenmesi, insan olarak sorumluluklarımızı yerine getirmemizde önemli bir engel olabiliyor.
Türkiye’de Gazze’de parçalanmış bir çocuk cesedinin çok dert edilememesinin bilinçaltında, onların Müslüman ve Arap olmalarının etkisi vardır. Aşağılık kompleksi, insana insanlığını unutturabiliyor. Kendi değerlerine yabancılaşmış, kimliksiz ve kişiliksiz insanların Siyonist propagandalara payanda olması da bizi silikleştiriyor ve kompleksimizin içinde boğuyor.
Dördüncü esaret, “ekonomik refah ve konfor” olarak isimlendirilebilir. “Hem bireysel, hem de ülke olarak katliama ve soykırıma karşı gelmek, bunun için de eyleme geçmek birtakım mâlî külfetler getirecek, hayat rutinimiz bozulacak ve rahatımız kaçacak” diye düşünüyoruz. Birtakım çevrelerin İsrail ile ilişkilerin bozulmasıyla hemen ne kadar ithalatımız ve ihracatımız etkileneceği hususunda hesap yapmaları, ekonomik esaretin bir sonucudur. Maalesef gelişmişlik ve konforun böyle bir yönü var. “Rahatımız kaçacak” diye vicdanımızı bastırıyor, meselelere duyarsız kalıyoruz. Demek ki özgürlük, satın alınabiliyor!
Beşinci esaret prangası ise “güçsüzlük ve zaafiyet”tir. Ne zaman ki insanî bir sorumluluğun gereği yerine getirilmesi için kalkılırsa, başta ABD olmak üzere Siyonistlerin güdümünde olan devletlerin silahlarını, uçaklarını ve füzelerini karşımızda buluyoruz. İsrail’e karşı her hamle tartışıldığında ABD’nin silah yardımının veya uçak gemilerinin bölgeye gönderilmesinin gündeme gelmesi, bu prangayı hatırlatmak içindir. Bunlar insan olmanın sorumluluğunu yerine getirmede içinden çıkmakta zorlandığımız zindanlardandır.
Son söz
Bu tür esaret prangalarını çoğaltmak mümkündür. Tüm dünyada “derin bir güç olarak” ortaya çıkan “Siyonizm endüstrisi”, elindeki ekonomik, siyâsî, askerî, ticarî ve teknolojik araçların yanı sıra medya gücüyle tüm insanlığı bu prangalarla bağlamış durumda. Birey düzeyinde örneklendirirsek, bu esaretle aklımız bağlanmış, ruhumuz kirlenmiş, kalbimiz kararmış, vicdanımız körelmiş vaziyette.
Gazze’de ölen çocuklara, parçalanmış cesetlere, soykırıma ve göz göre göre insanlığın tüm değerlerinin yok edilmesine karşı sesimizi çıkaramıyoruz. Bu vahşete “Dur!” diyemiyor, eyleme geçemiyoruz. Çünkü özgürlüğümüz elimizden alınmış.
İnsan olacaksak, özgür olacaksak, bu prangaları nasıl kıracağımızı düşünelim. Aksi hâlde alçak güçlerin elinde esir olarak ölmeye mahkûmuz!