Özgün kusurlar

Etrafımızda gördüğümüz ve dokunduğumuz her şey, rûh dünyamızın şekillenmesinde rol oynar. Eğer yaratılışımızın özgün farklılıklarını hayatımıza tatbik etmezsek, zamanla özgünlüğünü kaybeden birer kopyaya dönüşeceğiz.

RÛHUN maddeyle ilk etkileşimi, beden ile temâsı sayesinde olmuştur. Hattâ bazı dinlerde beden, rûhu kirleten bir madde olarak düşünülmüş ve ölümden sonra yok edilmek istenmiştir. Bu şekilde rûhun kirden arınacağı fikri, maddeye bakış açısını şekillendirmek adına ilginç bir yaklaşımdır. İnsanın madde ile bağı hiç kopmamış ve maddeleri çoğu zaman hayatımızı kolaylaştıran ve hattâ belki de bize hizmet eden parçalar olarak görmüşüzdür.

Yaratanın her insana bahşetmiş olduğu farklılıklar üzerine kimse birbirinin aynısı değildir. Üstelik insanlar sadece bedenen de değil, düşünceleri, hisleri, beğenileri, kısacası her şeyleriyle bambaşka birer tabiatı olan varlıklardır. Böyle benzersiz bir yapının temsilcileri olarak bugün tek tip yaşamlar yaşıyor oluşumuz, dayatılanları kabullenişimizin bir göstergesidir.

Sokağa çıktığımızda giyinişlerimiz, evlerdeki mobilyalarımız, hattâ evlerin mimari yapıları, ellerimizdeki telefonların marka ve modelleri gibi hepimiz sanki tek bir fabrikadan çıkmışçasına aynı olmaya çabalıyoruz. Üstelik benzemeye çalıştığımız şeyler, dinimizin ve kültürümüzün birer eserleri; maalesef çoğu zaman değiller…

Günümüzde kullandığımız mimari belli bölgelerde öyle bir hâl almış durumda ki, yüksek katlı, çoğu zaman sadece camdan oluşan binalar yüzünden insanlar rûhlarının inceliklerini kaybediyorlar. Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden günümüze gelebilmiş olan eserleri incelediğimizde, tahta kapıların oymalarını, çinilerle bezenmiş duvarlardaki renk cümbüşünü, hat sanatı ile süslenmiş camilerin ince işçiliklerinden, rûhların yaratılıştaki tabiatlarını ne kadar da bozmadıklarını görmemiz mümkün. Tamamen el işçiliği ve emeğe dayanan bu sanatlar, yaparken insana sabrı öğreten, temâşâ ettikçe ise inceliği bir kez daha hatırlatan çok güzel nüanslar içerirler.

Sadece mimari yapılarda da değil, hayatın her alanında fabrikasyon ürünler daima birbirinin aynı olurken, el işçiliğine dayanan ürünlerde farklılık olur. Kiminin kusur olarak gördüğü bu farklılık, aslında o esere özgünlüğünü katan ve onu güzel yapan şeydir. Çini ile işlediğiniz bir figürü yaparken rûh hâliniz, düşündükleriniz ve zihninizdeki her şey, aslında o esere nakşettiğiniz bir kıvrımda vücût bulur. Üstelik aynı elden çıkmış olan bu kıvrımlardaki ince farklar, her parçaya farklı bir özgünlük katar. Eğer bu açıdan bakarsak, “El sanatları, rûhun maddeye bıraktığı kalıcı izleri barındırır” da diyebiliriz.

Öte yandan fabrikasyon ürünler, daima tüketimin bir dayatması olarak önce güzellik algımıza hitap ettirilip zihnimize dikte ile sahip olmanın verdiği hazzı yaşattıracak, sonra da yenilerine yer açmak için bir köşeye atılacak olmaktan öteye geçmeyeceklerdir.

Etrafımızda gördüğümüz ve dokunduğumuz her şey, rûh dünyamızın şekillenmesinde rol oynar. Eğer yaratılışımızın özgün farklılıklarını hayatımıza tatbik etmezsek, zamanla özgünlüğünü kaybeden birer kopyaya dönüşeceğiz. Rûh ve maddeyi birbirinin birer yansıması olarak düşünecek olursak, eşyalar bizim yansımalarımız, biz de onları yansıtan aynalarız.