Öze dönüş yolunda uhrevî keşifler: Huzur reçetesi

Hem Yaradan’a kullukta hata verip duracağız, hem O’nun yarattığı mahlûkat ve kâinata gereken özeni göstermeyeceğiz, hem de bu süreçten kendimizi sorumlu tutmayacağız… Sonra da “Düzeni bozuk dünya!” diyecek ve düzeni bozulmuş bir kulluğun matemini üstümüze giyinmeyeceğiz. Olacak iş değil!

HUZUR kayıplarda… Kaybolan bir şeyi arama usullerimizde de büyük çarpıklıklar var. İnsan, aradığı şeyin sadece adını bilmekle onu bulmaya nasıl muvaffak olabilir? Aranılanın mahiyetini bilmek, adını bilmekten evlâ! Ve muhakkak kaybolanı bulmak üzere bakılacak yönleri de -ancak- arananın “özü”nü keşfetmek marifetiyle sezebiliriz. Huzuru bulmak için evvelâ onun ne olduğunu, neye benzediğini bulmalı.

Kâinatın sırlı, ilmî ve uhrevî varoluşunda mahlûkatın da çok yönlü bir âlem içinde var olduğu muhakkak. İnsan nasıl hem özne, hem de topluluklar içinde bir âzâ olarak var oluyorsa, tekil varlığında da iki mekânla bağlantılı yaşam sürüyor: İç âlem ve dış âlem… İşte manevî tatmin ve iç huzuruna erişimde bu iki mekânı tanımak gerekiyor.

İç âlemde işler nasıl?

“İç” denilen mekân, bütün sırların açık edildiği ve insanın en doğru sözlü olduğu mahaldir. Fakat öyle bir zaman gelir ki kendi insanlığından ve kulluğundan iç âlemde mutmain olmayan kişi, bu sırlı mekânda da kendine ihanet etmeye başlar. İşte bu ahval, başa gelebilecek bütün güzellikleri es geçmeye, kötücül karakterli insan hâllerini masum görmeye geçiş evresidir. Sonrası ise kendinden doğan zulmün adını “hak” bilerek yaşanılacak yazık bir ömür…

Açmak gerekirse…

Evet, iç âlemimiz yapısı gereği şeffaftır. Fakat İlâhî hudutları aşan nefsin ilk icraatından biri de özdeki muhasebe verilerini sıfırlamak ve insanın kendine dahi sahte bir muhabbetle yaşayıp gitmesinin yolunu açmaktır. En spesifik örnek olarak verilebilir ki, ibadetsizlik, şükürsüzlük, sevgisizlik gibi fıtrat düşmanı eylem ve duygular, sahibinde vicdanî bir yoksunluk hissi bıraktığı müddetçe öze dönüş için bütün yollar ayandır. Fakat bir süre sonra vicdanın kanırtan sesini bastırmayı başarabilen herkes, bütün bu yoksunluk ekli eylem ve duyguları içsel kabulünde yara açmayacak sıfatlarla yeni urbalara mahkûm eder. İbadetsizliğin adını “vakitsizlik”, şükürsüzlüğün adını “yoksunluk”, sevgisizliğin adını da “kişisel savunma yönelimi” gibi modern betimlemelerle ve en önemlisi de kendini “hak”layan, muhatabı suçlayan bahanelerle revize eder. İşte iç âlemin en yazık hâli budur!

İnsan bütün bunlara rağmen esamesi okunmayan iç huzurunu aramaya kalkar. Bütün dünyevî kazanımları huzurun hamuruna katar da ortaya çıkan sevimsiz ve lezzetsiz akıbeti kendinden bilmez. Hamurunda fıtrî gereklilikler olmayan hiçbir ürün, lezzetiyle huzuru ve tatmin duygusunu peyda edemez!

Huzuru tanımaya ve özü anlamaya giden bu yolda ilk parolayı dürüstlük olarak belirlemek doğru olacaktır. Öyle bir dürüstlük ki, evvelâ insanın kendi nefsini aklamasına mahâl veren bütün bahaneleri katletmeli, iç âlem denilen şeffaf alanda kusurlarıyla yüzleşmelidir.

İçin darsa bunun ilk müsebbibinin “kendin” olduğunu kavramak, kendinden başlayacak ve kâinata yayılacak uhrevî değişimin ilk elementini bulmak demektir.

İçte sağlanacak huzur dinamikleri dıştaki hareketlerin yansımasından ibarettir. Dışta hakkı yerine getirmeyenin vicdan tarafından desteklendiği görülmemiştir. Dışta bir ihanetle yaşayıp gidenlerin hâlâ kendinde kusur bulmayan akıl üstü kibirleri, vicdanın sesini susturup bütün suçları yeni ve süslü sıfatlarla bezemelerinden ileri gelir. İnsanın dış âleminde alnını vurduğu bir seccadesi yok ise, içte de kulluğun dünya eliyle sarsılmaz mevcudiyetinden bahsedilemez. Fakat bu secdesizlik hâlinde bile insan kendini Yaradan’a karşı mahcup hissetmeden yaşayıp gidiyorsa, vicdan bir kez daha susturulmuş, katledilmiş, yerine tatmin edici süslü bahane sözcükleri monte edilmiş demektir. Dışta bir ağlayan varsa, ağlatanın iç âleminde yine aynı şekilde vicdana karşı bir yıkım hareketi başlatılmış, yerine de yine kişinin kendine imanını güçlendiren birkaç zavallı savunma cümlesi dizilmiş demektir. Dışarısı bu kadar dağınıkken içteki tepkisizliğin tek sebebi, öldürülmüş vicdanın bıraktığı hacimsel boşluğa benliği pohpohlayan el yapımı materyallerin koyulmasından başkası değildir.

Evet, istenirse, gayret edilirse, çok uğraşılırsa Yaradan’a ve insanlığa verilen zararın iç âlemdeki mahkemelerde dâvâ edilmemesi sağlanabilir. Buna kısaca “vicdan katli” deniliyor. Fakat bu hâlde bile iç huzurundan bahsetmek katiyen mümkün değildir. Çünkü huzur, vicdanın da eşlik ettiği bir içsel aklama programıyla var edilebilir. Vicdandan ayrıştırılmış aklanma seanslarıyla insan, en fazla bulunduğu kötü hâl üzere yaşamını sürdürmekle yetinecektir. Ki bu vaziyet, bu dünyanın olduğu gibi ahiretin de kaybı için son derece kusursuz bir sentezdir.

Huzur bulmak isteyen önce nefsini yermekle işe başlamalı. Yaradan’a ve onun var ettiği şu kâinata hak üzere davranmadığı her anı revize etmeli, kendine çekidüzen vermelidir. 

Dış âlemi kim dağıttı?

“İç” denilen mekânda, kendini aklama kabiliyeti son derece yüksek insanların bile dolduramadığı boşluklar kalacak ve bu gediklerde birtakım bakteriler türeyecektir. İşte bu durum, inançsızlığın ya da inanç adı altında kendini kusursuz saymaların neticesidir.

Çünkü dışarıyı dağıtmanın iki yolu vardır: Ya Allah’sız yaşar gidersin ve çevrede onulmaz parçalanmalar, kaldırılması güç enkazlar bırakırsın ya da “İmanlıyım” dediğin hâlde yapman gerekenleri es geçer, yapmaman gereken tüm eylemlere dâhil olur, çok daha devasa ölçülerde bir anarşiyi doğurursun. İki türlüsü de dış âlemi bir kaosa sürükler. İki yolda da insan ve vicdan arasındaki iletişim kopmuş demektir ve iki hâlde de gerçek huzurun ne olduğuna dair fikirlerde en ufak bir tahayyül bile zuhur etmez.

Öyle bir hastalıktır ki huzurun maddede, dünya metalarında ve insanî düzenlerde aranması, asla bulunamayacak olana işaret eder. Çünkü huzur katiyetle metada değildir ve bulunan da asla mahiyetiyle birlikte aranan olmayacaktır.

“Dış âlemi dağıtmak” demişken, daha elle tutulur birkaç misalle süjeyi akıllara iliklemeli…

Kalp kırmak, haram yemek, kazanma hırsı içinde hak hudutlarının dışına savrulmak, anne-baba hakkı gözetmemek, yetimi doyurmamak, komşunun hakkına girmek, işini gerçek bir özveriyle yapmamak, sorumlulukları arka plâna atmak tabiata, hayvanlara, kurda kuşa, böceğe “Yaradan’ın emaneti” diye bakmamak, kendi küçük dünyanda durduğun yer sarsılmasın diye yaşayıp gitmek, çevreye fayda vermeden ve daha da kötüsü zarar ve ziyan vere vere bir ömür sürmek… Çok daha daha fazlasıyla bütün bu eylemlerin bir tanesi bile dış dünyayı dağıtmanın yollarındandır. Fakat bunlarla sınırlı değil. İbadet etmemek, verilene hamd etmemek, Allah yolunda harcamamak, kusur ve günahlarından tövbe etmemek, eşine, ailene, evladına “O’nundur” diye hürmet etmemek, hep dış dünyayı kaosa sürüklemenin, gözle görülmez yaralar açmanın, tedavi edilmez hastalıkları viral etmenin yollarıdır.

Öyleyse şimdi tekrar soruyorum: Dış âlemi kim dağıttı?

Şimdi biri çıkıp da bu soruya binlerce “özne” nitelikli cevap bulabilir. Çünkü kendini hesaba çekmekten hep daha kârlıdır birini işaret etmek. Ama tüm bunlar bir önceki adımda bahsini ettiğim “vicdanı katletme” sürecine dâhildir. Çünkü hiçbir insan yoktur ki içteki depremleri dış âlemde kendi elleriyle hazırlamasın! Hiçbir insan yoktur ki dış âlemde açtığı çukurlara içeride kendi düşmesin! Rabbin bu hususta insanı hizaya çekecek, kendine şöyle bir çekidüzen verdirecek eşsiz kelâmından da birkaç örnek vermenin tam zamanı!

“Eğer iyilik yaparsanız kendinize iyilik yapmış olursunuz; eğer kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz…” (İsra, 7)

“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara, 286)

O hâlde dış âlemi dağıtan da, içteki gedikleri peyda eden de insanın ta kendisidir. Ama bizim ayrılığa düştüğümüz mevzu bu olmasa gerek. İnsanın çeliştiği asıl mekân, yaptığı kötülükleri kendine itiraf edemediği, kendini sürekli akladığı ve bu yüzden bütün hesaplarının boş çıktığı o vicdan mahalli. Hem Yaradan’a kullukta hata verip duracağız, hem O’nun yarattığı mahlûkat ve kâinata gereken özeni göstermeyeceğiz, hem bu süreçten kendimizi sorumlu tutmayacağız, hem de ömürlük arayışımız olan “huzur”u bütün bu vetirelerde değil de malda mülkte, evde evlatta, işte mâkâmda, elbisede arabada arayıp duracağız. Bulamadığımızda da “Düzeni bozuk dünya!” diyecek ve düzeni bozulmuş bir kulluğun matemini üstümüze giyinmeyeceğiz. Olacak iş değil!

Hem şimdi, işin en sırlı kısmındayız...

Allah’ın hayır dilediği bir kulun özelliklerinden haberimiz var mı?

“Allah (cc), bir kulunun hayrını (iyiliğini) isterse, ona kendi içinden bir nasihatçi nasip eder. Böylece ona iyilikleri emreder ve onu haramlardan da sakındırır.” (bk. Münavi, Feyzü’l-Kadir 1/ 272 (419); Aclunî, Keşfu'l-Hafa 1/ 78)

“İçteki nasihatçi”, ne güzel bir ifade! Peki, aradığımız tam olarak da bu değil miydi? Evet, biz huzur demiştik. Fakat huzur neydi? İşte tam burada büyük çelişkilerin, paradoksların ve bilumum şahsî kanaatlerin girdabında kaybolduk diye hatırlıyorum. Öyleyse şimdi vaktidir, huzurun ne olduğunu keşfe çıkalım!

Huzur ne değildir, nerelerde bulunmaz?

Hep savunageldiğim bir mânâ ile yola çıkmak muradındayım. Bir yazımda da konuya destekçi olarak dile getirmiş ve faydasını görmüştüm. Şimdi kendisine tekrar ihtiyaç duydum ve tam buraya iliştiriyorum: Bir şeyin ne olduğunu bilmeden evvel ne olmadığını anlamak gerek. Ve bir şeyin nerede olduğunu bulmadan evvel nerede olmadığından emin olmak gerek!

Öyleyse huzur ne değildir?

Yaşamak için gerekli olan her şeyden devasa bir liste hazırlayabiliriz. “Bunlar olmamalı” da demeden, bunların olması için verilen mücadelede yaptığımız bazı eylemlerin olmaması gerektiğine dikkat çekmek ziyadesiyle mühim.

Kolay para kazanmak uğruna yapılanlar; faiz, kumar, gasp, malzemeden çalma, işçiye hakkını vermeme, stokçuluk, kazıklama, sadaka ve zekâttan kırpma gibi bir dolu eylem, değil para ile geleceği sanılan huzuru bulmaya vesile olsun, var olan huzuru da kemire kemire bitirir. 

Para…

Katiyetle huzur değildir. Fakat “Olmamalı” denemezse de olması yolunda olmaması kaçınılmaz birkaç eyleme değinmek lâzım gelir.

İnsan yaşadığı düzende para ile ihtiyaçlarını gideriyorsa, elbette kazanma yolunda alın teri dökmek de imanî bir gerekliliktir. Bir babanın yuvasına ekmek götürebilmesinde de para gereksinimi varken, bir hayırseverin çevreye fayda verebilmesinde de aynı gereklilik mevcuttur. Elbette para kazanmak üzere kadın-erkek, genç-yaşlı her insan bir gayret üzere olacaktır. Paranın huzuru betimleyen pek bir yanı olmasa da huzurun devamlılığında elzem bir ihtiyaç olarak ele alırsak, bu uğurda yapılabilecekler ve asla yapılmayacaklar bellidir.

Kolay para kazanmak uğruna yapılanlar; faiz, kumar, gasp, malzemeden çalma, işçiye hakkını vermeme, stokçuluk, kazıklama, sadaka ve zekâttan kırpma gibi bir dolu eylem, değil para ile geleceği sanılan huzuru bulmaya vesile olsun, var olan huzuru da kemire kemire bitirir. Vicdanı susturan bazı kalplerde, başa gelen dertler için envaiçeşit girdiden bahsedildiğini işitebiliriz. Fakat bunlar kendini kandırma yollarıdır ve doğru sonuca ulaşmada asla yön verici bir niteliğe haiz değildir.

Tam şimdi akıllarda aydınlanan bir merak cümlesine birkaç satırlık yer ayırmak istiyorum. Bahsini ettiğim haram eylemlerin birini ve birkaçını yaparak kazananların dıştan mutlu görünen dünyalarını neye yormalıyız? Evvelâ görünenle var olanın her zaman için paralel olmadığını idrak etmeliyiz. Velev ki çalarak kazanan bir insan kendini mutlu varsaysın, işler burada da varsayımlarda olduğu gibi teşkilatlanmayacaktır. Öncelikle haram, insanın kendinden, ailesinden, evladından çıkabilecek kadar kirli bir DNA’dır. Kişinin dünyasında ya da ahiretinde, bir şekilde şekle bürünecek ve ziyan olarak ortaya çıkacaktır. Buna hiçbir güç mani olamaz.

Ve dahi huzur, kendini çirkin bir yaşantının içinde mutlu saymak da değildir. Hem bu doneyi tamamlaması, hem de “Huzur nedir, ne değildir?” sorunsalına yeni bir perspektif oluşturması için ikinci maddeye geçiş yapıyorum.

Sağlık…

Sağlık her ne kadar insanî gereklilikler listesinde “madde” olarak yer almasa da, sıklıkla insanların aradığı huzura eşlik eden bir tınısı vardır. Ama sağlık, illâki huzuru doğuran bir kazanım değildir. Elbette herkes para kazanmak istediği ölçüde sağlıklı bir ömür sürme sevdasına da düşer. Bu da gayet insanî bir yönelimdir. Ama ne zaman huzurun sağlık olduğu yönünde kesin bir kanaate düşersek, ilk hasta olduğumuzda, hastalığın verdiği fiziksel sıkıntıdan katbekat fazlasıyla içsel bir buhrana sürükleniriz.

Öyle muhteşem bir dinin mensubuyuz ki sağlıklı olma yolunda da yapacaklarımız madde madde belirlenmiş. Ama burada bir besin programından bahsediyorsak bile, sindirim sistemiyle tasarruf edilen besinlere gelene kadar, ruhu doyuran besinlerin fiziksel sağlığı da destekleyeceği gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Para maddesinde ele aldığım “haram” mevzuu, insanın hem fiziksel, hem de ruhsal sağlığa kavuşması önünde en büyük engellerden biridir. Fakat öfke, kin, nefret, kibir gibi pek çok fıtrî bozukluk da ruhsal sağlığı bozmakta, ruhsal dinamiği hasar almış her bireyde bu süreç fiziksel hasarları da meydana getirmektedir. “Keskin sirke küpüne zarar” diye boşuna dememişler.

Bütün çirkin insan hâlleri, manevî tatmine giden kademeleri sekteye uğratır. Bu duyguların tasfiyesine başlamadan ruhî bir dinginliğe erişmek mümkün değildir. Ruhu dingin olmayan insanların yeme-içme süreçleri de, metabolik dengeleri de kısa sürede bozulur. Bunlar da fiziksel hastalıkların davetçisidir.

Ama imtihan dünyası ya, herkes hasta olur ve olacaktır. Bazen hafif, bazen ağır hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalırız. Bunların ilk anlamı imtihandır. Fakat bazen imtihandan çok daha fazlasıdır. Çünkü hastalık insana acziyetini hatırlatır. Bu acziyetle insan dönüp de kendi nefsini muhasebe derdine düşer ve bu âlemde bir yaratılmış olduğunu anlar. Böylece daha iyi bir kul olmakla daha iyi bir insan olmak derdine düşer. İşte bu dert gerçek bir şifadır! Öyleyse her hastalık huzur bozmamakta, bazen de insana daimî huzuru getirmektedir. Herkes dert, sıkıntı ve hastalıktan uzak olmak ister. Bunu istemek ne kadar fıtrîyse, bu süreçlerde kendine dönüp bir göz atma ve daha iyiye yönelme gayreti de o denli fıtrîdir.

Hiç hastalanmamak derdi insanı önce ruhsal açıdan sarsacak, sonra da bu uğurda günah-haram kaygısını unutturacaktır. Sağlıklı olmak üzere gayret ederken, bunda da aşırıya kaçmadan, İlâhî sınırlar içinde kalmak, hastalık süreçlerinde ve şifaya kavuşma anlarında da insanı hücrelerinden yenileyecek ve dünya-ahiret çerçevesinde büyük kazanımları beraberinde getirecektir.

Evlilik, çoluk-çocuk…

Yine en natürel talep programlarından birindeyiz. Fakat bir kez daha altını çizmeliyim ki, dünyalık hiçbir talep “illâ” kategorisine alınmamalı, huzur denilen kazanımın tek yolu olarak görülmemelidir. Öyle görüldüğü takdirde huzura ermek şöyle dursun, insanın en büyük arzusu, aynı zamanda en büyük imtihanı da olacaktır.

Evlenmek ve çocuk sahibi olmak elbette fıtrî isteklerdir. Ve hatta bunlar, Allah’ın da bizden murat ettiği bir yaşam biçimidir. Fakat herkes için eşit ölçüde dağıtılan bir pasta olarak da düşünülmemeli, huzura ermenin yegâne yolu olarak görülmemelidir. İnsan bazen evlenerek, bazen de evlenmeyerek imtihan olacak, bazen hayırlı evlatla müjdelenirken bazen de hayırsız bir evladın derdine düşecektir. Burada hemen şu ayeti hatırlamak gerek:

“Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir imtihandır; büyük mükâfat ise Allah’ın katındadır.” (Tegâbün, 15)

İşte insanı özden uzaklaştıran ve inandığı yolda çelişkiye düşüren o yüksek beklentiler ve olmazsa olmazlar! Dengeyi sağlamadıkça gerçek huzuru bulmamız da galiba mümkün olmayacak. Talep etmek en doğal duygu-durumdur. Ama illâ istemek, olmazsa olmaz bir değer atfetmek, hâddi aşmaktır. Bazen Allah bir çifte bir düzine çocuk verir de, bir çift yıllarca tek çocuk sahibi bile olamayabilir. İstekler doğrultusunda çaba göstermek, bazı (helâl) yollara başvurmak da son derece haktır. Fakat işi abartınca insan bu süreçlerde de bulamadığı huzurdan Yaradan’ın düzenini mesul tutmaya kadar gider. O yüzden ne istersek ve neye erişirsek kanaatkâr olmalı, İlâhî takdire rıza göstermeli.

Ev, araba, kat, yat…

Bir gülesim geldi… Huzuru ararken bunları tasniflemek çok da akla yatkın değil çünkü. Ama neyse ki biz, huzurun nerede olduğuna değil, nerede olmadığına bakıyorduk. Evet, tahmin edildiği üzere huzurun bunlarla uzaktan yakından alâkası olmadığı iddiasındayım. Bunlara sahip olan bir insan huzuru bulmuş olabilir ama bunlar huzur için gerek şart değildir. Ve o yüzdendir ki, mal talebinde bulunan bir insanın bilmesi elzem husus şudur: Bunlar Yaradan’dan “illâ” istenmez. Hayırlısıysa talep edilebilir. Zira bu dünyalık malların hiçbirine sahip olmadan da iç huzuruna sahip olmanın çok çeşitli yolları vardır.

Hele ki dünyalık mal arzusunda yine haram-helâl dairesinin dışına taşıyorsak, burada varmış gibi görünen neşe ve şetaret, şeytanî bir aldatmacadan ibarettir. Ve insan hâlleri içinde en tehlikeli durum yanmak değil, yandığının farkında olmamaktır.

Kim yandığı hâlde acı duymaz?

Ya bütün duyularını kaybetmiş ve bir hissizliğe bürünmüştür ya da ölmüştür. Bu yüzdendir ki, bulunduğu kötü hâl üzere mutlu görünen insanlar yazık durumdadır. Haramla elde edilen malın keyfini süren kişiler evvelâ ahiretlerini hiç etmişlerdir. Fakat oraya varmadan evvel de büyük kayıpların içindedirler, sadece görmezler. Herhâlde görmemek kabiliyetini isteyecek kadar da kör değilizdir. Çünkü haramla elde edilen bir kibrit çöpünden bir dünya mala kadar ne varsa insanın heybesinde, bugün ya da bir gün, maddî ya da manevî çöküşleri doğuracaktır. Ya insan kalabalıklar içinde derin yalnızlıklara düşecek ya da önünde sonunda sevgisiz bir madde âleminde içi çürüyecektir.

O hâlde kim bir dünyalık mal istiyorsa, bunu Rabbinden hayırlısıysa istemeli, bu yoldaki gayretleri de helâl çizgisi istikametinde olmalıdır. İşte bu hassasiyetlerle kazanılan mal da insana elbet huzur getirecektir. Ayrıca bu gayret içinde hiçbir mal sahibi olmadan ömrünü bitirse de dünyada iç huzurunu, ahirette de Allah’ın rahmet ve merhametiyle kat kat fazlasını kazanacaktır.

Mâkâm, mevki, şan, şöhret…

Huzuru arayanların en uğrak yerlerinden birindeyiz. Bir mâkâm ve mevki sahibi olmak hem ismen yücelmenin, hem de maddî kazanım açısından büyümenin rüyasıdır. Ama insanın ruhu ne var ki açtır. Bu açlığı doygunluğa eriştirmede hedefi mâkâm-mevki sahibi olmakta arayan da eli boş dönecektir. Çünkü mâkâm ve mevki ancak bir yetkinlikle ve hayra hizmet etme gayretiyle insana huzur verebilir. Kendi varlığını yüceltme tutkusunda ister mâkâm sahibi olsun, isterse dünyada tek bir yer bulamasın, bu talep, insanın içini koflaştıran bir etkiden başkasını veremez.

Yaptığı işlerde tanınır bir hâle gelmek ve takdir görerek şan-şöhret sahibi olmayı istemek de sıklıkla karşılaştığımız insan hâllerinden biri. İnsan bu yolda bir gayret içinde olabilir; bu, onun kötü ve haksız bir vaziyette de olduğunu göstermez elbette. Ama yine bu süreci iç âleminde huzurun tek yolu olarak görmekte ve “illâ” istemekteyse yavaş yavaş şeytan fısıltısı eylemlere akacak anlamı da seziliyor. Bir insan mutluluk yolunda mâkâm ya da şöhret sahibi olmayı kaçınılmaz bir varış noktası olarak gördüğü andan itibaren, bu yolda yapacağı her türlü haksız fiili de kendi içinde aklayacak ve haram yolların müptelâsı hâline gelecektir. Ama vicdan yeniden ve bir kez daha katledildiğinden, kendini kusurlu bulmayacak, her türlü hareketine şık bir savunma cümlesi bulmakta zorlanmayacaktır.

İşte bu yollarla erişilen mâkâmlar ve şöhret, insanı, kazandığını zannettiği kayıplara düşürür. Çünkü insan aslında hayırla yaşamak ve çevreye hayırla tesir etmek fıtratı üzere yaratılmıştır. Benliği beslemek duygusunda aldığı bütün yollar, haram pazarlarda hesabını tutamayacağı kayıpları yanında getirir. Her ne iş ve uğraş içinde olursak olalım, işi iyi yapmak için mücadele ederken bir mâkâma veya üne kavuşabilirsek de, bunu tek hedef olarak belirleyip işin hakkını vermekten ziyade, kendine bir yer açma telaşıyla haksız yollara başvurarak katiyetle “huzur” bulunamaz.

Velhâsılıkelâm, huzuru şahsî sanrılarda temsil eden ne kadar madde varsa buraya eklenebilir. Para, sağlık, mâkâm, mevki, eş, çocuk, ev, araba ve daha bir dolu talep, eğer hayırlısıyla istenir ve hak yoldan aranırsa, bulunsa da, bulunmasa da huzura vesiledir. Ama bu yolda yapılacak tüm haksız hareketler önce dış âlemi dağıtacak, ardından da içte depremler meydana getirecektir.

Aslında herkes tek bir şey için yaşar (yaşamalıdır): İmanla ölmek… İmanla ölmek için evvelâ gayretle yaşam sürmek gerekiyor. Her an, her dakika Allah’ın rızasında kalmaya gayret etmek, çevreye fayda ile ömür sürmek gerek…

Huzur nedir, nerelerde bulunur?

Kişisel kanaatime geçmeden evvel (ki kişisel yargılar da ya hak üzere belirlenir ya da çıkar üzere), “Genel geçer beklentilerin hangisinde huzur vardır?” sorusunu cevaplamak niyetindeyim.

Naçizane son tahlilim şudur ki, huzur madde ve mânânın birlikteliğindedir. İnsan dünya için çabalarken hâddini aşmıyor, “İllâ!” demiyor, kanaat ediyor ve helâl yolu tercih ediyorsa, maddede de, mânâda da huzur bulur. Bu, vicdanın “Oh be!” demesidir. Vicdanı zapturapt altına alıp, nerede konuşup nerede susacağını belirleyenlerle onu tamamen etkisiz hâle getirenler, sahte huzur imitasyonlarıyla bir müddet idare edebilirler. Ama içeride açılan gedikler, zamanla sinyal vermeye ve insanı, sebebini bile bilemeyeceği bir yoklukta buhranlara sürüklemeye gebedir.

Huzur ama’sız, fakat’sız bir şekilde, maddenin mânâya hizmetindedir. Bütün talep ve kazanımlarımız doğrultusunda elde ettiğimize şükrediyor, elde edemediklerimiz için isyana düşmüyor ve var olan maddî ve manevî mirasımızı hayra hizmet yolunda tasarruf ediyorsak, huzur iliklerimize ve hücrelerimize kadar bizimle olacaktır.

Hiç üzülmemek, hiç hastalanmamak, hiç dara düşmemekten bahsetmiyorum. Zira huzur, anlamca bunlara hizmet etmez. Bütün zorluklarda ve zorlukların yanındaki kolaylıklarda, sabırla varılan dermanlarda “Hak” üzere hareket etmek, her koşulda vicdanî bir rahatlık ve tatmin sağlar. Her ne yapıyor ne şartlar altında yaşıyorsak, her ne maddeye ve manevî iklime sahipsek, bunların şükrünü eyleme dökmekle gerçek huzuru damla damla içmek mümkündür.

Az kazandığı hâlde bereketle yaşayan nice insan vardır ki tonlarca maddeyi yığsan aynı müjdeye eremezsin. Bir de çok kazanıp helâl yolda harcayanlar vardır ki onların vermekten aldığı zevki hiçbir “almak” eyleminde inşâ edemezsin. Bunlar hep sırlı anlamlardır. Ve Yüce Allah’ın insanın gayret ve niyetine göre verdiği müjdelerdir.

Huzur bulmak isteyen önce nefsini yermekle işe başlamalı. Yaradan’a ve onun var ettiği şu kâinata hak üzere davranmadığı her anı revize etmeli, kendine çekidüzen vermelidir. Bütün bu gayretler bile insanı kusursuz bir raddeye eriştiremez ama Allah (cc) sadece kulun bu gayretinden dolayı çevresini düzenler. İçi ve dışı…

Bazen susamış bir kuşun kursağındadır huzur. Bir damlacık su ile kurumuş kursakları ıslatan eller huzurun gölgesinde serinler. Bazen yıkılmış bir kalbin yangınındadır huzur. Birkaç tatlı sözle kalplere üfleyenler huzurdan köşklerde sefa sürerler… Bir yetimin başındadır huzur bazen. Sevgi ve merhametle yetimleri güldürenler, maddenin var edemediği huzur saltanatında zenginliğin zirvesini bulurlar.

Ama her şeyden önce huzur, Rabbin huzurundadır.

Beş vakit namaz, huzurdur. İnsan günde beş vakit, günün her değişim anında Allah’a durur ve yenilenir. Dünyaya, maddeye meyleden kalp, Allah’ın huzurunda derlenir, toparlanır. Secde insanı iyi olmanın derdine düşürür. Sadece namaz anında değildir o huzur. İki namaz arasında insanı daha iyi bir kul olmaya zorlayan duygularla donanır. Bu donanımla insan nereye elini atsa, hangi işe meyletse, hangi dünyalık kazanımın peşine düşerse düşsün, daha güzel, daha doğru bir güzergâh bulmanın huzurundadır. Allah’a durmadan, iyi insan olmak ve çevreye iyiliği zerk etmek mümkün değildir. Ama Allah’a durduktan sonra da başa gelecek zorluklar insanın içini çürütemez, kazanılan dünyalık mallar da insanı harama yöneltemez. İşte ibadet, iki cihanda da huzuru bulmanın yegâne yoludur!

Ruhu beslemek gerek

İyi insan olmada ve doğru güzergâhı keşfetmede farz ibadetleri yerine getirmek kaçışsız bir zorunluluk. Çünkü Yüce Yaradan insana müşkül olsun diye ibadet emirleri vermemiş, insanı fıtrat kodlarında sabit tutmak ve daha iyiye giden yolda destek olması için ibadetleri farz kılmıştır. İbadet, insanın sürekli unuttuğu bir şeyi hatırlatır. Kulluk…

Peki, kulluğu hatırlamak neden mühim?

Bir insan düşünün ki, kul olduğunu unuttuysa yaşam parolasını ne olarak belirler? Cevap çok kısa ve net: “Ben!”

İnsan kul değilse “ben”dir. Ben olan insanın ne eşine, ne çocuğuna, ne işine, ne aşına huzur katması beklenir. Çünkü insan eğer ben duygusunda yoğunlaşmış ve kulluğun hududunu aşmışsa, muhakkak bir yerlerde birilerine zulmediyordur. Şimdi biri çıkıp da “Kimseyi katletmedim, kimsenin malını çalmadım, kimseye işkence etmedim, o yüzden zalim değilim” derse çok fena yanılıyor demektir. Çünkü bu bahsi geçen korkunç eylemler zulmün bir şekli olsa da, zalimin yolu binbir çeşittir. İnsan “ben” diye yaşayıp gittiği bir hayat çizgisinde eşine de zulmeder, dostuna da. Bunlar illâki insanı öldürmek ya da malına kast etmek yoluyla olmayabilir ama kul olduğunu unutan kişi diğer insanların da Allah’ın kıymetli bir kulu olduğunu ekarte eder. “Ben” denilen yerde “sen”in kıymeti kalmaz. Bu yüzdendir ki “Ben” diyenler, hayatı kendi duygularında yaşayıp giderler. Böylece yaptıkları her eylem kendi kör terazilerinde, ancak kendi çıkarına tartacaktır. İnsan kul değilse “ben”dir, ben varsa “biz” yoktur. Ve böyle insanlar kendilerini bir dereceye kadar tatmin etseler de dikkatle bakıldığında tatminsiz ve müşkülpesent oldukları hemen anlaşılır.

Şükretmezler, teşekkür etmezler, sevgi sunmakta cimri, kötü sözde cömerttirler; üzülenleri, ağlayanları, mahzunları görmez gözleri, bütün ilişkileri kendi çıkarlarına hizmet eder ve almayı çok iyi bilir, vermekten acizdirler. İşte bu yüzdendir ki, ibadet kulluğu bilmektir. Kulluk da önce Yaradan’a, sonra da O’nun yarattığı her bir zerreye hürmeti gerektirir.

Ruh besinsiz kaldığında dış âlemde her şeyin yerli yerinde gibi görünmesi bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü ruhunu beslemeyenler, kulluğun gerekliliklerini yapmayanlar ve mahlûkata fayda ile yaşamayanlar, kimliklerini yitirirler. Aile olmanın, bir bayrak altında var olmanın, millî duyguların ve insana-hayvana-tabiata karşı sorumlulukların derdinden düşen herkes, kimliksizdir. Bu kimliksizlik içte sevgisizliği besler büyütür, dışarıya da etkisi aynı ölçüde sevgisizlik olarak sirayet eder.

Ruhu beslemenin de yolları çok çeşitlidir.

En başta da dile getirdiğim üzere ruh, evvelâ kul olmakla beslenir. Allah’ın ibadet ve taat hükümlerini es geçerek ruh beslenemez, çünkü mülk Allah’ındır. O nedenle Allah’a ait olanı O’nun emri üzere beslemek mümkün olacaktır. O’nsuz beslenen ruhlar ister müzikle, sanatla donatılsın, ister dünya nimetleriyle şevk içine dalıp gitsin, kendine faydası kısır olacak ve çevreye de hiçbir müspet etki vermeyecektir. Ama ruhu beslemek sadece farz ibadetleri yerine getirip kendine Müslüman olmakla da mümkün değildir.

Yaradan biz insanları “biz” âleminde yaratmış, insanı insana ihtiyaç duyacak bir kimlikte var etmiştir. O yüzdendir ki, günah ve haramlardan sakınarak birbirimize fayda ile yaşamak, ruhun en geçerli tatmin yollarından biridir. Komşu hakkından anne-baba hakkına kadar her bir hudut, riayet edildiği ölçüde ruhu özgür bırakır. Kalpleri onarmak, açları doyurmak, düşene el uzatmak ve daha bir dolu çevresel etki meydana getiren müspet fiil, insanın en önce kendi ruhunda iyileşmeleri ve huzuru destekler.

Çok büyük zenginliklerin ardından büyük hüsranlara düşenler, zevk ve sefa içinde yaşanan hayatlardan intihara sürüklenenler, onca maddî-manevî imkân içinde bedeni yiyip bitirecek bağımlılıklara duçar olanlar hep ruhunu aç bırakanlardır. Ama insan onca yanlış hayatın içinde düştüyse de sevinmeli. Çünkü düşmek, öylesine yaşayıp gitmekten evladır. Kendini keşfetmenin, fıtrata dönmenin müjdesidir düşmek.

İnsan hiç düşmese, eğilmese-bükülmese, yolda kalmasa benliği besleyen azgın hayatlardan el etmek çekmeyi de akıl edemez. Bazen insan takılıp düşer ki hiç durup da “Nereye gidiyorum?” diye bakmadığı o gaflet hâlinden şöyle hakikatli bir bakışa zaman bulsun. Bulsun da, hem kayıp giden dünyasını, hem de mahvettiği ahiretini kurtarma şansı bulsun!

Hülâsa, bazen düşmek de huzurun başlangıcıdır.

Yani insan hangi hâl ve durumda olursa olsun, hangi amaç ve istekte gayret ederse etsin, kul olduğunu hep hatırlatacak bir imanî bilince de sahip olmalı. Ayrıca başa gelen marazların her zaman şer olmadığını, çok büyük hayır kapılarının bazen şer görünen insan hâlleri ile açılacağını da bilmeli.

Özetle…

Huzur, Mülk Sahibinin katındadır. Farklı farklı yaşam tarzları içinde, farklı maddî imkânlarda ve farklı statülerde yaşayıp gidiyoruz. Burada ortak paydamız insan olmak. İnsan olmak da ancak fıtrat üzere kalmakla mümkün. En güzel ahlâk sahibi Peygamber Efendimizin (sav) yolunda ilerlemek ve Allah’ın haramını haram bilip helâline gayret etmek, iki dünyada da en büyük kazançtır.

Yoksa “Kazandım” gibi görünen nice kayıplarda, yanarken dahi yandığını fark edemeden gaflet içinde bir ömür sürmek, istenen maddî imkânlarla donatılmış da olsa kayıptır.

Aslında herkes tek bir şey için yaşar (yaşamalıdır): İmanla ölmek… İmanla ölmek için evvelâ gayretle yaşam sürmek gerekiyor. Her an, her dakika Allah’ın rızasında kalmaya gayret etmek, çevreye fayda ile ömür sürmek gerek. İnsanı hayvanlardan ayıran en büyük özelliklerden biri de sadece kendine fayda ile yaşamamak, ona ve onun hayatına temas eden her canlıya fayda verecek bir gayrette kararlı olmaktır. İşte böyle bir insan, başına gelen zorluklarda bile iç huzurunu kaybetmez, sabırla ve hakça verilen bir mücadelenin sonunda aradığı huzuru da inşâ eder. Sonu mu? İmanla verilen son nefes ve ebedî saadet…

Huzuru bulmak, öze dönmek, yaratılış gayesine uygun bir yaşam sürmek adına daha sayfalar ve satırlar dolusu reçete yazmak mümkün. Ama her şeyi tek bir cümlede özetlemek gerekirse…

Lâ ilâhe illâ-Allah… Gerisi hâllolur Evvel-Allah!