Öze dönmek nasıl olur?

Kur’ân ahkâmının iniş suresi ve toplumun inşâsı gözden kaçırılmadan, günümüz şartlarında dünün ayak izlerine sağlam basmamız lâzımdır. Topyekûn milletin ve kurumlarının bu inşâ-i devlet için hazırlıklı olmaları, sloganların ötesine geçip romantizme yer vermeden Allah’a bende olunması şarttır.

ASR-ı Saadet’ten sonra, Emevî-Abbasi çekişmesini bir tarafa bırakarak söyleyelim, Selçuklu-Osmanlı Devlet idaresinde hakîm olan “ademiyet” merkezli ve İlay-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem ülküsü hakîmdir. Rıza-i İlâhî her türlü beşerî hırsın, devlet tasavvurunun fevkindedir. Ancak yüz yıl evvel bize Sevr’i dayatanların arzuladıkları Batı normlarına uygun, insanın meta kabul edildiği vahşi kapitalizmin anaforundaki idareler, şekli itibariyle cici-bici gösterilmiş, dine-düne dair inşâ-i devlet müesseseleri ya kapatılmış ya da yerlerine Batı normlarında kurumlar ihdas edilmiştir. Kapatılamayanların bir kısmı da bizim üstündeki ismimize rağmen, Batı payitahtlarının keyif ve insafına terk edilmiştir.

Ne zaman yeniden özümüze dönmek istesek, “Devlet idaresinde İslâmî bir hayat nizamı bizi biz yapar” lâfını açsak, lâikos sistemin gönüllü derneklerinin, STK’larının ve Batı’nın içimizdeki mankurtlarının hücumuna muhatap olmamız mukadder oluyor.

Son yıllarda millî eğitimin inancımız istikametinde düzeltilmesi gayretleri hep belli bariyerlere çarpmış, kültür konularında özümüze dönmek istediğimizde lâik sistemin kurumları, ser verip sır vermeyen paralı ve gönüllü kuruluşları ile cepheleri sıkı sıkıya tahkim edip Batılı dostlarına da haber vererek âdeta “Majino hattı” oluşturmaya çalışmışlardır. En son Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, bunun en bâriz misâlidır.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmemiz, her zaman olduğu gibi başta Biden ve şürekasını memnun etmedi. Yerli Bremen mızıkacıları bu işin peşinden “Eyvah! Orta Çağ’a dönüyoruz, kadın cinayetleri alıp başını gidecek” nidalarını atıyor.

İsterseniz konuya biraz yakından bakalım…

2012 yılında imzalanan ama kimsenin pek farkına varmadığı bir milletlerarası sözleşmenin zehirli meyveleri 3-4 sene sonra hissedilmeye başlanmıştı. Bu sözleşmenin İstanbul'da hazırlandığı içinİstanbul Sözleşmesi” adını taşıması bile, hazırlanmasında özel çaba harcayan dönemin Dışişleri Bakanı’nın gururla sahiplenmesine yol açmıştı. Bu Sayın Bakan’ın bugün Biden’le aynı kulvarda olduğunu söylemeye gerek var mıdır?

Dün dündür, bugün bugündür...

ABD ve Batı âşığı bir eski başvekilin serencamı ayrı bir yazı konusudur. Gül kurusu ve diğerlerinin hâl-i pürmelâli cümlenin malûmudur. Bir hukukçu ağabeyimizin ifadeleri ile İstanbul Sözleşmesi’nin en kahredici kısmı, bu sözleşmenin -üstü kapalı ifade edeyim- “rüşd” yaşına girmiş olanların kendi bedenleri üzerindeki tasarruf ve tercihlerine müdahale edilemeyeceği gibi lâfların, gerçekte milletlerarası cinsî sapıklar güruhunca bu sözleşme içine konulan dinamitler olduğu sonraları anlaşılmaya başlanmıştır.

Hani şu Biden’in ve dahi yekûn-u Avrupa’nın sahip çıktığı LGBT’nin bu sözleşme ile neleri hedeflediklerine, kimlerle dirsek temasında olduklarına, bu şeytanî derneğin ne yapabildiğine/yapabileceğine Diyanet İşleri Başkanlığı ve benzeri vakalarda olanlarla yakînen şahitleriyiz. Peki, millî ve yerli iktidarların karşılaştıkları/karşılaşabilecekleri problem nedir?

Devletler isteyerek veya istemeyerek bazı taahhütler altına giren antlaşmalar yapabilirler. Zararlı sonuçlar verirse o zaman da bedelini hesap ederek çekilebilirler elbette. Sadece dış değil, iç hukuk düzenlemelerinin de farklı olmadığı görülmelidir. Çünkü hele son 100 yıla yakın zamandır, maalesef -üstelik de katının katısı ve müdahaleci-bir lâik sistem, bize İsviçre Medenî Kanunu’nu zorla, tepeden inmeci yöntemlerle dayatmıştır. Hâlbuki hür bir toplum, kendi hayatını kendi halkının kesin doğrularına göre düzenleyen toplumdur. Dün Türkiye’nin çekildiği İstanbul Sözleşmesi’ni gerekçe göstererek sırtını milletlerarası ahlâksızlık odaklarına dayayan şirret grupların, “Bedenlerimiz bize aittir, ona kimse karışamaz, biz istediğimiz gibi yaşarız” gibi pankartlarla şehirlerin ana caddelerinde yürüyüşler yaptıkları/yapabilecekleri unutulmamalıdır.

Şimdi, bu sözleşmenin iptal edilmesiyle Müslümanlar olarak hepimizin sorumluluğu daha da artıyor. Yüz yıldır her türlü İslâmî hareketin irtica sayıldı. Batı normlarındaki hayat kutsanıp korundu. İnandığı gibi değil de yaşadığı gibi inanmaya başlayan bir toplum meydana getirildi. Nüfus kesafeti içinden seçimle iş başına getirilen iktidar gücü bile buna göre hangi ölçüyü koyacaktır? İşin can alıcı kısmı burasıdır. Meselâ aynı iktidar müntesipleri arasında İstanbul Sözleşmesi’nin kadın hakları konusunda “Veda Hutbesi ile bu problemi çözeriz” diyen de var, “Getirdiğimiz yeni idarî yapıda dünya ile entegre olmadan olmaz” diyenler de. “Biraz bizim inancımızdan, biraz da dünyadaki uygulamalardan olsun, global dünyadan ayrılamayız” formülü de…

Kendine güvenmemenin, fen ve teknikte ileri giden ülkelerin cazibesine kapılıp “Geri kalmamızın sebebi İslâm’dır” diyen Tanzimat artıkları hakikati ıskalamaktadır.

İşin kolay olduğunu iddia etmiyoruz. Yüz yılın tortularıyla çok kurumumuz özünden kopmuş, medreselerin yerine ikâme edilen üniversitelerimiz uzun yıllar “kayıkçı kavgaları” ile meşgul olmuş, yine üniversitelerimizde -birkaç istisna dışında- “din-ü devlet mülk-ü millet” uğruna gayretkeş olan çıkmamıştır. Bu söylediklerimiz bundan böyle inşallah arşivlerde kalacaktır.

Sevinerek belirtmeliyiz, yerli ve millî düşünen ve de salim devlet aklı ile Devlet Başkanı’nın işaret ve omuz veren gayretleriyle bazı devlet veya vakıf üniversitelerinin son yıllardaki büyük projelerinin hakkını teslim etmemiz gerekiyor.

Müslüman Türk milleti, devletin yeniden inşâ edilmesinden rahatsız değildir. Kimlerin bu işin muhalifi olduğu bellidir; bu güruhun kronik bir güruh olduğu da aklıselimin malûmudur. Devletin yeniden inşâ edilmesinin yolu Kur’ân’ın irşadı ruhundan mülhem, Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğinden geçer. Başta ailelerin ve millî eğitim müfredatıyla üniversitelerin vazifeli olduğu bir bütün içinde hareket edilmelidir. Bu yolda en büyük mania, lâik sistemin eğitim  müfredatıyla yetişen nesillerin İslâmî nizamdan ne anladıkları ve kazandıkları dünyevî menfaatlerinden feragat edip etmemeleri yaşanılarak gösterilecektir.

Mesele çok deruni, etraflıca ve plânlanarak menzile götürülecek bir zümrüt kıymetindedir.

Her hususta olduğu gibi, devleti yeniden inşâ etmenin modeli, Hazreti Muhammed’in (sas) Risaletinde formüle edilmiştir. Kur’ân ahkâmının iniş suresi ve toplumun inşâsı gözden kaçırılmadan, günümüz şartlarında dünün ayak izlerine sağlam basmamız lâzımdır. Topyekûn milletin ve kurumlarının bu inşâ-i devlet için hazırlıklı olmaları, sloganların ötesine geçip romantizme yer vermeden Allah’a bende olunması şarttır.

Vesselâm…