ASR-ı Saadet’ten
sonra, Emevî-Abbasi çekişmesini bir tarafa bırakarak söyleyelim,
Selçuklu-Osmanlı Devlet idaresinde hakîm olan “ademiyet” merkezli ve İlay-ı
Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem ülküsü hakîmdir. Rıza-i İlâhî her türlü beşerî
hırsın, devlet tasavvurunun fevkindedir. Ancak yüz yıl evvel bize Sevr’i
dayatanların arzuladıkları Batı normlarına uygun, insanın meta kabul edildiği
vahşi kapitalizmin anaforundaki idareler, şekli itibariyle cici-bici
gösterilmiş, dine-düne dair inşâ-i devlet müesseseleri ya kapatılmış ya da yerlerine
Batı normlarında kurumlar ihdas edilmiştir. Kapatılamayanların bir kısmı da
bizim üstündeki ismimize rağmen, Batı payitahtlarının keyif ve insafına terk
edilmiştir.
Ne
zaman yeniden özümüze dönmek istesek, “Devlet idaresinde İslâmî bir hayat
nizamı bizi biz yapar” lâfını açsak, lâikos sistemin gönüllü derneklerinin, STK’larının
ve Batı’nın içimizdeki mankurtlarının hücumuna muhatap olmamız mukadder oluyor.
Son
yıllarda millî eğitimin inancımız istikametinde düzeltilmesi gayretleri hep
belli bariyerlere çarpmış, kültür konularında özümüze dönmek istediğimizde lâik
sistemin kurumları, ser verip sır vermeyen paralı ve gönüllü kuruluşları ile
cepheleri sıkı sıkıya tahkim edip Batılı dostlarına da haber vererek âdeta
“Majino hattı” oluşturmaya çalışmışlardır. En son Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, bunun en bâriz misâlidır.
İstanbul
Sözleşmesi’nden çekilmemiz, her zaman olduğu gibi başta Biden ve şürekasını
memnun etmedi. Yerli Bremen mızıkacıları bu işin peşinden “Eyvah! Orta Çağ’a
dönüyoruz, kadın cinayetleri alıp başını gidecek” nidalarını atıyor.
İsterseniz
konuya biraz yakından bakalım…
2012
yılında imzalanan ama kimsenin pek farkına varmadığı bir milletlerarası sözleşmenin
zehirli meyveleri 3-4 sene sonra hissedilmeye başlanmıştı. Bu sözleşmenin İstanbul'da hazırlandığı için “İstanbul
Sözleşmesi” adını taşıması bile, hazırlanmasında özel çaba harcayan dönemin
Dışişleri Bakanı’nın gururla sahiplenmesine yol açmıştı. Bu Sayın Bakan’ın bugün
Biden’le aynı kulvarda olduğunu söylemeye gerek var mıdır?
Dün
dündür, bugün bugündür...
ABD ve
Batı âşığı bir eski başvekilin serencamı ayrı bir yazı konusudur. Gül kurusu ve
diğerlerinin hâl-i pürmelâli cümlenin malûmudur. Bir hukukçu ağabeyimizin
ifadeleri ile İstanbul Sözleşmesi’nin en kahredici kısmı, bu sözleşmenin -üstü kapalı
ifade edeyim- “rüşd” yaşına
girmiş olanların kendi bedenleri üzerindeki tasarruf ve tercihlerine
müdahale edilemeyeceği gibi lâfların, gerçekte milletlerarası cinsî
sapıklar güruhunca bu sözleşme içine konulan dinamitler olduğu sonraları
anlaşılmaya başlanmıştır.
Hani
şu Biden’in ve dahi yekûn-u Avrupa’nın sahip çıktığı LGBT’nin bu sözleşme ile
neleri hedeflediklerine, kimlerle dirsek temasında olduklarına, bu şeytanî
derneğin ne yapabildiğine/yapabileceğine Diyanet İşleri Başkanlığı ve benzeri
vakalarda olanlarla yakînen şahitleriyiz. Peki, millî ve yerli iktidarların
karşılaştıkları/karşılaşabilecekleri problem nedir?
Devletler
isteyerek veya istemeyerek bazı taahhütler altına giren antlaşmalar
yapabilirler. Zararlı sonuçlar verirse o zaman da bedelini hesap ederek çekilebilirler
elbette. Sadece dış değil, iç hukuk düzenlemelerinin de farklı olmadığı
görülmelidir. Çünkü hele son 100 yıla yakın zamandır, maalesef -üstelik de katının katısı ve müdahaleci-bir
lâik sistem, bize İsviçre Medenî Kanunu’nu zorla, tepeden inmeci yöntemlerle
dayatmıştır. Hâlbuki hür bir toplum, kendi hayatını kendi halkının kesin
doğrularına göre düzenleyen toplumdur. Dün Türkiye’nin çekildiği İstanbul
Sözleşmesi’ni gerekçe göstererek sırtını milletlerarası ahlâksızlık odaklarına
dayayan şirret grupların, “Bedenlerimiz bize aittir, ona kimse karışamaz, biz
istediğimiz gibi yaşarız” gibi pankartlarla şehirlerin ana caddelerinde
yürüyüşler yaptıkları/yapabilecekleri unutulmamalıdır.
Şimdi,
bu sözleşmenin iptal edilmesiyle Müslümanlar olarak hepimizin sorumluluğu daha
da artıyor. Yüz yıldır her türlü İslâmî hareketin irtica sayıldı. Batı
normlarındaki hayat kutsanıp korundu. İnandığı gibi değil de yaşadığı gibi
inanmaya başlayan bir toplum meydana getirildi. Nüfus kesafeti içinden seçimle
iş başına getirilen iktidar gücü bile buna göre hangi ölçüyü koyacaktır? İşin
can alıcı kısmı burasıdır. Meselâ aynı iktidar müntesipleri arasında İstanbul
Sözleşmesi’nin kadın hakları konusunda “Veda Hutbesi ile bu problemi çözeriz”
diyen de var, “Getirdiğimiz yeni idarî yapıda dünya ile entegre olmadan olmaz”
diyenler de. “Biraz bizim inancımızdan, biraz da dünyadaki uygulamalardan olsun,
global dünyadan ayrılamayız” formülü de…
Kendine
güvenmemenin, fen ve teknikte ileri giden ülkelerin cazibesine kapılıp “Geri
kalmamızın sebebi İslâm’dır” diyen Tanzimat artıkları hakikati ıskalamaktadır.
İşin
kolay olduğunu iddia etmiyoruz. Yüz yılın tortularıyla çok kurumumuz özünden
kopmuş, medreselerin yerine ikâme edilen üniversitelerimiz uzun yıllar “kayıkçı
kavgaları” ile meşgul olmuş, yine üniversitelerimizde -birkaç istisna dışında-
“din-ü devlet mülk-ü millet” uğruna gayretkeş olan çıkmamıştır. Bu
söylediklerimiz bundan böyle inşallah arşivlerde kalacaktır.
Sevinerek
belirtmeliyiz, yerli ve millî düşünen ve de salim devlet aklı ile Devlet
Başkanı’nın işaret ve omuz veren gayretleriyle bazı devlet veya vakıf
üniversitelerinin son yıllardaki büyük projelerinin hakkını teslim etmemiz
gerekiyor.
Müslüman
Türk milleti, devletin yeniden inşâ edilmesinden rahatsız değildir. Kimlerin bu
işin muhalifi olduğu bellidir; bu güruhun kronik bir güruh olduğu da
aklıselimin malûmudur. Devletin yeniden inşâ edilmesinin yolu Kur’ân’ın irşadı
ruhundan mülhem, Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğinden geçer. Başta ailelerin ve
millî eğitim müfredatıyla üniversitelerin vazifeli olduğu bir bütün içinde
hareket edilmelidir. Bu yolda en büyük mania, lâik sistemin eğitim müfredatıyla yetişen nesillerin İslâmî
nizamdan ne anladıkları ve kazandıkları dünyevî menfaatlerinden feragat edip
etmemeleri yaşanılarak gösterilecektir.
Mesele
çok deruni, etraflıca ve plânlanarak menzile götürülecek bir zümrüt
kıymetindedir.
Her hususta olduğu gibi, devleti yeniden inşâ etmenin modeli, Hazreti
Muhammed’in (sas) Risaletinde formüle edilmiştir. Kur’ân ahkâmının iniş suresi
ve toplumun inşâsı gözden kaçırılmadan, günümüz şartlarında dünün ayak izlerine
sağlam basmamız lâzımdır. Topyekûn milletin ve kurumlarının bu inşâ-i devlet
için hazırlıklı olmaları, sloganların ötesine geçip romantizme yer vermeden
Allah’a bende olunması şarttır.
Vesselâm…