Özal’ı anmak ve onu “iyi anlamak”

Muhabirler sokaklara fırlamış, sokakta buldukları insanlara şu soruyu soruyordu: “Özal öldü, haberiniz var mı?” Tepkiler çok anlamlıydı. Bir yaşlı adam muhabiri kovmuştu başından “Böyle şaka mı olur?” diye. Bir kadın oracığa yığılmış, yaşlı gözlerle muhabire, “Kızım doğru mu söylediğin, ne olur Özal ölmesin!” diye âdeta yalvarıyordu.

17 Nisan 1993 sabahı, televizyon seyrederken, bir anda “Son dakika!” uyarılı bir haberle seyrettiğim program kesildi ve haber spikeri, “Cumhurbaşkanı Özal kalp krizi geçirdi. Hastaneye kaldırıldı” dedi. Annem, babam ve kardeşlerim, evdeki herkes, âdeta şok olmuştuk.

Aradan bir beş dakika geçmedi ki “Öldü” denildi. Şaka mıydı, neydi bu? İnanmak istemiyorduk. Bir anda tüm kanallar bu habere kilitlenmiş, muhabirler sokaklara fırlamış, sokakta buldukları insanlara şu soruyu soruyordu: “Özal öldü, haberiniz var mı?”

Tepkiler çok anlamlıydı. Bir yaşlı adam muhabiri kovmuştu başından “Böyle şaka mı olur?” diye. Bir kadın oracığa yığılmış, yaşlı gözlerle muhabire, “Kızım doğru mu söylediğin, ne olur Özal ölmesin!” diye âdeta yalvarıyordu…

***

Bir anda bir matem havası kaplamıştı tüm Türkiye’yi… Çevremde bulunan insanlar günlerce ağladılar, duâ ettiler. Yasinler, hatm-i şerifler okundu.

Neydi bu sevginin sebebi? Kimdi “Özal” dedikleri adam?

“Özal” demek, halk demekti, özgürlük demekti, halka hizmet ve Hakk’a hizmet demekti… Zincirleri kırmak, prangaları sökmek, uyanmak, ayağa kalkmak demekti…

O, ülkemizin siyâsî, ekonomik ve toplumsal hayatında bir dönüm noktasıydı aynı zamanda. 12 Eylül’den sonra oluşan o nazik dönemde, ülkeyi askerî bir düzenden sivil bir yönetime geçirirken siyâsî ve askerî anlayışı yeniden şekillendiren bir siyaset dehâsıydı.

Turgut Özal, içinde bulunduğumuz çağı doğru okuyarak ekonomiyi ve siyaseti dünyadaki gelişmelere ayak uyduracak hâle getirmeye çalıştı. Siyasetten diplomasiye, protokol anlayışından özel yaşamındaki cesur tavırlarına kadar kelimenin tam anlamıyla bir simgeye dönüştüğü için halkın gönlünde taht kurmuştu.

Onu o günlerde anlayamayanlar vardı. Bir de, aslında onu çok iyi anladıkları hâlde, sırf siyâsî gelecekleri için engel olarak görenler, onun başarılarını kıskananlar, bize suret-i haktan görünüp gizli kinlerini bizim lîsanımızla kusanlar... Kim ne derse desin, halk hiç olmazsa cenazesine sahip çıkarak, âdeta Tanzimat’tan beri bize dayatılan tüm dayatmalara isyan edercesine, “Biz özümüze döneceğiz!” diye haykırırcasına, Türkiye’nin dört bir yanından akın ederek sokaklara döküldü. Onun cenaze töreni, Türk siyâsî tarihinde görülmemiş bir olaydı. Tekbirler, tehliller, Ankara ve akabinde İstanbul semâlarını çın çın çınlatıyordu. Bir sevgi seli gönüllerden fışkırmış, dalga dalga sokaklara akıyordu âdeta. Bu kokmuş düzene isyanın bir tezâhürü olan cenaze merasimi uzun yıllar konuşuldu ve hâlâ konuşulmakta.

***

O günlerde kinlerini bir türlü susturamayanlar, “irtica” yaygaralarıyla cenazesine bir de dil uzatmaktan geri durmadılar. Merhum Özal’ın, “Öldükten sonra beni İstanbul’a defnedin, kıyamete kadar Fatih Sultan Mehmed’in mânevî rûhâniyeti altında bulunmak istiyorum” şeklindeki vasiyetine uyularak, Adnan Menderes’in de anıtmezarının bulunduğu Topkapı’da, kendisi için hazırlanan alana defnedilmişti.

Halkımızı bu kadar peşine takan bu sevginin, bu bağlılığın sebebi, elbette vefâ ve kadirşinaslık hissiydi. Çünkü Özal, halktan kopmamış bir liderdi. Halkın değerlerini tâ özünde benimsemiş, devlet ve millet kaynaşmasının ancak bu değerlere saygı duymakla, bu değerlere sahip çıkmakla sağlanacağına inanmış bir liderdi.

Onun tek felsefesi vardı: “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.” O, bu felsefeden asla taviz vermedi! Bu felsefeyi sadece kuru bir slogan olarak değil, bir icraat olarak Türk siyâsî tarihine nakşetmişti. Halka dayanmayan ve halka güvenmeyen hiçbir siyâsî oluşumun başarılı olamayacağını adı gibi biliyordu. Nitekim öyle de oldu. Kendinden sonra partiyi idare edenler bu eski hastalıklara düşünce, halktan kopunca, siyaset sahnesinden bir bir çekilmek zorunda kalmışlardır.

Bu siyâsî husûmeti anlamak da kolay değildir. Turgut Özal, Kenan Evren’in ardından 1989 yılında Cumhurbaşkanı seçildiği gün, Cuma idi. O günlerde medyada yoğun olarak, “Lâik bir ülkenin cumhurbaşkanı Cuma namazı kılar mı, kılmaz mı?” meselesi tartışılıyordu. Gazeteciler ona, “Cuma namazına gidecek misiniz?” diye sorabilmişti. Verdiği cevap ise hayli anlamlıydı: “Cumhurbaşkanı oldum diye namazı mı terk edeceğim?”

O ne haccı, ne de umreyi terke etmişti. Hattâ onun, Başbakanlık yaptığı Temmuz 1988 yılında Medîne’deki Kuba Mescidi’nde namaz kıldırırken çekilen fotoğrafı bile polemik konusu yapılmıştı. İşte onun cenaze töreninde açılan “Sivil Cumhurbaşkanı”, “Demokrat Cumhurbaşkanı”, “Dindar Cumhurbaşkanı” pankartlarının sebebi belki de buydu!

***

Gerçekte Türk halkı çoğunlukla onu anladı. Herkes kendince bir özelliğini ön plâna çıkardı. Ama anlamayanlar ve hâlâ anlamak istemeyenler ona düşmanlığa devam etmektedir. Onlardan kimilerinin gözünde terörün koruyucusu, kimilerinin gözünde irticanın hâmisi, kimilerine göre mâneviyat düşmanı, kimilerine göre vurgun ekonomisinin mimarı ve kimilerine göre de Amerikancı… Herkes fikrinde hürdür, ancak âcizane fikrim, bu saldırıların altında siyâsî hesaplar, kıskançlıklar ve çekememek yatmaktadır. Bir de müzminleşmiş “hak, halk, hakikat ve İslâm düşmanlığı”… Onun Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek isteyenler hızlarını alamamış, seçildikten sonra Cumhurbaşkanlığından indirmek için entrika üzerine entrikalar çevirmişlerdir. Bu yeni cephede sosyal demokratından, Masonundan, liberalinden sözde İslâmcısına kadar her renk adamı görmek mümkündü. O günlerde bu kirli birlikteliğe Hasan Mezarcı karşı çıkıyordu.

Elbette Özal da bir insandı ve onun da zaafları, hatâları vardı. Zaten insan, hatâları ve sevaplarıyla insandır. Zira itikadımızca hatâsız, günahsız olmak, ancak “ismet” sıfatı ile mücehhez olan Peygamber Efendilerimize aittir.

Onun ülkemizi bir ihtilâl ortamından siyâsî düzene geçirmedeki mahareti, değişim adına yaptığı reformlar ayrı bir araştırma konusudur. Onun ölümünden tam 27 yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ her fırsatta, her plâtformda, Cumhurbaşkanımızdan tutun da Anadolu’nun en ücra bir köşesindeki Mehmet Ağa’ya kadar o konuşuluyor. Hâlâ onu anlamak üzerine seminerler veriliyor, kitaplar yazılıyor, onun adına vakıflar kuruluyor. Bu da onun hâlis niyetinin ve çalışmalarının karşılığı olarak Rabbimin verdiği rahmetin bir tezâhürüdür.

***

O günleri zihnimde harmanladığımda, ona yapılan haksız, insafsız, akla ziyan saldırılar bir kez daha gözlerimin önünde canlanıyor. Bu gün de hak, hakikat, mâneviyat gibi değerlerin karşısında olanların olduğu gibi, o gün de Özal’ın karşısında çağı okuyamayan ve menfaatleri zarar gördüğü için onu yıpratmaya çalışan bir direnç vardı. Bu direnç onu, önce siyaseten ortadan kaldırmaya çalışmıştı. Bu olamayınca da onun bedenini ortadan kaldırmaya kastetmişlerdi.

18 Haziran 1988’de, Anavatan Partisi’nin İkinci Olağan Kongresi’nde, Kartal Demirağ tarafından düzenlenen suikast girişiminde vurulan Özal, ayağa kalkar kalkmaz, “Allah’ın verdiği canı O’ndan başka alacak yoktur. O’nun dilediğinin dışında iş yapacak yoktur!” diyerek Hakk’a teslimiyetini vurgulamıştı. Bu sözler kolay kolay unutulacak değildi. Tıpkı Cumhurbaşkanımızın, “Biz kefenimizi giyip bu yola çıktık” dediği gibi...

***

Onun ölümü şaibeliydi. Âdeta bunun için her şey hazırlanmıştı. Rahatsızlandığı gün Köşk’teki doktorundan tutun da ambulansa, helikoptere kadar her şey ortadan kaybolmuştu. Sıradan bir hasta nakil aracı ile Ankara trafiğinde Gülhane, Hacettepe, İbni Sina Hastaneleri arasında dolaştırılan Özal, öldüğünden emin olununca Hacettepe’nin acil servisine götürülmüştü. Otopsi yapılmamış, ondan alınan kan örneği kaybolmuş, başındaki hemşire sırra kadem basmıştı. 

Turgut Özal’ın, katıldığı bir resepsiyonda limonatasına katılan arsenikle zehirlendiği iddiasını ortaya atan eşi Semra Özal, delil olarak da saç örneğini ABD’de tahlil ettirdiğini belirtmekteydi. Bu iddia o kadar çok gündeme gelince, 2 Ekim 2012 tarihinde merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın (19 yıl aradan sonra) kabri açılmış, ölümünün bir suikast olup olmadığının belirlenmesi için bazı testler yapılmıştı. Adli Tıp Kurumu tarafından yapılan otopside, Özal’ın vücûdunda dışarıdan verildiği kesinleşen “DDT, Polonyum, Kadmiyum ve Amerikyum” zehirlerinin bulunduğu, ancak Özal’ın zehirden mi, yoksa başka sebepten mi öldüğünü tespit edilemediği açıklandı. Hattâ bazı gazeteler manşetten, “Zehir var ama bu kadarı adam öldürmez” diye dalga geçebilmişti.

Düşünün, yirmi yıl sonra kabir açılıyor ve yapılan tahlilde cesette dört farklı zehir tespit ediliyor ama ölüm sebebi izah edilemiyor. Gerçi o dönemlerde bu tip kurumlarda kimlerin cirit attığı da malûmunuz! Bu yüzden gerçekçi bir sonuç beklemek saflık olur.

Bir de hâlâ cesedinin bozulmamış olması, onun düşmanları üzerinde şok etkisi yapmıştı!

***

Ortada bir sürü iddia var: Eşinden tutun da CIA’dan, KGB’den MOSSAD’a kadar birçok isim ve kurum bu işle suçlandı. Hattâ birçok askeri isim bununla ilişkilendirildi. İşin ilginç bir tarafı da şudur: O günlerde suikasta kurban verilen Adnan Kahveci’nin oğlunun, “Turgut Özal’ı zehirleyerek öldüren kişiyle, babamı öldürenin aynı kişi olduğunu biliyorum” sözleri ortada!

Türk halkı hâlâ onun ölümünü şüpheli, şaibeli olarak görmektedir. Bunca yıl geçmesine rağmen bu şüphe ve şaibelerin ortadan kaldırılamaması gerçekten düşündürücüdür. Hele hele Kartal Demirağ tarafından yapılan suikast girişiminin arkasındaki eller, karanlık perdelerin arkasında bunca yıl gizlenmeyi başarmışlardır.

Benzer akıbeti paylaşan Şehit lider Muhsin Yazıcıoğlu da onun ardından şunları söylüyordu: “Merhum Özal, yıllarca camisinde, düğününde, sokaklarında kendisi gibi yaşayan, ama çağın ilmini yakalamış, çağın fennini yakalamış, çağın bilgisayarlarıyla oynayabilen bir insan özlüyordu. Bilgisayarlarla oynasın, bilgisayarın içinde olsun, yabancıların lîsanlarını da bilsin, onların kültürlerini de tanısın ama kendi kişiliğini korusun, kendi milletinin kişiliğine saygı göstersin, kendi milletinin inançlarına saygı göstersin istiyordu…”

***

Özal, milleti ve milletin değerleri ile barışıktı. O hem demokrat, hem dindar bir kimliğe sahipti. Başbakan ve sonrasında Cumhurbaşkanı olması onu halkından koparmıyor, aksine mesafeler onunla daha yakın oluyordu. Zekâsı, çalışkanlığı, en acımasız rakiplerine karşı bile olan engin hoşgörüsü, onu halkın gözünde ve gönlünde apayrı bir köşeye taşımıştı.

Bir yazarımız onun için, “Özal, devlet ile millet arasında mesafe koymak isteyenlere verilecek en güzel cevaptı” diyor. Bence de Özal, yeniden anlaşılması gereken, üzerinde çalışılması ve kafa yorulması gereken müstesna bir liderdir.

“Devlet adamı” kavramının içini doldurmak herkesin harcı değildir. Lider olmak da herkesin harcı değildir. Zira meşhur söz gereği, “lider olunmaz, lider doğulur”.

Eğer Özal yaşasaydı, Türkiye tarihine 90’lı yıllar “kayıp yıllar” olarak yazılmazdı. Demokrasimiz daha ileri noktaya taşınırdı. Hak ve özgürlükler geriye gitmezdi. “Din hürriyeti, düşünce hürriyeti, teşebbüs hürriyeti” slogandan gerçeğe dönüşürdü. Yapısal sorunlar ötelenmez, çözüm yolları aranır ve bulunurdu. Ama takdir böyleymiş.

Elbette bu bayrak yerde kalmadı. Onun açtığı çığırdan yol bulan bir avuç memleket sevdâlısı meydanlara çıktı ve milyonları peşinden götürerek bu hak ile bâtıl mücadelesini sürdürmeye devam ediyor.

***

Onu çok sevmiştim. Belki de onu bu kadar sevmemdeki en büyük etken, Necip Fazıl Kısakürek’in, parti kurma aşamasında ona verdiği destek idi. Özal, Anavatan Partisi’ni kurmadan kısa bir süre önce Necip Fazıl ile görüşmüş, onun fikirlerini almıştı. Bu ziyarette Üstad Necip Fazıl, Özal’a hayatı boyunca aklından çıkarmayacağı şu önemli tavsiyeyi yapmıştı: “Turgut Bey, tankın paletleri gibi olmalısın. Hem hızlı yol almalı, hem de araziye uymalısın.”

Bir de mektuplar vardı ona yazılan ve siyâsî hayatında ona yol gösterecek tavsiyeler. İşte Özal’ı belki de bu yüzden daha çok sevdik ve ona o günlerde destek olduk. Kısa bir süre de olsa onunla siyaset yaptık...

Türkiye, siyâsî ve ekonomik olarak “Özal’dan önce ve Özal’dan sonra” diye iki kısımda incelenirse, o daha da iyi anlaşılacaktır. Ondan önceki Türkiye’yi bugünün gençlerine anlatmak, çölü basan kutup ayılarını anlatmak kadar zor olacaktır. Ben sadece kendi hayatımla ilgili bir anekdotu anlatarak yazımı sonlandırmak istiyorum:

1986 yılında, Erzurum Ziraat Fakültesi’ni kazanmıştım. Okula başladığım günden itibaren bir türlü bu okula ısınamamıştım. İçimdeki edebiyatçı, tarihçi ya da ilâhiyatçı olmak arzusu bir türlü sönmüyordu. Hattâ yurtta beraber kaldığımız edebiyatçı ve tarihçi arkadaşlara Osmanlıca derslerinde yardım ediyor, tâbiri caiz ise onları Osmanlıca çalıştırıyordum. Tabiî o köftehorlar da bizim ezberlemek zorunda kaldığımız Lâtince bitki isimlerini ezberliyorlardı. İlâhiyat hazırlık okuyanlarla da Arapça çalışıyordum…

O yıl okulu değiştirmeyi kafaya koymuştum. Tekrar sınava başvurdum. Adres olarak o zaman nahiye olup sonradan ilçe olan memleketteki ev adresimi verdim. Harıl harıl sınava hazırlanıyordum. Artık okula, sadece devamsız olmamak adına gidip geliyordum. Derken, sınava giriş belgeleri gönderilmeye başlanmıştı ama benim belgelerden bir haber yoktu. Önceden mektupla ailemi de uyarmıştım “Belgeler gelir gelmez Erzurum’a gönderin” diye. Zira o yıllarda bir mektup, postalandıktan sonra ancak 10 günde gidiyor, geri gelmesi ise neredeyse bir ayı buluyordu. Hele para havâlesi en az iki haftada gerçekleşiyordu.

Baktım, ne mektup geliyor, ne haber var. Son umut olarak telefon etmeye karar verdim. Postaneye gittim ve şehirlerarası telefon bağlantısı için yazıldım. Tam üç saat postanede telefonumun bağlanmasını bekledim. Sonunda görevliye bir daha hatırlattım. “Biraz bekleyin” dedi. Bu “biraz”, sanırım bir iki saat kadar daha sürdü. Sonunda “Çorum’u bekleyen!” diye anons edilince heyecanla gişeye koştum. Ben “Hangi kabin?” diye soracaktım ki görevli, “Beyefendi, maalesef Çorum’a bağlanamıyoruz. Hatlar boşalmıyor. Siz boşuna beklemeyin” dedi. Âdeta yıkılmıştım. Bu süre zarfında tam sekiz saatim postanede geçmişti. Bırakın cep telefonunu, evdeki telefonlara bile santral marifetiyle bağlanıldığı günlerden bahsediyorum…

Bu olayı şimdiki gençlerimiz okur da bugünlerin kıymetini bilirler umarım.

Sınava giremedim ve zorla da olsa ziraatçı oldum. Zira o günlerde babam, rahatsız olan amcaoğluma refakatçi olarak Ankara’ya gitmiş. Annem de ne belgeleri sorabilmiş, ne de mektup yazdıracak kimse bulabilmiş. Benim belgelerim postada kaybolduğu için (ben hâlâ bu evrakların o zamanlar ANAP’tan Belediye Başkanı olan rahmetli dayımın siyâsî rakipleri tarafından kasıtlı olarak kaybedildiğini düşünüyorum) sınava girememiştim.

Sanırım ertesi yıldı, bir telekomünikasyon devrimi gerçekleşti. Artık bir jetonla direkt evimizle görüşebiliyorduk. Ardından kartlar, sonra da GSM’ler çıktı. Online sistemler sayesinde paramızı ânında hesabımızdan çekebildik. Tüm bu yenilikler, rahmetli Özal sayesinde olmuştu!

Rûhu şâd olsun!