“YARATAN, yarattığına ‘seviye’ veren, sonra ‘kaderleştiren’ ve hidâyet’e koyan
Yüce Rabbini tesbih et!” (A’lâ Sûresi)
***
Şuhud âleminde (müşahede alanında imtihanda kılınan) ve muhkem
anlam, kural ve yaratılış ile muhatap kılınan/kuşatılan “El-İnsan”, tarih,
edebiyat ve psikoloji yoluyla/profesyonelleşmiş kulvarlarla Vahyin insan için
öngördüğü/öğütlediği A plânına karşı kendi B plânını işletmeyi her zaman
denemiştir.
Tarih, psikoloji ve edebiyat kendi bağlamında kaldığında (El-İnsan’ı
kendisi kılan unsurlardır bunlar) ve hizmet ettiğinde “uygarlık-medeniyet”
motorları gibi çok ciddî bir değişim/gelişim unsuru olurken, El-İnsan bu tecrübeyi,
bu “profesyonelleri” azmettirerek Vahye karşı operasyon için de kullanmaktadır.
Vahiy, ısrarla hayatımızı muhkem anlam, muhkem kural ve muhkem
yaratılış üzere/odaklı anlamamızı emrederken bazen/bazı âyetleri de “müteşâbih”
niteliğinde ortaya koysa da, müteşâbihin muhkeme tâbi olduğunu ve müteşâbihin
ancak muhkem ile ilişkili yorumlanabileceğinin altını ısrarla çizer.
Bu kural çerçevesinde müminlerin müteşâbihin peşine düşmediklerini
ve “Âlemlerin Rabbi bilir buradaki
müteşâbih anlamı/bağlamı” diyerek teslim olduklarını hatırlatır.
Fakat bu temel kurala rağmen El-İnsan, Vahye karşı B plânını
işletmek için ısrarla muhkem anlamı, bir yolunu bulup müteşâbih anlama
evriltir. Muhkem kuralları müteşâbih kural tadına dönüştürür. Muhkem yaratılışı
da “müteşâbih yaratılış süreci” gibi yorumlar.
Ve El-İnsan, bu yolda önce edebiyatı kullanır. Çünkü edebiyat,
özünde zaten teşbih ve müteşâbih formatında dil kullanır!
Sonra rivâyetlerle yani tarihle bunu pekiştirir. Ardından da psikoloji
desteğiyle bunu, “Nebî olmaya gerek yok,
inzal devam ediyor ve onun adı ilhamdır; miraç devam ediyor, herkes çabalarsa
miraç/mearic yollarından gayb âlemine erer, âyetler görür ve döner!” diye
operasyonunu finallendirir.
***
El-İnsan’ın tarih, edebiyat ve psikolojiyi azmettirerek Vahye
karşı kendi B plânını devreye sokmasından amaç, her zaman “inkâr” değildir. Bazen
uzlaştırmak, bazen eğip bükmek ve eksiltmek, bazen de kendini Vahye kutsatarak
onaylatmaktır.
Bu B plânının Tevrat, İncil ve Kur’ân eksenli örneklerinin izi
sürüldüğünde, El-İnsan’ın üç temel finale odaklandığını gözlemliyoruz: Kendi
kanını-soyunu yüceltmek (tarih bu alanda coşturulur), şehvet özgürlüğü elde
etmek (psikoloji tam bir cambaz gösterisindedir) ve güç (edebiyat arka fonda
resital hâlindedir)…
El-İnsan bu nedenlerle Vahiy tarafından hayırla anılmaz ve genelde
“cahil, aceleci, nankör, zalim” gibi sıfatlarla anılır.
El-İnsan, tarih üzerinden Vahye “benzer” bir tarih uydurarak; edebiyat
üzerinden Vahye benzer metinler uydurup onları “Vahiy şerhi” etiketiyle
kutsayarak; psikoloji yoluyla da “Nebî gibi” portresiyle benzer tipoloji
üreterek, istediği yaşamı, arzuladığı gibi bir geleceği kendisi için
senaryolaştırır ve uygular.
Kuşkusuz El-İnsan’ın vahye karşı B plânını uygularken tarih,
edebiyat ve psikoloji enstrümanlarını kullanması, insanlık tarihi boyunca hiç
değişmedi. Ancak her dönemde “Truva atı” gibi kullanılan bu profesyonellerin
Truva atı içine yerleştirdiği asker farklıdır.
Örneğin çağımızda modern El-İnsan, tarih zeminindeki Truva atı
içine “arkeolog” askerini koyarak B plânını uygular. Edebiyat zeminindeki Truva
atı içine “dilbilimci” koyar. Ve psikoloji için de “deneyimleme/tecrübe” adı
altında her bireyi asker yapar. Ve de başlar modern El-İnsan, Vahye karşı B plânını
uygulamaya…
Tevrat, İncil ve Kur’ân dönemlerindeki El-İnsan tipolojisi ise, tarih
için “ravi/tanık”, edebiyat için “anlatıcı” ve psikoloji içinse “Nebî vârisi/vekil”
askerini kullanır.
Kuşkusuz El-İnsan’ın en çok zorlandığı aşama, kıraat edilen (aynı
ile ezber, aktarım ve yazım yoluyla orijinali elde tutulmuş) Kur’ân’ın
metnidir. Çünkü El-İnsan, B plânında ne yaparsa yapsın, bir yolunu bulup Kur’ân
metniyle bunu ilişkilendirmelidir.
Kuşkusuz “metin” kıraat edilse ve orijinali ile ortada olsa da,
Kur’ân gibi 23 yılda tamamlanmış ve metin olarak nesillere devredilse de “hayat”
dediğimiz ve öznesinin insan olduğu devir içinde kayıt altına alınan bu metinde
biz o süreçteki hayatı bulamayacağımızdan, Vahiy-hayat ilişkisini ancak Vahiy
alan Nebî’nin hayatı ile sağlayabiliriz. Ve kuşkusuz Vahiy, bunu sadece
öğütlemez, aynı zamanda Nebî örnekliğini/hayatını takip etmeyi emreder.
Ancak hayat, özü itibariyle kıraat edilmediğinden ve hayat
Vahiy/Kur’ân gibi kıraat yoluyla metinselleşmediğinden, bu hayatı nerede bulacağımız
konusu en esaslı sorun-bağlamdır. Ve Müslümanların tarihindeki tüm farklılaşma
ve çeşitlenme, bu hayat bağlamından devşirilmiştir.
Yani tarih, edebiyat ve psikoloji, operasyon için kuluçka olarak
kendisini, hayat iddiasıyla Nebî’nin hayatı alanında konuşlandırır. Ve genelde,
“Kur’ân dışında, hayat içinde de vahiy
var!” metodunu araçsallaştırır.
Dolayısıyla bir Müslüman, “Kur’ân” denilince, elinde bir “metin”
sahibi olsa da, bu metnin nasıl bir hayat inşâ ettiğini ancak Nebî’nin hayatı
ve ondaki Vahiy-Beyan denklemi içinde çözümleyebileceğinden, bu çözümleme
sürecinde El-İnsan’ın operasyon tuzaklarına da bol bol düşer...
***
El-İnsan’ın tarih, edebiyat ve psikoloji üzerinden yaptığı
operasyonları gerekçe gösterip aksi yönde tutum sergileyen çabalar da zamanla
artmış ve “Herkes kendi hayatını veya
toplumsal hayatı birebir ‘metin’ ile temas kurup çıkarsın!” diyebileceğimiz
bir metot (!) geliştiren akımlar da her yüzyılda çıkmıştır.
Fakat bu yöneliş de büyük bir metot hatâsı olacaktır. Hattâ
El-İnsan’ın B plânı için de büyük bir operasyon zemini olacaktır. Bu, kabul
edilemez!
Nitekim, Türkiye’deki “meâlcilik” etiketli bazı çabalar bu
kapsamdadır. Ancak “meâlcilik” etiketiyle işaret edilen bu hatâ, genelde başka
bir hatâ için maske olarak kullanılmaktadır. Bu sefer de tarih, edebiyat ve
psikoloji yoluyla “Hayat metne sığmaz!”
şeklindeki haklı gerekçe üzerinden Sünnet de her türlü operasyona meşruiyet
kaynağı kılınmaktadır.
Her düşünce, meşrep, mezhep, ülke veya devlet, yapıp ettiklerini
“Hayattandır” sloganıyla ve “Sünnet kaynaklıdır” şivesiyle âdeta “Sünnet oyun hamuru gibidir, herkes kendince
şekil versin!” eşiğine düşürmek istemektedir.
***
Kur’ân (metni)-Sünnet (hayatı) gerilimindeki kamplaşmalar ve suçlamalar
alıp başını gitmektedir.
Peki, bu B plânı gündemi ve “Öz Türk Yorumu” şeklindeki başlık
neden?
Çünkü Ramazan ayındayız ve Ramazan, esenlik kuşudur. Onun iki
kanadı vardır: Oruç ve Kur’ân... Dolayısıyla Vahiy ve Kur’ân gündemi,
yoğunlaşmamız gereken ana gündemimiz.
Bir kez daha bilincimizi güncellememiz gerekiyor!
***
Ramazan kültürümüz içinde yer alan “TV Ramazan” dilinde görülüyor
ki, bir dil, inadına başkalarını “Meâlci,
Sünnet inkârcısı bunlar!” diye hedef gösteriyor.
Bakıyorsunuz ki karşı taraf, “Bunlarınki
Uydurulmuş Din! İndirilmiş Dine Gelin!” diye tempo tutuyor. İki taraf da
konu “Diyanet” olunca zaten hepten “Dindarları
Diyanet temsil edemez!” inceliğinde ayar kampanyaları yürütüyorlar…
Bir de, “Bu ikisinin arasından geçeyim” derken hiçbir tarafa yâr
olamayan “Öz Türk evlâdı” insanlar var. Hattâ, “Aradan geçeyim” derken her
tarafı yara bere içinde kalınca, sıtkı sıyrılınca, “Geldiğim nokta şudur!” deme
ihtiyacı hissetmiş görülüyor.
Bu durumdaki, “Osmanlı’da
hem fakih, hem sufî bir arada... Ben de bu çizgideyim. Hem tarihselci, hem de
Vahdet-i Vücûdcuyum” diyerek, geldiği “final/jübile” aşamasını betimlemiş
gibi…
***
Neden “Öz Türk” vurgusu yapıyorum?
Neredeyse bütün çalışmalarını okumuş ve çoğu videosunu izlemiş
biri olarak söylüyorum tüm bunları; çünkü “isim odaklı tartışma şehveti”ne çoğu
şey kurban oluyor ve bu nedenle odak noktasının isim olmasını istemiyorum.
Oysa Türkiye’nin yakın tarihinde “meâlci” ve “indirilmiş din” (şivesi)
sokak kavgasına girmeden, kavganın edildiği sokaktan geçmeye mecbur kalınınca hem
mevcût kavgadan, hem de sokaktan yumruk yemeden çıkmaya çalışırken önemli
çalışmalara imza atmış biridir Prof. Dr. Mustafa Öztürk.
Dahası tarih, edebiyat ve psikoloji zemininde “metne” ve “hayata”
yapılan operasyonların serencâmını en iyi bilenlerden biri olduğunu düşünürken,
“Güncele cevap yetiştireyim” derken hem “tarihselcilik”, hem de “Vahdet-i Vücûdculuk” bir aradalığında
geldiği noktayı/tecrübeyi/psikolojik eşiği betimlemesi, bize Ramazan’da önemli
bir mesaj vermektedir: El-İnsan, B plânını işletmeye devam etmektedir!
Ve B plânı işlerken en uyanık kulları bile finalde plânın parçası
hâline getirme becerisine sahiptir.
Üzüldüm…
Tarihselcilik ve Vahdet-i Vücud arasından geçmek veya ikisinin de
bir arada olduğu bir “anlayış/metot” ortaya koymak, kendine özgü dili ve
literatürü olan iki ayrı paradigmayı/olguyu kendinde meczetme profili çizmesi
bizi şaşırtmıştır.
Güncelin ve popülizmin atmosferinde bunalmanın getirdiği duygusal
refleks değilse eğer, tarihselcilik ile Vahdet-i Vücûdun (kendi dilini ve
tarihçesini unutmadan) nasıl mecz/sentez edildiğini daha net bir metot ile
ortaya koymasında fayda olacaktır. Değilse…
Türk’ün özüne bir Öz Türk yorumunun ulaşması, yakın tarihte Kur’ân-Sünnet
çalışmaları açısından önemli bir figüre tanıklığa işaret etmesi açısından çok
önemli. Çünkü tarih, psikoloji ve edebiyat profesyonellerinin, bazen hesapta
olmayan “masum” insanları da gözden çıkardığını veya bu tür insanın operasyon
alanında bulunması sebebiyle “Yapacak bir
şey yok!” denilerek operasyon zayiatı olarak kayda girdiğine bir kez daha
tanık olmuş oldum.
En iyisini Âlemlerin Rabbi bilir; tüm bunlar, söz konusu tipolojiyi
ve özelde önemli bir figür olan Hoca’yı Müslüman bilmemize, kardeş görmemize
zerre kadar engel değildir.
Rabbim bizi, El-İnsan’ın B plânından uzak tutsun!