Öz Türk yorumu

Güncelin ve popülizmin atmosferinde bunalmanın getirdiği duygusal refleks değilse eğer, tarihselcilik ile Vahdet-i Vücûdun (kendi dilini ve tarihçesini unutmadan) nasıl mecz/sentez edildiğini daha net bir metot ile ortaya koymasında fayda olacaktır. Değilse… Türk’ün özüne bir Öz Türk yorumunun ulaşması, yakın tarihte Kur’ân-Sünnet çalışmaları açısından önemli bir figüre tanıklığa işaret etmesi açısından çok önemli.

“YARATAN, yarattığına ‘seviye’ veren, sonra ‘kaderleştiren’ ve hidâyet’e koyan Yüce Rabbini tesbih et!” (A’lâ Sûresi)

***

Şuhud âleminde (müşahede alanında imtihanda kılınan) ve muhkem anlam, kural ve yaratılış ile muhatap kılınan/kuşatılan “El-İnsan”, tarih, edebiyat ve psikoloji yoluyla/profesyonelleşmiş kulvarlarla Vahyin insan için öngördüğü/öğütlediği A plânına karşı kendi B plânını işletmeyi her zaman denemiştir.

Tarih, psikoloji ve edebiyat kendi bağlamında kaldığında (El-İnsan’ı kendisi kılan unsurlardır bunlar) ve hizmet ettiğinde “uygarlık-medeniyet” motorları gibi çok ciddî bir değişim/gelişim unsuru olurken, El-İnsan bu tecrübeyi, bu “profesyonelleri” azmettirerek Vahye karşı operasyon için de kullanmaktadır.

Vahiy, ısrarla hayatımızı muhkem anlam, muhkem kural ve muhkem yaratılış üzere/odaklı anlamamızı emrederken bazen/bazı âyetleri de “müteşâbih” niteliğinde ortaya koysa da, müteşâbihin muhkeme tâbi olduğunu ve müteşâbihin ancak muhkem ile ilişkili yorumlanabileceğinin altını ısrarla çizer.

Bu kural çerçevesinde müminlerin müteşâbihin peşine düşmediklerini ve “Âlemlerin Rabbi bilir buradaki müteşâbih anlamı/bağlamı” diyerek teslim olduklarını hatırlatır.

Fakat bu temel kurala rağmen El-İnsan, Vahye karşı B plânını işletmek için ısrarla muhkem anlamı, bir yolunu bulup müteşâbih anlama evriltir. Muhkem kuralları müteşâbih kural tadına dönüştürür. Muhkem yaratılışı da “müteşâbih yaratılış süreci” gibi yorumlar.

Ve El-İnsan, bu yolda önce edebiyatı kullanır. Çünkü edebiyat, özünde zaten teşbih ve müteşâbih formatında dil kullanır!

Sonra rivâyetlerle yani tarihle bunu pekiştirir. Ardından da psikoloji desteğiyle bunu, “Nebî olmaya gerek yok, inzal devam ediyor ve onun adı ilhamdır; miraç devam ediyor, herkes çabalarsa miraç/mearic yollarından gayb âlemine erer, âyetler görür ve döner!” diye operasyonunu finallendirir.

***

El-İnsan’ın tarih, edebiyat ve psikolojiyi azmettirerek Vahye karşı kendi B plânını devreye sokmasından amaç, her zaman “inkâr” değildir. Bazen uzlaştırmak, bazen eğip bükmek ve eksiltmek, bazen de kendini Vahye kutsatarak onaylatmaktır.

Bu B plânının Tevrat, İncil ve Kur’ân eksenli örneklerinin izi sürüldüğünde, El-İnsan’ın üç temel finale odaklandığını gözlemliyoruz: Kendi kanını-soyunu yüceltmek (tarih bu alanda coşturulur), şehvet özgürlüğü elde etmek (psikoloji tam bir cambaz gösterisindedir) ve güç (edebiyat arka fonda resital hâlindedir)…

El-İnsan bu nedenlerle Vahiy tarafından hayırla anılmaz ve genelde “cahil, aceleci, nankör, zalim” gibi sıfatlarla anılır.

El-İnsan, tarih üzerinden Vahye “benzer” bir tarih uydurarak; edebiyat üzerinden Vahye benzer metinler uydurup onları “Vahiy şerhi” etiketiyle kutsayarak; psikoloji yoluyla da “Nebî gibi” portresiyle benzer tipoloji üreterek, istediği yaşamı, arzuladığı gibi bir geleceği kendisi için senaryolaştırır ve uygular.

Kuşkusuz El-İnsan’ın vahye karşı B plânını uygularken tarih, edebiyat ve psikoloji enstrümanlarını kullanması, insanlık tarihi boyunca hiç değişmedi. Ancak her dönemde “Truva atı” gibi kullanılan bu profesyonellerin Truva atı içine yerleştirdiği asker farklıdır.

Örneğin çağımızda modern El-İnsan, tarih zeminindeki Truva atı içine “arkeolog” askerini koyarak B plânını uygular. Edebiyat zeminindeki Truva atı içine “dilbilimci” koyar. Ve psikoloji için de “deneyimleme/tecrübe” adı altında her bireyi asker yapar. Ve de başlar modern El-İnsan, Vahye karşı B plânını uygulamaya…

Tevrat, İncil ve Kur’ân dönemlerindeki El-İnsan tipolojisi ise, tarih için “ravi/tanık”, edebiyat için “anlatıcı” ve psikoloji içinse “Nebî vârisi/vekil” askerini kullanır.

Kuşkusuz El-İnsan’ın en çok zorlandığı aşama, kıraat edilen (aynı ile ezber, aktarım ve yazım yoluyla orijinali elde tutulmuş) Kur’ân’ın metnidir. Çünkü El-İnsan, B plânında ne yaparsa yapsın, bir yolunu bulup Kur’ân metniyle bunu ilişkilendirmelidir.

Kuşkusuz “metin” kıraat edilse ve orijinali ile ortada olsa da, Kur’ân gibi 23 yılda tamamlanmış ve metin olarak nesillere devredilse de “hayat” dediğimiz ve öznesinin insan olduğu devir içinde kayıt altına alınan bu metinde biz o süreçteki hayatı bulamayacağımızdan, Vahiy-hayat ilişkisini ancak Vahiy alan Nebî’nin hayatı ile sağlayabiliriz. Ve kuşkusuz Vahiy, bunu sadece öğütlemez, aynı zamanda Nebî örnekliğini/hayatını takip etmeyi emreder.

Ancak hayat, özü itibariyle kıraat edilmediğinden ve hayat Vahiy/Kur’ân gibi kıraat yoluyla metinselleşmediğinden, bu hayatı nerede bulacağımız konusu en esaslı sorun-bağlamdır. Ve Müslümanların tarihindeki tüm farklılaşma ve çeşitlenme, bu hayat bağlamından devşirilmiştir.

Yani tarih, edebiyat ve psikoloji, operasyon için kuluçka olarak kendisini, hayat iddiasıyla Nebî’nin hayatı alanında konuşlandırır. Ve genelde, “Kur’ân dışında, hayat içinde de vahiy var!” metodunu araçsallaştırır.

Dolayısıyla bir Müslüman, “Kur’ân” denilince, elinde bir “metin” sahibi olsa da, bu metnin nasıl bir hayat inşâ ettiğini ancak Nebî’nin hayatı ve ondaki Vahiy-Beyan denklemi içinde çözümleyebileceğinden, bu çözümleme sürecinde El-İnsan’ın operasyon tuzaklarına da bol bol düşer...

***

El-İnsan’ın tarih, edebiyat ve psikoloji üzerinden yaptığı operasyonları gerekçe gösterip aksi yönde tutum sergileyen çabalar da zamanla artmış ve “Herkes kendi hayatını veya toplumsal hayatı birebir ‘metin’ ile temas kurup çıkarsın!” diyebileceğimiz bir metot (!) geliştiren akımlar da her yüzyılda çıkmıştır.

Fakat bu yöneliş de büyük bir metot hatâsı olacaktır. Hattâ El-İnsan’ın B plânı için de büyük bir operasyon zemini olacaktır. Bu, kabul edilemez!

Nitekim, Türkiye’deki “meâlcilik” etiketli bazı çabalar bu kapsamdadır. Ancak “meâlcilik” etiketiyle işaret edilen bu hatâ, genelde başka bir hatâ için maske olarak kullanılmaktadır. Bu sefer de tarih, edebiyat ve psikoloji yoluyla “Hayat metne sığmaz!” şeklindeki haklı gerekçe üzerinden Sünnet de her türlü operasyona meşruiyet kaynağı kılınmaktadır.

Her düşünce, meşrep, mezhep, ülke veya devlet, yapıp ettiklerini “Hayattandır” sloganıyla ve “Sünnet kaynaklıdır” şivesiyle âdeta “Sünnet oyun hamuru gibidir, herkes kendince şekil versin!” eşiğine düşürmek istemektedir.

***

Kur’ân (metni)-Sünnet (hayatı) gerilimindeki kamplaşmalar ve suçlamalar alıp başını gitmektedir.

Peki, bu B plânı gündemi ve “Öz Türk Yorumu” şeklindeki başlık neden?

Çünkü Ramazan ayındayız ve Ramazan, esenlik kuşudur. Onun iki kanadı vardır: Oruç ve Kur’ân... Dolayısıyla Vahiy ve Kur’ân gündemi, yoğunlaşmamız gereken ana gündemimiz.

Bir kez daha bilincimizi güncellememiz gerekiyor!

***

Ramazan kültürümüz içinde yer alan “TV Ramazan” dilinde görülüyor ki, bir dil, inadına başkalarını “Meâlci, Sünnet inkârcısı bunlar!” diye hedef gösteriyor.

Bakıyorsunuz ki karşı taraf, “Bunlarınki Uydurulmuş Din! İndirilmiş Dine Gelin!” diye tempo tutuyor. İki taraf da konu “Diyanet” olunca zaten hepten “Dindarları Diyanet temsil edemez!” inceliğinde ayar kampanyaları yürütüyorlar…

Bir de, “Bu ikisinin arasından geçeyim” derken hiçbir tarafa yâr olamayan “Öz Türk evlâdı” insanlar var. Hattâ, “Aradan geçeyim” derken her tarafı yara bere içinde kalınca, sıtkı sıyrılınca, “Geldiğim nokta şudur!” deme ihtiyacı hissetmiş görülüyor.

Bu durumdaki, “Osmanlı’da hem fakih, hem sufî bir arada... Ben de bu çizgideyim. Hem tarihselci, hem de Vahdet-i Vücûdcuyum” diyerek, geldiği “final/jübile” aşamasını betimlemiş gibi…

***

Neden “Öz Türk” vurgusu yapıyorum?

Neredeyse bütün çalışmalarını okumuş ve çoğu videosunu izlemiş biri olarak söylüyorum tüm bunları; çünkü “isim odaklı tartışma şehveti”ne çoğu şey kurban oluyor ve bu nedenle odak noktasının isim olmasını istemiyorum.

Oysa Türkiye’nin yakın tarihinde “meâlci” ve “indirilmiş din” (şivesi) sokak kavgasına girmeden, kavganın edildiği sokaktan geçmeye mecbur kalınınca hem mevcût kavgadan, hem de sokaktan yumruk yemeden çıkmaya çalışırken önemli çalışmalara imza atmış biridir Prof. Dr. Mustafa Öztürk.

Dahası tarih, edebiyat ve psikoloji zemininde “metne” ve “hayata” yapılan operasyonların serencâmını en iyi bilenlerden biri olduğunu düşünürken, “Güncele cevap yetiştireyim” derken hem “tarihselcilik”,  hem de “Vahdet-i Vücûdculuk” bir aradalığında geldiği noktayı/tecrübeyi/psikolojik eşiği betimlemesi, bize Ramazan’da önemli bir mesaj vermektedir: El-İnsan, B plânını işletmeye devam etmektedir!

Ve B plânı işlerken en uyanık kulları bile finalde plânın parçası hâline getirme becerisine sahiptir.

Üzüldüm…

Tarihselcilik ve Vahdet-i Vücud arasından geçmek veya ikisinin de bir arada olduğu bir “anlayış/metot” ortaya koymak, kendine özgü dili ve literatürü olan iki ayrı paradigmayı/olguyu kendinde meczetme profili çizmesi bizi şaşırtmıştır.

Güncelin ve popülizmin atmosferinde bunalmanın getirdiği duygusal refleks değilse eğer, tarihselcilik ile Vahdet-i Vücûdun (kendi dilini ve tarihçesini unutmadan) nasıl mecz/sentez edildiğini daha net bir metot ile ortaya koymasında fayda olacaktır. Değilse… 

Türk’ün özüne bir Öz Türk yorumunun ulaşması, yakın tarihte Kur’ân-Sünnet çalışmaları açısından önemli bir figüre tanıklığa işaret etmesi açısından çok önemli. Çünkü tarih, psikoloji ve edebiyat profesyonellerinin, bazen hesapta olmayan “masum” insanları da gözden çıkardığını veya bu tür insanın operasyon alanında bulunması sebebiyle “Yapacak bir şey yok!” denilerek operasyon zayiatı olarak kayda girdiğine bir kez daha tanık olmuş oldum.

En iyisini Âlemlerin Rabbi bilir; tüm bunlar, söz konusu tipolojiyi ve özelde önemli bir figür olan Hoca’yı Müslüman bilmemize, kardeş görmemize zerre kadar engel değildir.

Rabbim bizi, El-İnsan’ın B plânından uzak tutsun!