
KIVIRCIK saçları alnına dökülüyor, minik zülüflerini her defasında eliyle kenara ittiriyordu. Toz toprak dolu saçları kirden birbirine yapışmaya başlamıştı ama o bunlara aldırış etmiyordu. Umutsuz gözleri yalnızdı, çünkü cıvıldaşan arkadaşlarını görmeyeli günler olmuştu. Sokaklar sessiz ve dışarıdaki hava genelde dumanlıydı.
Ara sıra duyulan büyük gümbürtü ve sarsıntılar kimi zaman uzaktan, kimi zaman yakınlardan geliyordu. Evlerini terk edip mahzene inmiş hâlde çoğu zaman karanlıkta bekliyorlardı. Gazze’de hayat yıllardır zordu ama şimdi dünya sanki tüm kinini buraya kusar gibiydi.
Abisini son gördüğünde kanlar içinde yerde yatıyordu. Neden öyleydi, fikri yoktu. Acı siren sesiyle gelen ambulansla hastaneye götürülmüştü. Sonraki günse şehit olduğunu söylemişlerdi. Henüz öğrenmeye başladığı Kur’ân’ı okuyup Allah’a dualar ediliyordu. Lâkin abisi bir türlü geri gelmemişti. Elbiseleri parçalanmış ablasını zalim ellerden kurtarmak için hayatını feda etmişti. Ablasını da görmeyeli günler oldu. Elleri ardından kelepçelenip götürülüyorken yüzünde korku yoktu. Kalabalık içinde kaybolmadan önce bağrışlarına bir yenisini eklemişti: “Zalimler için yaşasın cehennem!”
Zorla ağzı kapatıldı ve başı yere eğildi. Onun hatırladığı son sözleri ve sesi buydu. Üç gecedir haber alınamıyordu.
Annesi, gözünde yaşlar dinmeden dua ediyordu. Niçin ağladığını bilmiyordu. Hangisine ağlamalıydı; ölene mi, götürülene mi? Yakarışlarında sitem yoktu. Nidal, annesinin bazı kelimelerini anlamıyordu. Nedense o an aklına arkadaşları düştü. Emir İyad, Yasmin Muhammed, Seray İyad ve diğerleri… Şimdi ne yapıyorlardı, onlar da mahzenlerde miydi acaba?
Nidal, duyduğu sese kulak kabarttı. Mahzenin çıkışından geliyordu ses. Az sonra kapı açıldı. İçeriye babası geldi. Kız, koşup babasına sarıldı. Adamın yüzü demirden bir perde gibi görünüyordu. Kederden kat kat olmuş çizgilere rağmen kızına gülümsedi. Kucakladı. Sırtından heybesini indirip eşine uzattı. İki eş birbirine baktı. Kelime etmediler ama anlaşmış gibi aynı kelimeleri kullandılar: “Allah büyüktür!”
Babasıyla kızı, mahzenin köşesine serili şilteye oturup sımsıkı sarıldılar. Bir babanın kaybettiği evlatları için ne hissettiğini ancak evladını kaybeden baba anlayabilir; ancak Gazzeli bir babanın ne hissettiğini kimse anlayamaz. Nidal, onun ne hissettiğiyle değil, saçlarını okşayan ellerinin varlığıyla neşelendi. Babasının yüreğinde akan acı nehirleri, biraz olsun kızının yanındayken dinmişti. Hissettiği kirlenmiş ama pamuksu saçlar adam için şükür sebebi oldu.
Annesi bir tabak içinde birkaç topak patates ve pirinç lapası getirdi. Birer dilim somun ve birer bardak su ile yemeklerini yemeye başladılar. Nidal pek bulunmayan yiyecekleri iştahla yerken duyduğu hıçkırıklara başını kaldırdı. Anne ve babası… İkisi de ağlıyordu. Yemeğin az olmasına mı ağlıyorlardı, yoksa abisi ve ablasının yemekte olmamasına mı? Yavaşça başını eğdi ve son lokmalarını bitirip suyunu içti.
Yemeği bitirdikten sonra babası elini koynuna atıp kese kâğıdına sarılı bir nesne çıkararak kızına uzattı. Alelâde bir kâğıda sarılmış hediyeyi utangaç bir tavırla alıp sessizce açmaya başladı. Sade kumaştan kahverengi bir oyuncak bebek… Sarı saçları, mavi gözleri ve kırmızı ama kirlenmiş elbisesiyle oyuncak bebeği bağrına basan Nidal, büyük bir sevinçle babasına sarılıp öptü.
Sonraki saatleri hatırlamayan Nidal, tüm zamanını bebeğiyle oynayarak geçirdi. Bu sırada babası birkaç saat uyudu. Uyandığında yeniden heybesini sırtına vurup dışarıya yollandı. Çıkmadan önce kızını doya doya öptü, eşine sarılıp helâllik istedi. Tam bu sırada, pek yakınlarda bir gümbürtü duyuldu. Yer derinden sarsıldı. Annesi, “Ne olacak, nasıl olacak?” derken, babası bu cümleye hafifçe tebessüm etti. “Direniş hep vardı, yine var olacak inşallah!” şeklindeki kararlı cümleye söylenecek söz yoktu. Annesi ekledi: “Allah inananlarla beraberdir.”
Tekrar sarıldılar ve sonra adam hızla mahzenden çıktı. Nereye gittiğini Nidal bilmiyordu. Ama annesi dua ederken, “Allah’ım, şanı yüce olan Sensin, inananları muzaffer eyle!” diye seslendi.
Nidal yeniden oyununa döndü. Gümbürtüler ara ara devam etti. Akşam yavaş yavaş kendini gösterdiği sıralarda elektrikler kesildi. Nidal, mahzenin bir yanındaki küçük havalandırma penceresinin dibine gelip oturdu. Gökyüzü görünmüyordu; siluet hâlde görülen binaların yıkık dökük iskeletlerini izlerken her yana sessizlik çöktü. Sıradan bir Gazze günüydü. Alışmışlardı. Kapalı bir yaşamı daha da zorlaştıran teröristler durmadan bomba yağdırıyorlardı Gazze’ye ve küçük Nidal ne olduğunu, bu zulmün neden olduğunu anlayacak yaşta değildi. Yokluklar içinde, kim bilir bir zamanlar kime ait olan oyuncak bir bebeği olmuştu ve ona sımsıkı sarılıp karanlıkta vakit geçiriyordu. Başka diyarlardaki çocuklar da böyle miydiler acaba? Onlar da her akşam karanlıkta kalıyor, çoğu vakti aç susuz geçiriyor veya ailelerinden olanları nedensizce kayıp mı ediyorlardı?
Denilen o ki, yüz bin ton bomba ile saldırıldı Gazze’ye. Binlerce konut ve yüz binden fazla ev yerle bir oldu. O evlerde kimlerin hayatları, kimlerin hayâlleri, kimlerin sevinçleri soldu bilinmez. Zaten herkes alıştı. Artık sesi çıkan da yok. Ve teröristler daha büyük bir şevkle saldırmaya devam ediyorlar.
Nidal, ara ara beliren ışık kümelerinden sonra bombaların sesini duyacağını biliyordu ve parlamalara dikkat etmemeye alışmıştı. Bebeğine henüz isim koymamıştı, ona ablasıyla abisini anlatıyordu. Onlarla birlikte geçirdiği güzel günleri ve oyunları anlatıp yakında yeniden görüşeceklerini söylüyordu. Uzun zamandır kederli olan yüzüne oyuncak bebeğin ve az evvel babasını görmüş olmanın getirdiği mutlulukla hafiften gülümseme yayılmıştı. Bebeğine sarılıp uyuyacak ve uyandığında ona bir isim koyacaktı.
Ansızın büyük bir parlama oldu. Sonra ses duymaya vakit bulamadan dünya alevlere boğuldu. Peşi sıra gelen şiddetli basıncın etkisiyle her şey soldu.
Dünyayı yakan alevlerin ve kulakları sağır eden patlamanın içinde kimselerin duyamadığı minicik bir inilti yayıldı. Nidal, beyaz ve pembe çiçeklerle süslü yeşil elbisesiyle yemyeşil çayırlardaki çocuklara doğru koştu. Arkadaşları oradaydı. Hepsinin kıyafetleri tertemizdi ve yüzleri gülümsüyordu. Onu gören arkadaşları sevinçle el çırptılar ve Nidal her şeyi unutup onların oyunlarına karıştı...