Otostopçu, şehir ve aidiyete dair

Şimdi beni dedemin hiç solumadığı, boyalı pantolonlarıyla sokaklarında hiç yürümediği, koyu muhabbetlerine bol köpüklü kahveler katık etmediği bir şehre koysanız, hiçbir dostuna denk gelmesem ne kadar oralı olurum ki?

BİRKAÇ dostu görmeye gidecektim. “Ne götürsem gönülleri hoş olur?” diye düşünürken aklıma cevizli ekmek geldi…

Bizim burada Boğazova yaylası vardır. Sıra sıra köylerden, meyve bahçelerinden, ormanlıklar içinden dar virajlar geçe geçe varırsın. Yaz sıcağı başladı mıydı, başını sokacak bir kulübesi olan tası tarağı toplar, çıkar Boğazova’ya. Orası serindir. Havasına sanayi dumanı karışmaz. Suyu dağ suyudur. İklimi benzer diye ahalinin Karadenizlisi pek çoktur. Mısır, karalahana, sırık fasulye, bir de dağ çileği yetiştirirler. Herkesin bahçesinde illâ yıldız çiçeği ekilidir. Her yaz o derme çatma kulübelere de, dağ manzaralı lüks villalara da bir yenisi eklenir. Anlayacağınız, inşaat işi hiç bitmez.

E “Karadenizli” dedin miydi, inşaatçıyla fırıncı gırla! Uzun lâfın kısası, Boğazova’ya çıkmadan evvel İsaören köyünde cevizli ekmek almak için durulur…

Bense o gün, sadece ekmek alıp dönecektim. Fakat kader yalnız niyetlere göre çizilmez ki… Tam fırına yaklaşmak üzereyken aksakallı bir dede, arabanın yanında el edip durduruverdi beni. “Hayırdır amca?” dedim. “Boğazova’ya gideceğim” dedi.

Bulunduğumuz yerden Boğazova’ya kadarki mesafe neredeyse yarım saatti. Birkaç saliselik duraksamadan sonra, “Buyurun” deyiverdim. Oysa yaylaya çıkmak epey işti. Yolun kenarı hem uçurum, hem de kereste tırlarının sık sık geçtiği bir güzergâhtı. Ama o gün yaşlı amca sanki bana daha bir cesaret verdi. Bastonunu dizlerinin arasına alıp ön koltuğa kuruldu.

“Boğazova’da mı yaşıyorsunuz?” diye sordum. Amca arkasına yaslandı ve eskilerden kalma İstanbul ağzıyla, “Efendim” dedi, “Bütün yazı orada geçirmekteyim. Yalnız bugün oğlanların dükkânları teftiş edeyim dedim”. Eskilerin muhaciri çoktur, hepsi birbirini tanır. Amca adını sanını söyleyince, “Belki dedemi tanırsınız” dedim, “Boyacı Fahrettin... Yoğurt pazarında dükkânı vardı”. “Ah kızım! Az evvel Dişçi Halil ile rahmetli dedenden bahsettik, ya!” deyip iç geçirdi. Dişçi Halil, dedemin eski dostlarındandı.

“Sizde var mı göçmenlik?” diye sordum. “Deden Boşnak, bizse Bulgaristan göçmeniyiz: Kırcalı” dedi. Kırcaali’den göçüp gelenlere “Kırcalı” derler.

“Ya...” diye devam etti, “Bir zaman buraya Aliya’nın bakanlarından birisi gelmişti. Ben onu buradaki Tuzla köyüne götürdüm. Orada bir konuşma yaptı. Ağlamayan bir tane Boşnak yoktu”. “Aliya’nın akrabaları da varmış buralarda” dedim. “Var” dedi. Neden sonra, “Bahçeden süt mısırı koparırım ben sana şimdi. Yengene de karamuk suyu hazırlatırız” dedi. “Oh amca! Bu işten biz daha kârlı çıktık” dedim.

“E rençperdik biz. Ama ben arıcılık da yaptım. Dedenin Millî Selâmet Partisi’nde ilçe başkanı olduğu zamanlar Erbakan’ın Tarım Bakanı gelmişti buraya. Yemekte, ‘Efendim ben arıcıyım, bal işinde çok fazla hile yapılıyor’ dedim. O da pek çok numûne toplattırıp tahlile gönderdi. O yılki balların yüzde altmışı hileli idi” diye devam etti. “O zaman da… Öyle mi?” diye şaşırınca, “Tabiî!” dedi. Sonrasında da tohumların kısırlaştırılmasından, Yörüklerin dahi artık koyun bakmadıklarından, yaylaya çıkan ormanlardaki keklik ve tilkilerin artık pek görünmeyişinden bahsederek yolu tamam ettik.

Melek teyze bize rengârenk yıldız çiçeklerine bakan çardakta karamuk suyu ikram etti. Bahçelerinde Hamzabey köyünden getirtip bir yere yığdıkları koyun gübreleri, eski bir çeşme, ucundan akan suyu karıklara doğru uzatıp da suladıkları sırık fasulyeler, yürüdükçe gıcır gıcır öten eski köy evi… Sanki çocukluğum bu insanlarla birlikte bu bahçede geçmişçesine tanıdıktı her şey. İletilecek selâmları bir kenara yazıp akrabaları da gördükten sonra yine yola revan oldum. Bagajımda maydanoz, karalahana, kabak, fasulye, mısır ve dağ suyu, rûhumda bu şehre karşı sımsıkı bir aidiyet ile birlikte...

Şimdi beni dedemin hiç solumadığı, boyalı pantolonlarıyla sokaklarında hiç yürümediği, koyu muhabbetlerine bol köpüklü kahveler katık etmediği bir şehre koysanız, hiçbir dostuna denk gelmesem ne kadar oralı olurum ki?

Bir şehir memleketse, kendinden evvelkiler oraya değdi diye memleket... Öbürü yalnız ikametgâh!