Osmanlı’nın ruhu hâlâ bizimle

Son dönem Osmanlı münevverleri de tekrar ayağa kalkmanın çaresi olarak hep gençliğe ümit bağlamış, gelecek nesillere yatırım yapılmasını idarecilere ilk hedef olarak önermişlerdir. Medeniyeti terakki ettirecek kaynağın “Türkistan’ın erbâb-ı şebâbı” olarak adlandırdıkları Türk gençliği olduğunu savunmuşlardır. Çünkü gençlik milletin geleceğidir; ondaki terakki ne kadar büyük ise, değerlerin yaşama ümidi de o kadar kuvvetli olacaktır.

OSMANLI Devleti siyâsî tarihinin resmî başlangıcı her ne kadar netlik kazanmış değilse de genel kabul gören tarih 1299 yılıdır. Kuruluş gününün “27 Ocak” kabul edilmesi ise günümüzde Eskişehir’e bağlı Odunpazarı, o dönemdeki adıyla Karacahisar’da Dursun Fakih tarafından o gün Cuma hutbesinde Osman Gazi adına ilk hutbenin okutulmuş olduğu rivayetine dayandırılmaktadır.

Biz de bu münasebetle hâlet-i ruhiyemizin tezahürü olarak yazımızı kanıtlara boğulmuş, kronolojiye sıkıştırılmış kuru bir tarih anlatısından ziyade bu cihanşümul medeniyeti “Osmanlı ne idi?” sorusu ekseninde düşünsel bir kurguyla yazmaya gayret ettik.

Yahya Kemal’in ifadesiyle, “kökü mazide olan âti” olabilmenin olmazsa olmazı, tarihin bize ne anlatmak istediğini kavramaya çalışmak ve ondan ders çıkarabilmektir. Biz maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız mazidedir. Manevî kanımızda yani ruhumuzdaki her şeyin kaynağı oradır, ceddimizdir. Dolayısıyla, ceddinin tarihini bilmek, bir milletin yaşama inancının şartı, hatta kanunudur.

Pek çok devletin toplumsal öğretilerinde geçmişin geleceği inşâ etmede vazgeçilmez bir tecrübe sağladığına dair ufuk gösterici sözlerin varlığı, tarihin peşimizi hiç bırakmadığının kabulüdür. Çin atasözünde anlamını bulmuş olan “En uzağa giden ok, en geriye çekilmiş yaydan çıkar” ifadesi tarihin bir süreklilik içinde ve Winston Churchill’in “Ne kadar geriye bakarsanız, o kadar ileriyi görürsünüz” sözü de günümüzü eğitmeye devam eden tecrübeli bir muallim olduğunu gösterir.

Tarihin sürekliliği çizgisinde kadim ceddimiz de ilk devletinden günümüze kadar ürettiği askerî, siyâsî ve iktisadî sistemlerle insanlık tarihine çığır açan katkılar yapmıştır. Osmanlı Devleti, ceddimizin sahip olduğu devlet kurma tecrübesinin en değerli ürünlerinin başında yer alır. Altı asrı aşan siyasal hayatı ve günümüzü şekillendirmeye devam eden toplumsal yapısıyla bu devlet, asırlarca tarihi yazılsa yine de bitirilemeyecek bir kültürel kaynaktır.

Devlet-i Aliyye ruhu

Devletin kendini adlandırma biçimi olan “Devlet-i Aliyye”, Batılılar tarafından “Türk İmparatorluğu” şeklinde ifade edilmiş, Cumhuriyet devri tarih yazıcılığında ise “Osmanlı Devleti” şeklinde adlandırılmıştır.

Adeta bir diller ve dinler manzumesi olan bu büyük medeniyet, bazı tarihçiler tarafından sosyolojik bir yaklaşımla “Son ve Üçüncü Roma” olarak vasıflandırılmaktadır. Pagan Roma “Birinci Roma”, Hıristiyan Roma ise “İkinci Roma” olarak görülürken, Osmanlı, coğrafî ve etnik hâkimiyet alanının benzerliğinin yanı sıra, daha ziyade çok milletli idarî yapısını istikrar ve müsamaha dairesinde asırlarca sürdürmüş olmasıyla “Müslüman Roma” benzetmesiyle anılmaktadır.

Osmanlı Devleti, Türkmenler tarafından kurulmuş bir Türk imparatorluğudur. İdeolojisi İslâm inancı olan devletin Türk kültürüne dayanan toplumsal yapısında idare dili ve ordu dili hep Türkçe olmuştur. Anadolu’nun batısından inkişaf ederek Orta Avrupa sınırından Ortadoğu’ya, Kafkaslara, Kuzey Afrika’ya ve Kızıl Deniz’e kadar milyonlarca kilometre coğrafyaya hâkim olmuş, yirmiden fazla milleti kendi yaşam sistemlerine müdahale etmeden barış ortamında asırlarca yaşatabilmiş, günümüzde otuzdan fazla devletin yer aldığı uçsuz bucaksız bir zemini istikrar içerisinde idare edebilmiş olan Osmanlı sistemi, tarihin en orijinal organizasyonlarından biri kabul edilmektedir.

Özellikle on altıncı asırda dünya siyasetine yön veren Osmanlı medeniyeti, günümüz dünyasının siyasal ve dinî yapısının şekillenmesinde belirleyici olmuştur. Erken dönemde güçlü bir düzenli ordu kurması, teşkilatlanma becerisi, düzenli toprak ve vergi sistemiyle Avrupa’ya karşı siyasal üstünlük kurmuş olan Osmanlı Devleti, on yedinci yüzyıl sonlarına kadar en modern dünya düzeniydi.

Osmanlı’nın şahsına münhasır toplumsal ve idarî yapısı, etnik ve dinî grupların kompartımanlar şeklinde örgütlendiği “millet teşkilatı” olarak kavramsallaştırılmıştır. Bu sistemin temeli zimmî hukuka dayanmaktadır. İlk tecrübeleri İslâm tarihinin başlangıcına kadar giden bu sistemde her bir dinî sınıf “millet” olarak tanımlanıyordu. Burada kastedilen Arapça kökenli “millet” kavramı, günümüzdeki Moğolcadan Türkçeye geçmiş olan “ulus” kavramının karşılığı olmayıp, “bir dine inanan topluluğu” tarif etmekteydi. Devlet, bu sistem içerisinde her milletin/cemaatin kendi inanç dairesinde hür bir şekilde yaşaması için gereken bütün dinî ve iktisadî imkânları sağlamakla mükellefti.

Zimmeti altında barış içerisinde yaşatmayı vaat ettiği zimmî/gayrimüslim toplumunu hukuk nezdinde Müslüman toplumdan asla ayırt etmeyen Osmanlı idaresinde tesamuh anlayışı ön plândaydı. Fatih Sultan Mehmed’e, İkinci Mahmud’a ve Sultan Abdülaziz’e atfedilen “Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede, Yahudileri havrada görmek isterim” anlayışı devletin adalet ve insan hakları noktasındaki düşüncesinin asırlar boyunca aynı kaldığının tezahürüdür.

Osmanlı hukuk sistemi, önceki devletler de dâhil olmak üzere, İslâm dünyasında en kurumsal ve tekâmül etmiş olanıdır. Osmanlı’nın Batılılar tarafından da kabul ve teyit edilen adalet ve hoşgörü anlayışı, toplumsal düzeninin temel taşı olmuştur. Bu konuda gösterilebilecek yüzlerce örnek içerisinde en çarpıcı olanların başında, İstanbul’un Fethi esnasında yaşanmış olanı gösterilebilir.

Sultan İkinci Mehmed (Fatih) kumandasındaki Osmanlı Ordusunun şehri kuşattığı esnada çaresizce çırpınan Bizans idarecileri, kumandanları ve ahalisi adeta bir kurtarıcı beklemekteydi. Bazı devlet adamları kiliselerin birleştirilmesini ve Katolik dünyasından yardım talep edilmesinin kaçınılmaz olduğunu savunurken, Bizans’ın şöhretli kumandanlarından Grandük Lucas Notaras, Katolik devletlerden yardım istenmesini talep eden idarecilere hitaben, Bizans’ta “Katoliklerin Kardinal külâhını görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim” sözüyle şehrin Katolik idaresine girmesine ve Katolik-Ortodoks ittifakına karşı radikal bir ret cevabı vermiştir. Elbette kumandanın bu tutumu, İstanbul’un Fethi’nden evvel Rumeli’nin Fethi’nde Osmanlı’nın sergilemiş olduğu dillere destan adalet ve müsamahanın sadece Hıristiyan ahali arasında değil, Ortodoks dünyanın merkezi olan Bizans idaresi nezdinde de müşfik bir sîne olduğunun kabulüydü.

Osmanlı hoşgörüsünün ana manzarası, bütün unsurlarına inanç özgürlüğü sağlamasıydı. Osmanlı idaresi, fethettiği gayrimüslim coğrafyalarda yaşayan bütün milletleri inancında, ibadetinde ve ticarî faaliyetlerinde serbest bırakmış, feodal sistemin aksine onları mülkiyet sahibi hür bireyler olarak toplumsal sisteme dâhil etmiştir.

Sultan İkinci Mehmed’in (Fatih) Bosna’yı fethetmesi üzerine 28 Mayıs 1463’te yayımladığı fermandaki ‘‘Yeri göğü yaradan Allah adına, Ulu Peygamber adına, Kur’ân adına ve taşıdığım kılıç üzerine yemin ederim ki, Hıristiyanlar dinlerinde serbest olacaklar, yaşadıkları yerlere ve kiliselerine kimse mâni olmayacak, hiç kimse canlarına, mallarına ve kiliselerine taarruz etmeyecektir” vaadiyle Osmanlı müsamaha anlayışının eşsiz bir örneğini sunmuştur. Bu ferman Batı’da insan hakları düşüncesinin gelişimi açısından öncü bir belge olarak değerlendirildiğinden, İslâm hoşgörüsünün sembolü olarak bir kilisede muhafaza edilmektedir. Hakikaten bu gelişme, çağının ilerisinde bir devlet davranışı olarak, milletler manzumesi olan toplumsal düzeni Osmanlı idarecilerinin hangi şartlar dâhilinde asırlarca idame ettirebildiğinin ipucudur.

Muhtelif din ve etnik kökenden müteşekkil yirmiden fazla unsuru ötekileştirmeden kucaklayan bu anlayış, Batı’nın insan haklarının zirvesi saydığı Fransız İhtilâli’nden asırlarca evvel Türk-İslâm anlayışında hazmedilebilmiş bir toplumsal model idi.

“Osmanlı Medeniyeti”

Osmanlı Medeniyeti, altı buçuk asra yaklaşan siyasal ömrü içerisinde medeniyet sahasında elde ettiği birikimle hem günümüz Türk toplumunun birlikte yaşam kodlarına temel teşkil etmiş, hem de askerî, kültürel ve iktisadî sahalarda dünya mirasında önemli izler bırakmıştır. Bunlar arasında vakıf sistemi, lonca teşkilatı, kefalet sistemi gibi unsurlar ilk akla gelenlerdir.

Osmanlı toplumsal düzeni içerisinde devlet, yetimlere, fakirlere, kimsesizlere ve felâketzedelere müşfik bir tutum sergileyerek merhamet ve şefkat hasletini kurumsal bir yapıya kanalize etmeyi görev bilmiştir. Dilenciler için bile bir nizamname çıkararak kimin bu kapsamda değerlendirilebileceği, kimin nerede ve hangi şartlarda bu fiili yapabileceğini dahi bir düzen içerisinde yapmıştır. Dârülaceze, Dârüşşafaka, ıslahhaneler gibi çok sayıda kurum aracılığıyla özellikle toplumdaki “dezavantajlı” grupların himayesi noktasında modern dönem sosyal devlet anlayışına model olabilecek bir toplumsal düzen teşkil etmiştir. Serseriler ve suç işlemeye yatkın insanlar hakkında yapılan hukukî düzenlemelerle bunlar önceden tespit edilerek toplumsal düzene zarar verebilecek şartların önlenmesi gibi en ince asayiş konularına hassasiyet gösterilmiştir.

Osmanlı’da toplumsal düzenin devamı noktasında başvurulan tedbirlerden biri de kefalet sistemi olmuştur. Şahsa kefalet ve mala kefalet olmak üzere ayırt edilen bu uygulama ile sosyal yaşamdan ticarî yaşama kadar herkes birbirine kefil kılınıp birbirinden sorumlu tutularak otomatik bir toplumsal otokontrol mekanizması teşkil edilmiştir.

İktisadî hayat da yine toplumsal hayatla iç içe ve ondan kopuk olmayan bir anlayış çerçevesinde “Lonca Sistemi” şeklinde teşkilatlanmıştır. Osmanlı toplumunda yaşam biçimi hâline gelmiş olan bu anlayış, toplumsal asayişin temini noktasında temel belirleyicilerden biri olmuştur. İslâm tarihinin ilk dönemindeki fütüvvet anlayışında ve Selçuklu dönemindeki Ahilik anlayışında olduğu gibi Osmanlı’daki Lonca Sistemi’nde de toplumu haksızlıklara karşı muhafaza amacıyla sürekli olarak kalite ve fiyat kontrolüne dayanan bir mekanizma kullanılmıştır.

Osmanlı sosyal hayatını koordine eden temel unsurlardan biri de vakıflar olmuştur. İslâm devlet düzeninde bu hizmetler siyâsî otoriteye bırakılmamış, “hayrat” denilen bu kurumlar doğrudan doğruya Allah’ın gözetiminde ebedî bir müessese olarak telakki edilmiştir. “Osmanlı esasen bir vakıf medeniyetiydi”. Devletin kendisi adeta en büyük vakıf idi. Devletin ilk dönemlerinden itibaren toplumsal refahı sağlama noktasında devletin ve gönüllü hayır sahiplerinin ağırlığı eşgüdümlü olarak artarak zamanla kamu ve özel ayrımı ortadan kalkmış, on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar adeta bir vakıf medeniyeti yaşanmıştır.

Sultan İkinci Mehmed (Fatih), İstanbul’u fethettikten kısa süre sonra hemen şehrin imar ve ıslahını ele almıştır. Devlet adamlarına verdiği emirle vakıflar kurmalarına ve her biri şehrin farklı bölgelerinde olmak üzere cami, medrese ve mektepten oluşan imaretler yaptırmalarına önayak olmuştur. Bu sayede kurulan Mahmud Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Murat Paşa, Davut Paşa Külliyeleri etrafında mahalleler meydana gelmiş, Padişah’ın kendisi de Fatih Camiî Külliyesini inşâ ettirerek toplumun hizmetine sunmuştur.

Osmanlı Medeniyeti’nde vakıflar merkezden taşraya kadar imparatorluğun ücra köşelerinde dahi yaygın bir şekilde sosyal yardım işlevini on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar hakkıyla icra etmiştir. Toplumsal ihtiyaçları karşılama noktasında temel hizmet sunan meşhur vakıfların dışında, hayâl sınırlarımızı zorlayan bir gönüllü hizmet ağı mevcuttu. Deniz kazazedelerine yardım eden vakıftan yaz günlerinde sebillere kar koyan vakfa, kitapları tamir eden vakıftan muallimlere tütünü bıraktırmaya çalışan vakfa, akarsu kenarlarına söğüt diken vakıftan duvar yazılarını silen vakfa kadar daha binlerce ilginç hayır kurumu…

İslâm Medeniyeti’nin Orta Çağ’da tıp, astronomi, matematik, felsefe gibi temel alanlarda Batı Medeniyeti’ni derinden etkilediği Hıristiyan dünyasında da kabul edilen bir gerçektir. Bazı Batılı uzmanlar İslâm’ın vakıf kurumunun da Batı’daki korporasyon/kooperatif kurumlarına model teşkil ettiğini kabul etmektedirler. İngiltere’de şahısların hisse yatırarak ortak bir ticarî oluşum, bir korporasyon kurmalarına örnek teşkil eden ilk fikrin Osmanlı vakıf sisteminden alınan ilham olduğu ifade edilmiştir. “Şirket” olarak kabul edilebilecek olan bu yapı, Avrupa’da kapitalist sistemin temel taşı olmuştur. Yani aslında vakıf sistemi, bugünkü dünya iktisadî yapısını büyük oranda yönlendiren sistemin fikir plânındaki ilhamı olmuştur denilebilir.

Peki, hem asırlar boyunca bir milletler manzumesini idarî ve kültürel olarak bir arada tutabilmiş, hem de askerî, ticarî ve kültürel münasebet içerisinde bulunduğu Batı Medeniyeti’ne örnek olmuş bu muazzam yapı nasıl yozlaşmış, bozulma ne vakit başlamış ve neden kaçınılmaz olmuştu? Bugün iç çekerek “Bir zamanlar ne idik!” hayıflanması ile altı asırlık yaşanmışlığı nostalji olarak yâd etme noktasına nasıl gelinmiştir?

 

Yozlaşma nasıl gerçekleşti?

Osmanlı’da yozlaşmanın on yedinci asırdan itibaren fark edildiği malûmdur. Elbette bunun sayısız nedenini dünya tarihinden kopuk bir şekilde, sadece Osmanlı’nın kendinden kaynaklı bir durum olarak açıklamak mümkün değildir. Avrupalıların yeni coğrafyaları keşfederek o coğrafyaların maddî unsurlarını kendi kıtalarına taşımaya başlamalarıyla ortaya çıkan emperyalizm kaynaklı iktisadî şartlar, Osmanlı’nın Avrupa karşısındaki maddî üstünlüğünün değer kaybına uğramaya başladığı ilk kırılma olmuştur.

Neticede Avrupa ve Osmanlı iktisadî sistemleri arasındaki itme Avrupa lehine değişmeye başlamış, bu durum Osmanlı iktisat sisteminde, doğal olarak da iktisadî yapıya bağlı olan askerî ve toplumsal sisteminde yozlaşmayı tetiklemiştir. Devlet, ilk başta Kanunî devrini model alarak kurumların ıslah edilmesinin gereğine inanmıştır. Ancak her ne kadar Kanunî dönemi Osmanlı Medeniyeti için yerli ve millî bir referans noktası olsa da bu düşünce neticede bir geriye gidiş idi. Oysa zaman hep ileriye, âtiye akıyordu. Avrupa’nın yükselen iktisadî şartları, onları Osmanlı’nın önüne geçirmişti.

Osmanlı ise “Kanun-ı Kadim”e dönmeyi hedefliyordu. Hem Osmanlı geri kaldığını nasıl tespit edecekti, bunu ne ile ölçebilirdi? Hızımızın yavaş olduğunu aynı istikamete ilerleyen biri yanımızdan geçtiğinde anlayabiliriz. Boyumuzun kısa olduğunu kendimizden uzun biri ile karşılaştığımızda idrak edebiliriz.

On yedinci yüzyıl sonlarına gelindiğinde, bir zamanlar Rumeli’de “çil çil kubbeler serpen ordu” artık mağlûbiyet acısını tecrübe ediyordu. “Cömert Nil, yeşil Tuna” artık uzaklardaydı. Elbette Osmanlı açısından gerilemeyi kabul etmek kolay değildi, zira takip edilen bir medeniyetken şimdi roller değişmişti. Osmanlı’nın Avrupa’nın gerisinde kaldığını kabul edememesi vakit kaybetmesine neden olmuş, vakit kaybettikçe aradaki mesafe açılmıştır. Zamanın ileriye akma geleneği hiç bozulmamış, “Kanun-ı Kadim”e bir türlü dönülememiştir.

On dokuzuncu asrın ortasında, Tanzimat Fermanı’nda yer alan ifadeler, yaklaşık yüz elli yıldır devam eden gerilemeyi kabul etmekle birlikte, bu kadar süredir devam eden ıslah çalışmalarının da derde deva olmadığının ikrarı idi.

Neticede, tarihin bir ilkesi olan “Bütün devletler insanlar gibidir; doğar, yaşar ve ölürler” düsturunda ifade edilen hakikat tecelli etmiş, Osmanlı Devleti’nin siyasal varlığı yirminci asrın başlarında sona ermiştir. Onun bütün kültürel bakiyesi günümüz toplumuna, siyasal mirası ise Türkiye Cumhuriyeti’ne tevarüs etmiştir. Ancak son asrımızdaki tarih öğretim metodumuzda maalesef tarihin sürekliliği ilkesine ters düşen bazı anlayışlar gelişmiştir. Tarihî gelişmeler bir zincirin halkaları gibi evvelki ve sonrakinin birbiriyle organik münasebetinden ibaretken, bazı çevrelerin anakronik bir yaklaşımla Osmanlı tarihini yok hükmünde gördüğü vakıadır. “Tarihi bilmemekten dolayı tarihi reddetme vardır”.

Reddetmek öyle sadece kelimeler ve duygularla ifade edilebilecek iradî bir tercih değildir. Cumhuriyet’i kuranlar Osmanlı devlet adamları olduğuna göre, redd-i miras düşüncesi, tarihin bir zincir olduğu hakikatiyle tezat teşkil ettiği gibi, bu karşıtlık hiçbir somut kaynağa ve bilgiye de dayanmamaktadır. Osmanlı’dan günümüze kurumlardaki süreklilik dikkate alındığında, parlamento geleneğinin, yargıtayın, danıştayın, sayıştayın ve daha çok sayıda kurumun geçmişe dayanan köklü birer devlet mekanizması olduğuyla övünürken Osmanlı tarihini yok saymak nasıl olacak? Gözünü ilim güneşine kapatmakla sadece kendilerine gece yaptıklarını fark etmeyenlerin kulakları çınlasın!

Kabul edilsin ya da edilmesin, sevilsin ya da sevilmesin, dünya uygarlık tarihinde kalıcı izler bırakmış bir Osmanlı Medeniyeti yaşamıştır. Geçmiş asırlardan çağımıza intikal etmiş güncel siyasal ve toplumsal gelişmelerin birçoğunun adeta köklü bir ağacın süreğen ışkınları gibi bir yönüyle Osmanlı’ya dayanması, Osmanlı’nın ruhunun, bir tarihçimizin ifadesiyle “Osmanlı’nın hayaleti”nin hâlâ bizimle olduğunu anlatıyor.

Peki, Osmanlı mirasından gelecek nesilleri haberdar etme ve bu şanlı mazinin tecrübesinden istifade etme noktasında nasıl bir tutum sergilenmelidir?

Kabul etmeli ki, istikbâlin sahipleri gençlerdir. Müstakbel nesillerin değerler dünyasında aidiyet şuuru, vefa duygusu, atalara saygı ve kültürel devamlılık şuurunun yer etmesine gayret etmek, ilgililerin yapacakları işler listesinin başında yer almalıdır.

Son dönem Osmanlı münevverleri de tekrar ayağa kalkmanın çaresi olarak hep gençliğe ümit bağlamış, gelecek nesillere yatırım yapılmasını idarecilere ilk hedef olarak önermişlerdir. Medeniyeti terakki ettirecek kaynağın “Türkistan’ın erbâb-ı şebâbı” olarak adlandırdıkları Türk gençliği olduğunu savunmuşlardır. Çünkü gençlik milletin geleceğidir; ondaki terakki ne kadar büyük ise, değerlerin yaşama ümidi de o kadar kuvvetli olacaktır.  

“Varsın Avrupa bizi mezarda addetsin, hâlbuki o daha rahm-i maderdedir” diyen Ali Suavi’nin ümitvâr karakteri, Mustafa Kemal’in, Türk gençliğinin karşılaştığı zorlukları aşmak için dayanacağı kudreti kendi damarlarındaki asil kanda bulacağı düşüncesinin ilham kaynağı olmalıdır.