
OSMANLI Devleti’nde hukuk
düzeni İslâm dinine dayandırılmıştı. Hayatın birçok alanı hem Kur’an-ı Kerim,
hem de Efendimiz’in (sav) sünnetleri üzerine dizayn edilmiş, hakka ve hukuka ehemmiyetle
riayet edilmişti. Devlet idaresinde adalete öncelik verilmiş, bu vesileyle vilayetlere,
sancak ve kazalara kadılar gönderilmişti.
Mahkemeler
adaletin birer timsali olmuş ve bu kurumlara da ayrıca şu müesseseler yardımcı
olmuştu:
Divan:
Hükümdarın veya vezir-i azamın başkanlığında toplanan bu mecliste, devletin
işleri ve halkın talepleri, şikâyetleri görüşülüp karara bağlanırdı. Adaletten
şaşan, zulmeden yöneticiler bu meclise şikâyet edilirdi.
Şer’î
mahkemeler: İslâm hukukundan oluşan dinî değerler şer’î hükümleri oluşturur ve
bu hükümler de kaynağını doğrudan Kur’an’dan alırdı. Şer’î mahkemeler de bu hükümlere
göre karar verirlerdi. Diğer adı “kadı mahkemeleri” olan bu mahkemeler Tanzimat’a
kadar Osmanlı Devleti’nin yargı örgütünü oluşturmuştu.
İhtisab
müesseseleri: Osmanlı’da birçok kamu hizmeti vakıflar eli ile yürütülmekteydi.
Bu vakıfların denetimleri de kadılarca yürütülürdü. Kentin sosyal ve ekonomik denetimleri
de kadıların elindeydi. Küçük kentlerde kadılara subaşılar yardımcı olurken,
büyük kentlerde ise muhtesipler yardımcı olurdu. Bu muhtesipler, Osmanlı’da “İhtisap
Ağası”, yani “hesap soran, hesap çekenler” anlamında kullanılmışlardı. Bunlar belediyenin
iş ve hizmetlerini yürütmüşlerdir.
İfta:
Genellikle bir meselenin şeriata uygun olup olmadığını öğrenmek için sorulan sorulara
verilen cevaplardı. Bu soruların cevapları da fetvaları oluştururdu.
Esnaf
heyetleri: Loncalar bir tür esnaf birlikleriydi. Ekonomik ve sosyal hayatın
önemli birer parçası olan bu loncaların yarı resmî yöneticilerine “kethüda”,
kethüdaların esnafla ilişkilerini kuran kişilere de “yiğitbaşı” denilirdi.
Kethüdaların ekonomik ve sosyal hayatta birtakım yetkileri vardı. Misâl, yolsuzluk
yapan esnafı cezalandırma yetkileri gibi…
Osmanlı
kanunnameleri: Osmanlı Devleti’nde suç ve cezalara ilişkin kanunlar ilk olarak
Fatih Sultan Mehmet zamanında ortaya çıkmıştı. Fatih Sultan Mehmet, önceki
kanunlara sadık kalıp kendisi de birtakım kaide ve nizamlar ortaya koymuştu.
“İstanbul’u
fetheden komutan, ne güzel komutandır!” hadisine mazhar olmuş Fatih Sultan
Mehmet, hayatı boyunca adalet terazisine ehemmiyet göstermiş ve bu ince nizamın
devlet yönetiminde de hakkını vermiştir. Şu kıssa bile bunu kanıtlar niteliktedir:
İstanbul’un fethinden sonra Fatih, bir ferman ilan
etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki âlim
filozof-papaz kimse vardı. Fatih, onlara cezalarının
sebebini sordu. Onlar da, “Biz
Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden,
yaptığı rezalet ve sefahatten dolayı kendisini ikaz ettik. Akıbetinin, kötü
yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da bu ikazımıza
kızarak bizi zindana attı” dediler.
Bu
ifadeler Fatih’in dikkatini çekti.
Ve papazlara Osmanlı
Devleti hakkındaki
düşüncelerini sordu. Onlar da bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini
ifade ettiler.
Bunun
üzerine papazlar, ellerindeki beraatla her yere girip çıktılar. Sabahın erken
saatinde bir bakkala gidip bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara, “Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan
komşumdan alın!” dedi. En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her
tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın yalnız iyilik ve ahlâkî
üstünlük sahneleyen hâllerine şahit oldular. Bir çarşıya girdiler ki, o esnada ezan
okunuyordu. Esnaf, dükkânını kilitlemeden camiye gidiyordu. Sanki herkes birbirinin
teminatı altında idi. Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu.
Kimse kul hakkıyla kıyamet günü Mevlâ’nın huzuruna çıkmak istemiyor, istisnasız
herkes Allah rızasını
düşünüyor, Allah rızası için
konuşuyor, Allah rızası için
yaşıyor, Sultan’ın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için dua ediyorlardı.
Papazlar bu hâlleri görüp şaşkına döndüler. Kaç
şehir dolaştıkları hâlde mahkemelerde ağır cezalık bir davaya rastlamadılar.
Hırsızlık, cinayet, ırza tecavüz, dolandırıcılık -âdeta- meçhuldü. Bir muhakeme
onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar.
Kadı
efendiye bir davacı ve davalı gelmişti. Davacı şöyle bir mesele arz etti: “Efendim,
bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift
sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp tarlasını satın
aldığım bu kardeşime götürdüm. O da, ‘Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım’
deyip kabul etmedi. Hâlbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse
satmazdı.”
Kadı
efendi öbür kişiye söz verdi. O da, “Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi oldu.
Fakat ben ona tarlayı satınca altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim.
Nasıl üstündeki mahsulden bir hakkım yoksa, altındakinde de öyledir” dedi.
Papazların
hayretle temaşa ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hâdise idi,
İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabiî bir hâldi.
Kadı,
bu iki gerçek Müslüman insan arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin
salih bir oğlu, diğerinin de saliha bir kızı olduğunu öğrenince ikisine aracı
oldu. Tarafeynin rızası ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O bir küp altını
da onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı. Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adaleti
sergileniyordu.
Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava
kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere, “Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi
bu gece misafir eder misiniz? Çaresisiz!” dediler. Talebeler
düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra araya
bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu
ettiler. Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da
olan hâdiseyi şöyle anlattılar: “Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri
odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyor,
birbirlerine dehşetle, ‘Rabbimiz bizleri cehennem azabından korusun,
bizleri ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!’ diyorlardı.
Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile!”
Bu
misâl, Osmanlı
Devleti’nde iffet ve
namusların teminat altında olduğunu sergilemektedir. Böyle misâller çoktur.
Meselâ Fatih’in Bosna fethinden sonra
çıkarttığı bir fermanında,
“Sakın ola Sırp kızları
su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmaya!” demesi de imparatorluktaki
iffet ve namus teminatının diğer bir tezahürüdür. Fatih bu fermanı ile hem
askerlerini, hem de teminatı altındaki Hıristiyan tebaanın kızlarının iffetini
muhafaza etmiş oluyordu.
Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifeli papazlar,
Hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Fener semtine doğru gezintiye
çıktılar. Hıristiyanlar bile onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana
kıyasen değişmiş, sokaklardaki pislik dahi azalmıştı. Artık kimse kimseye
zulmetmeye cesaret edemiyordu. Nasıl başka türlü olabilirdi ki? Hıristiyanların
gözü önünde Kadı
Hızır Bey, Padişah’a bile
ceza vermekten çekinmemişti. Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi
gibi içip içip sokaklarda nara atarak sarhoş olamıyordu. Fakir Hıristiyan
ailelere bile ev dağıtılmıştı.
Papazlar bu uzun tetkik ve teftişten sonra izin alıp Fatih’in huzuruna çıktılar. Müşahedelerini bir bir arz edip, “Bu millet ve devlet böyle giderse kıyamete kadar devam eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dini, elbette Hak Dinidir” dediler ve Kelime-i Şahadet getirip Müslüman oldular.