
BU yazımızda,
Osmanlı Devleti’nin yapılan bir gizli anlaşma dâhilinde Almanya’nın yanında
Birinci Dünya Savaşı’na girmek üzere seferberlik ilân etmesini ve diğer
gelişmeleri ele alacağız…
Savaşa
girmek üzere seferberlik ilân edilmesi
Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914’te seferberlik ilân
etti. Ordunun bir plân dâhilinde bu savaşa sokulacağı, bir plânın parçası
haline getirileceği daha o günlerden belli olmuştu.
Seferberlik genel olduğu için, 38-45 yaş arası dışında
kalan 18 yıllık dönem toptan silahaltına çağrılmıştı. Redif Teşkilâtı
lağvedilmiş olduğundan, silahaltına gelecek askerler hep çekirdek hâlinde
bulunan Nizamiye birliklerini takviye edeceklerdi.
Silahaltına çağrılan 18 yıllık dönemdekiler, suçlu duruma
düşmemek için derhâl askerlik şubelerine koştular. Askerlik şubeleri şaşkına
döndü. Kadroları dar, kayıtları yanlış ve eksik olduğu, üstelik celp ve sevk
pusulaları da hazır olmadığı için askerlik şubelerinin önü ikmâl askerleriyle
doldu. Bunların birçoğu günlerce sokaklarda, cami avlularında yattı, işlerinin
görülmemesi yüzünden perişan oldular.
Sızlanma ve şikâyetler arttı, bazı askerler evlerine
dönmek zorunda kaldılar.
Yemen’deki 7’nci Kolordu ile 21’inci Asir Fırkası ve
22’nci Hicaz Fırkası’nda askerlik yapanlar seferberlikten çağrı dışı
tutuldular.
22 Ekim 1914 günü Harbiye
Nâzırı Enver Paşa’nın Osmanlı Donanması Birinci Komutanlığı’na getirilmiş olan
Alman Amiral Schonuan’a “çok gizli” işaretli, kapalı bir zarf içinde gönderdiği
emir şuydu: “Türk Donanması Karadeniz’de
bahri hâkimiyeti temin edecektir. Rus donanmasını arayınız ve onu nerede
bulursanız ilân-ı harbsiz hücûm ediniz!”
Bu gizli emrin ardından
Amiral Schonuan komutasındaki Osmanlı Donanması, Rus limanlarını bombardıman
etmiştir.
Hâlbuki dönemin Sadrazamı
Sait Halim Paşa, savaştan yana değildi. Paşa, etrafındaki maceracılara, “Turan ve Mısır fütuhatı (fetihleri),
Trablus, Tunus, Cezayir vesaire gibi emelleri rica ederim bırakalım. Hudutlarımızı
muhafaza edelim, bu sûretle tarafsız kalırız” diyordu.
Osmanlı Donanması’nın Rus
limanlarını bombardıman etmesi, harbi artık emrivaki hâline getirmişti. Sadrazam Sait Halim Paşa, bu gelişme üzerine istifasını verdi. İtilâf Devletleri sefirleri ise
mevcût Alman Askerî Heyeti’nin ve bütün subayları ile birlikte Goeben’in derhâl
hudut hâricine çıkarılmasını istiyorlardı.
Dönemin Meclis-i Mebusan Reisi
Halil Menteşe’ye göre, bu şartları
yerine getirebilmek Hükûmet’in kudret ve iktidarı dâhilinde değildi (Menteşe, 1986:51).
Pomiankowski, Osmanlı Devleti’nin savaşa hangi
şartlarda girdiğini şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’nin
nüfusu 26 milyonu buluyordu. 1913’ten itibaren 20 milyon insandan ancak ortada
9 ilâ 10 milyon kadar kalmıştı. Jön Türk komitesinin bu şartlara rağmen, savaş
hazırlıkları bitmeden aceleyle halkın büyük bir kısmının da istemediği yeni bir
savaşa karar vermesi, her şeyden önce Alman Büyükelçisi Baron Wangenheim’in
çabası ve acemi, mağrur ve bilgiden mahrum olan Enver, Talât ve Cemal gibi söz
sahibi kişilerin etkisiyle olmuştur. Onlar, Almanya’nın askerî gücüne ve nihâî
zaferine körü körüne inanarak hem Türkiye’nin, hem de kendilerinin emniyetini
bu devletle kurulan ittifakta görüyorlardı.” (Pomiankowski, 1997:83)
Alman ve Avusturyalıların gerçek
yüzü
Osmanlı Devleti’ni petrol
ve savaş plânlarının bir taşeronu olarak kullanan Almanların Türkler ile
irtibatı duygusal değil, fizikî bir yakınlıktan ibarettir. Dönemin çeşitli şâhitleri
bu anlamda ayrıntıları hatıra ve kayıtlarında paylaşmaktadırlar. Münevver
Ayaşlı, Kudüs İngilizlerin eline geçtiği gün, dostumuz (!) Avusturya tarafında
yaşananları şöyle anlatır: “Müttefikimiz
olan Katolik Avusturya, Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesi münasebetiyle
şenlik yapıyor, mumlar yakıyor, Viyana’da şenlik çanları çalınıyordu.” (Ayaşlı,
2003:54)
O günlerde Almanya fırsat
buldukça âdeta düşmanımız gibi davranmaya devam ediyordu. Cemil Filmer’in
naklettiğine göre, Kudüs’te büyük bir karışıklık vardı. Kentin düşmesi an
meselesiydi ve kent tahliye edilmekteydi. Alman konvoyları yolu doldurmuştu.
Ancak ne bir yaralı, ne bir asker alıyorlardı. Düşmanca bir tutum sayılacak
derecede sadece kendilerini düşünüyorlardı. Kamyonların üzerinde kuş kafesleri,
yiyecek ve türlü eşyalar gidiyordu da yaralıları almıyorlardı (Koçak, 2012:127).
Müttefikimiz (!)
Avusturya, bizimle birlikte savaşıyor ancak karşı tarafta savaşan din kardeşini
korumak için elinden gelen her türlü çabayı göstermeye devam ediyordu. Çanakkale
Cephesi’nde savaşan İngiliz rahip, Avusturyalı düşmanın (!) kendilerine yaptığı
jeste hatıralarında değinmeden geçemez:
“27 Mayıs sabahı saat 06:30’da
çadır kapısından dışarı baktığımda, bir ikaz anonsu duydum. Hemen ardından harp
gemisinin bulunduğu tarafta büyük bir patlama oldu. Yükselen dalgalar geminin
boyunu aşmıştı ve buna denizaltından fırlatılan bir torpilin sebep olduğunu
anladım.
(…) Tüm bunlara sebebiyet
verenin bir Avusturya denizaltısı olduğu anlaşıldı. Kaptan, olması gereken
mevzide bekleyip gemiyi gece 02:00’da de bombalayabileceğini ama ‘mürettebat kaçma
fırsatı bulsun diye’ sabah 06:30’a kadar gün boyunca beklediğini söylemişti. Kaptan
hakikaten çok düşünceli biriymiş. Ne olursa olsun, bu hareketi cesaret ister;
yaz gecesinin karanlığına rağmen, bir hücûm tehlikesini de göze alarak sabaha
kadar beklemesi takdire şayan bir davranıştı.” (Ewing, 2012:70-71)
Hâl böyleyken, sınırlı
kaynaklarımız dahi Alman Ordusuna gidiyordu. Dönemin şâhitlerinin anlattıkları
çarpıcıdır. Rus Çarlığı ordularının işgal ettiği doğu illerimizden bütün
Anadolu’ya olduğu gibi Yozgat’a da perişan, yersiz yurtsuz, yiyeceksiz ve hattâ
giyeceksiz, ihtiyar, kadın-erkek, çoluk çocuk, soluk benizli bir sürü göçmen
gelmişti. Yozgat’taki “Muhacirîn İdaresi” bunların derdine devâ olamıyordu.
Zaten nasıl olacaktı? Üretilen buğdaylar, çuval çuval, müttefikimiz Almanya’ya
gönderiliyordu (Velidedeoğlu, 1977:81).
Osmanlı Ordusu’nun savaş
gücü
Osmanlı Ordusu, 1911
yılından beri zaten savaş hâlindeydi. Ordu, 1912 yılındaki Balkan Savaşı’nda
zaten tüm kadrolarıyla perişan olmuştu. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’na
gelindiğinde Osmanlı Ordusu’nun savaşacak gücü kalmamıştı ve bu acıklı durum,
ordunun en üst seviye şahısları tarafından sağda solda ifade edilmekteydi.
Hüseyin Kâzım Kadri, bu
çarpıcı gerçeği şöyle anlatır: “Orduyu
harbe hazırlamakla vazîfeli olan mühim bir şahıs, Galata Köprüsü üzerinde
karşılaştıklarında şu cümleyle ifade etmişti: ‘Bu ordu harb edemez!’”
(Kadri, 1992:49)
Kadri, anlatmaya şöyle devam ediyor: “Suriye’de Dördüncü Ordu’nun en önemli
mevkiinde bulunan bir kimseye, bu savaşı kimlerin istediklerini sormuştum. ‘Bu
savaşı isteyen yalnız üç kimse idi!’ dedi. ‘Bir dördüncü taraftar yok mu idi?’
sualine de, ‘Eğer bir dördüncü adam tartışmaya katılmış olsaydı hükûmet bu
savaşa girmezdi’ cevabını verdi.” (Kadri, 1992:192)
Kabînede Mâliye Nâzırlığı yapmış olan Cavid Bey, Tanin
Gazetesi’nde neşredilen hatıralarında, “o tarihlerde bir buçuk milyon askere
mukabil, Memâlik-i Osmanî’nin müdafaası için elde sadece 72 bin tüfek
bulunduğunu ve memleketin hiçbir köşesinde, topraklarımızı müdafaa edebilecek
kuvvetin kalmamış olduğunu” yazmıştı (Biren, 2006:141).
Hâl böyleyken, Osmanlı Ordusu’nun hâli, yoklukların
zirvesine çıkmış bir manzara arz ediyordu.
Dönem subaylarından Binbaşı Ziya Yergök, Doğu Cephesi’nin
durumunu şöyle anlatıyor: “Komutanımız
Hasan İzzet Paşa iki işe çok önem verirdi: Boş hayvanlara erlerin binmesini
yasaklayarak atların yedekte taşınmasını isterdi. Böyle yapmayan erleri
azarladığı gibi, hayvanların ait olduğu alay komutanlarına da ceza verirdi. ‘Ordunun
eli ayağı olan bu hayvanlara erlerden daha iyi bakmak lâzımdır’ derdi.”
(Yergök-Önal, 2006:26)
Osmanlı Ordusu’nun yeterli miktarda nakliye hayvanı
olmadığı için halktan zorla topluyor yahut devlet gücüyle halkın atına, öküzüne
el koyuluyordu. Binbaşı Ziya Yergök, anlatmaya devam ediyor:
“Taşıma
vâsıtalarını vilâyetin İdare Meclisi ile belediye azâları ve askerden de bizim
matematik hocamız Cezir Mevlüt Bey’den oluşan komisyon tespit ediyordu.
Bu
komisyon sabahleyin saat onda Erzurum Hükûmet Konağı önünde toplanır, polis ve
jandarma çarşı pazardan, hanlardan yakaladıkları at, katır, öküz ve manda
arabalarını bunlara getirtir, değer biçtirirdi. Mallarına değer biçilen
kişilerin ellerine komisyon tarafından birer mazbata verilirdi. Mal sahipleri
Mâliye’ye mazbataları ile başvurup paralarını istedikleri zaman, kendilerine
ödemenin muharebeden sonra yapılacağı söylenirdi.” (Yergök-Önal,
2006:28-29)
Osmanlı askerinin ne kadar perişan bir hâlde olduğunu
bir türlü kimse göremezken, bir Rus kadını, bir görüşte teşhisi koymuştu:
“Trenden
çıkıp kızaklara binerken bizimle aynı trenin yük vagonlarıyla sevk edilen esir
askerlerimiz de vagonlardan çıkarılmış, yaya olarak gönderilmeye
hazırlanmışlardı. Orada resmî, sivil birçok Rus erkek ve kadın, bizleri
seyretmek için toplanmıştı. Soğuk, sıfırın altında 30 derecenin de altında idi.
Bizim askerler acınacak durumdaydılar. Eski püskü elbise ve kaputlar içinde,
ayakkabıları kalik (yırtık, dilenci postalı) hâlini almıştı. Bunlar arasında
bir askerin de ayakkabıları yoktu. Yırtık çoraplarla sıraya girmeye gidiyordu.
Bu acıklı görüntüye dayanamayan bir Rus kadını, lâstiklerini çıkardı, bu ere
verdi ve bize de birçok küfürler savurdu. ‘Böyle perişandınız da niçin
muharebeye girdiniz?’ gibi haklı sözler söyledi…”
(Yergök-Önal, 2006:140)
Kaynaklar
Ayaşlı
Münevver, (2003), Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru, İstanbul: Timaş
Yayınları
Biren Tevfik, (2006), Bürokrat
Tevfik Biren’in II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Mütareke Dönemi Hatıraları,
Cilt:2, İstanbul: Pınar Yay.
Ewing
William, (2012), Bir İngiliz Ordu Rahibinin Gözüyle Birinci Dünya Savaşı, İstanbul:
İz Yay.
Kadri Hüseyin Kâzım, (1992), Balkanlardan
Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi, İstanbul: Pınar Yayınları
Koçak
Cemil, (2012), Geçmiş Ayrıntıda Gizlidir, İstanbul: Timaş Yay.
Menteşe
Halil, (1986), Halil Menteşe’nin Hatıraları, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay.
Pomiankowski
Joseph, (1997), Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay.
Velidedeoğlu
Hıfzı Veldet, (1977), Anıların İzinde, İstanbul: Remzi Kitabevi
Yergök
Ziya, (2006), Sarıkamış’tan Esarete Hatıralarım, İstanbul: Remzi Kitapevi