OSMANLI
Devleti’nin yıkılması, herkeste olduğu gibi Alevi topluluklar üzerinde de ağır
bir travmaya neden olmuştu. Eskiden devlet, idarî yönden Alevileri iç hukuk
üzerinden muhatap almakta ve sistem içerisinde görmekte, onlarla tekke ve
zaviyeler ile Nakibü’l-Eşraflık üzerinden ilişki kurmaktaydı.
Cumhuriyet döneminde, tekke
ve zaviyeler gibi Alevilerin de içerisinde yer aldığı kurumsal yapıların
kaldırılması, Alevilerin muhatap alınmalarını da ortadan kaldırmıştır. Buradan
itibaren hukuk önünde eşit vatandaş olmanın pratik alanı gerçekleştirilememiş ve
Aleviler aleyhine işleyen bir süreç başlamıştır.
Tekke ve zaviyelerin
kapatılması, idarî merkez olarak Hacı Bektaş Tekkesi’nin hukukî zeminini de
ortadan kaldırmış ve tekke üzerinden kabul gören Osmanlı coğrafyasındaki
Bektaşi tekke ve görevlilerinin başvuru alanı yok olmuştur. Böylece Osmanlı
siyasî sınırları içerisinde var olan tekkeler işlevsiz hale gelmiş,
kapanmıştır. Bu durum, bir program olarak farklı ülkelerde kurulan yeni siyasî
yapılarda da devam ettirilerek, Türkiye paralelinde, hatta gözetiminde
tekkeleri kapatılmış ve yıkılmıştır.
Kendi kendine düşman
Osmanlı siyasî sınırları
içerisinde organize olan tekke mensupları seyahat etme hakkına sahipken,
Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte birbirleriyle ilişki ve irtibatları kopmuş,
tekkelerin işlevi kaybolmuştur. Giderek idarî manada kaybedilen alan, coğrafi
olarak da küçülmüştür.
Tekkelerde zikirler etrafında
oluşturulan eğitim ortamı, sufi irfan ve hikmetini aktarmaktaydı ve diğer
sufilerle ortak bir alandan konuşulma imkânı sunmaktaydı. Doğal olarak
tekkelerin kapatılması, bu imkânın da ortadan kalkmasına ve Alevilerin
entelektüel birikimlerini aktardıkları ve korudukları alanın giderek zayıflamasına
ve yok denecek hale gelmesine sebep olmuştur.
Siyasî yapının belirsiz hale
getirdiği dönemlerde ontolojik alanı kaybeden Aleviler, başka öğreti ve düşüncelere
açık hale gelmişler, Vahdet-i Vücut ontolojisinden pozitivist ontolojiye
yönelmek zorunda kalmışlardır. Ontolojik mekânın kaybı, ilerleyerek ontolojik
bilginin de kaybıyla neticelenmiştir. Ciddi bir kriz ve çatışmaya da burada
yakalanılmış ve artık Aleviler, hiçbir kurum, kuruluş ve kişiye ihtiyaç
duymadan, kendi kendini tehdit eden bir hale gelmiş, getirilmişlerdir.
Eksen ve şuur kayması
Çok partili siyasî hayata
geçildiğinde, Aleviler DP çatısı altında milletvekili seçilmiş ve Meclis’e
girmişlerdir. 1960 sonrası da yine ciddi bir çatışma alanı üretilerek DP
içerisinde yer almanın gerekçeleri üzerinde durulmamış, bu dönemi unutturacak
yeni bir hafıza “sol” siyaset üzerinden geliştirilmişti. Pozitivist ontoloji,
epistem, etik ve estetik alan kentler de Vahdet-i Vücut düşüncesi yerine bu
fikirle üretilmiştir. Böylece düşünsel kodlarıyla yeni bir kuşak, kimi desenler
üzerinden Alevi olarak kamusal alanda yer almış ve geleneksel referanslarını
inkâr eden veya bilmeyen, hatta yeniden toparlayacak gücünü de kaybetmiş bir
dönem başlamıştı.
Çok partili hayatın sağladığı en büyük imkânlardan bir tanesi de Osmanlı yerleşik veya toprak anlayışını yıkan ve kentlere yönelen iç göçlerdir. Bu dönemde şehirlere göç ederek köy ve etrafında şekillenen sosyal, iktisadî, dinî ve kültürel biçim değişime uğramıştı. Gençlik hareketleri döneminde (1960 ve 1970li yıllarda) Alevilik ve sol, kamusal alanın yeni ve taze bir işaretiyle üretilip piyasaya arz edildi. Böylece Soğuk Savaş stratejileri üzerinden geleneksel dışlayıcı dil, sol ve komünist kara propagandasının aracına dönüştü. Böylece “makbul Müslüman olmayan” Aleviler, komünist, yani dini inkâr edenle aynı düzleme getirildi ve buradan da hamle yemeye başladı.
Aleviler, Kemalist devrimin bütün kazanımlarını kabul ettiklerinden harf inkılabı çerçevesinde klasik kaynaklara uzun süre mesafeli durdular. Doğrusu bu durum, Aleviler arasında hem Arap harflerine karşı olmak, hem de eldeki kaynakları saklamak üzere ikili bir tutumun ortaya çıkmasına neden oldu.
Dedelere paydos yaptırıldı
Siyasî ve ideolojik
kamplaşmalar döneminde Alevi gençler, okuryazar yeni bir sınıfın temsilcileri
oldular. Pozitivist felsefe ve solculuk kalıbıyla bunların geleneksel
alanlarına yönelip, başta dedeler olmak üzere, kendi cemaatleri arasında irşada
giriştiler. Daha sonra da dedelerle çatışmaya girerek, onların, Alevi sosyal ve
dini hayatından hızlı bir şekilde süpürülmesine katkı sundular. Böylece yeni
okuryazar temsilciler dedelerin yerini almış oldu.
Siyasî çatışmaların sokak
kavgalarıyla kazandığı ivme, ihtilallerin kapısını aralamış veya darbeleri
meşru kılmıştı. Bu dönem, Alevi okuryazar temsilcilerin tutuklanma ve iltica
dönemlerini başlatmıştı. Ara bir dönem oluşturularak nostalji üzerinden yeni
bir unutkanlık meydana getirildi ve romantik, yeni bir dönemle nostalji
hastalığı yaygınlaştırıldı.
Mülteciler, Avrupa sol ve
sendikal hareketler içerisinde yer alan Alevileri bir üst tanım ve kimlikten,
etnik ve dinî bir ayrımla, yeni bir kurguya hızlı bir şekilde gelmelerine
yardımcı olmuşlardır. Yeni örgütlenme, “Alevi” adıyla hemen her ülke ve
şehirlerinde oluşturuldu. Bu yeni örgütler, ülkenin güncel politikalarının
parçasına yönelmiş ve Alevi hak ve özgürlüklerini de çeşni haline getirmiştir.
Okuryazar ve temsilciler, yeni örgütün kurucuları olduklarında Alevilik adıyla
yeniden örgütlenmişler, fakat Aleviliğin kendisi, yeni organizasyonun
içerisinde yer almamıştı.
Örgütlerin isimlendirilmesi,
örgüt yönetici ve temsilcilerini yeni bir mahkûmiyete zorlamıştır. Okuryazar ve
mülteciler, ismin mahkûmiyetini yaşamış ve Alevi adını da karşılayacak yeni bir
yapılanmaya gitmek mecburiyetinde kalmışlardı. Buna göre dernek, “cemevi ve
dedesi” adında yeni bir kavramsallaştırmanın muhatabı olup okuryazar ve mülteci
yeni temsilcilerin, kendi kontrollerinde tuttukları yeni bir sınıfın oluşmasına
el birliğiyle katkı sunmuşlardır.
Alevi temsilcilerin Kemalist devrim ve Cumhuriyet’in bütün kazanımlarına eklenmeleri, ellerinde olandan vazgeçip, süreç içerisinde kazandıklarına yönelip kamusal var oluşlarını borçlu oldukları alana minnet ve şükranla yönelip sağcı, İslamcı her türlü kalkışmanın karşısında garantörlük rolünü benimsediler veya sürecin içerisinde sürüklendiklerini dahi fark edemediler.
Farkında olmadan kabul
ettirilenler
Alevi öğretisinin yazıya
aktarılan metinleri Arap harfleriyledir. Aleviler, Kemalist devrimin bütün
kazanımlarını kabul ettiklerinden harf inkılabı çerçevesinde klasik kaynaklara
uzun süre mesafeli durdular. Doğrusu bu durum, Aleviler arasında hem Arap
harflerine karşı olmak, hem de eldeki kaynakları saklamak üzere ikili bir
tutumun ortaya çıkmasına neden oldu. Bundan dolayı söz konusu yapıtlar, kutsal
metinler olarak muhafaza edilip, elden ele dolaştırılıp saklanma ve taşınmaya
devam edildi. Hâlbuki Harf İnkılabı çerçevesinde Arap harflerine karşı çıkılmış
ve metinler de Arap harfli olması hasebiyle reddedilmişti. Doğal olarak
metinlerin içerikleri de kaybedilmiş ve yeni metinler, farklı okuma
parçalarından oluşturulmuştu. Fakat ince bir ayarla -yeni okuma parçaları
arasında numune olarak- Alevi metinlerinin bulunması ihmal edilmemişti.
Köy-şehir, sözlü-yazılı
kültür, konar-göçer ve yerleşik gibi farklı sosyal yapı işareti yapılan
topluluklar arasına giderek sadece Alevilerin yerleştirilmesi, bu ikili
kurgunun ilk halleri negatif bir işaretle ayrıştırılmış ve bir süre sonra
Aleviler, bu menfi işaretin yükünü de taşımak zorunda bırakılmışlardı. Bu
çerçevede üretilen birçok kavram, bir süre sonra olumsuz bir anlam kazanıp
Alevilerin sadece zihinsel veya bilgi alanı değil, sosyal hayatta da daha dar
bir alana sıkışmalarına neden olmuştu.
Aleviler heteredoksi, İslam
öncesi, İslam dışı gibi tartışmalar giderek hız kazanmış, beraberinde imam-hatip,
ilahiyat ve Diyanet üzerinden geliştirilen ve her geçen daha da sağlam temeller
üzerinde üretilen Türkiye’ye özgü “Vahhabi” İslam’ına karşı iki uçlu bir
dünyanın birini tercihe zorlanmışlardı. Buna göre yeni çatışma alanının
merkezine giderek daha sağlam bir şekilde yerleştirilen Aleviler, İslam
dünyasının Şii ve Selefi iki kutbundan oluşturulan savaş ortamının Türkiye
versiyonunda, uçlardan birinin başat figüründen temsilciliğine doğru önemli
ölçüde mesafe kazanmıştırlar.
Aleviler, Osmanlı Devleti’nin
yıkılmasının ardından yüzyıllardır sahip oldukları bütün alanlarını
kaybetmişlerdir. Kaybetmenin doğurduğu sonuçlardan daha da ötede, kamu alanında
belirsizlik oluşmuş ve bir süre sonra da yerlerinin olmamasıyla
karşılaşmışlardır. Cumhuriyet’in kazanımları, doğrudan Alevilerin giderek
asimilasyonuna dönüşmüş ve hatta bu erimenin aktörleri de bizatihi kendileri
olmuştur.
Bu durumda Aleviler, inanç,
ibadet, bilgi, ilişkiler gibi kategorik düzeyleri yeniden
yapılandırabilecekleri bir alanı da yitirmişler ve bir süre sonra da
Alevilikten kimi görüntülerle yeniden kurduklarına veya kurduklarını
düşündüklerine inanmaya başlamış ve buna da sahiplenmişlerdir. Doğrusu yeniden
organize edilen Alevilik için, yeniden ürettiklerinin Alevilik olması
gerekmediği gibi konjonktürün dışında olması da zorunlu değildir. Benzeri bir
durum, diğer bütün topluluklar için de geçerlidir.
Bununla birlikte Alevilik
hakkında ne söylenirse, aynısı diğer gruplar, mesela Sünniler hakkında da
söylenebilir. Bu bakımdan da Sünnilik zaviyesinden kendisini geleneğin devamı
görerek Alevileri “gelenekten kopanlar” olarak işaret etmek tehlikeli ve
hatalıdır. Hâlbuki Sünniler geleneği sürdürebiliyorlarsa, Aleviler de aynı
durumdadır.
Bu ikili karşıtlıklar konuyu anlamayı kolaylaştırabilir, fakat zihinsel bir parçalanmaya neden olmazlar. Eğer oluyorsa, o takdirde başarıya ulaşmış ve artık Aleviler için Sünniler, Sünniler için de Aleviler birbirlerinin karşıtı, engelleyicisi, rakibi ve düşmanı olmuş/olacak anlamı kazanmış veya anlamına ulaşmış demektir. Geleneksel konumları itibariyle, Sünniliğin içeriğine getirdikleri eleştiriyle varlık alanlarını görünür kılan Aleviler, Sünniler tarafından maruz kaldıkları eleştiri ve sıkıştırma nedeniyle şaşkına dönmüşlerdir.