
OSMANLI tarihinde “toplum”
kavramı, her zaman önemli bir yerde olmuştur. Toplum, ahlâk ekseninde mükemmel
bir bütünlük sağlamış ve hakikî bir dinî bilinçle de bu bütünlüğü daim
eylemiştir. Gerek insan ilişkilerinde, gerekse de toplumsal yapıda bazı
örnekler sunabiliriz.
En
basit örnekle sadaka taşları, taş bloklardan
meydana gelen, genel olarak cami ve türbe köşelerinde bulunan, ortası çukur,
bir buçuk iki santimetre yüksekliğindeki taşlardı. Osmanlı’da sosyal
dayanışmanın mihenk taşları olan bu taşlar, bir nevi fakirlerin de umut
kapısıydı. Fakirler dilenmekten, zenginlerse riya ve gösterişten çekindikleri
için sadakalarını bu taşlara koyar, yoksul kimse, gece vakti gelip ihtiyacı
kadarını buradan alıp, geriye kalanını kendisi gibi olan başkalarına bırakırdı.
Başka bir örnekse, evlerin
üzerlerindeki yazılardı. Fani olan bu dünyada hakikate hep bir özlem vardı.
Dünyaya ehemmiyet gösterilmez, Allah’ın verdiği nimetlere de O’nu hatırlatacak
kelâmlar yazılırdı. Evlerin duvarlarına bile “Ya Malikü’l-Mülk” yazılır ve böylece,
“Ey Allah'ım, bütün mülk Senindir! Ben kapının bir kölesiyim, her şey Senden…
Benim aslında hiçbir şeyim yok” mânâsına gelen bir hatırlatma yapılırdı.
Kapı tokmağında da “Ya
Fettah” yazılıydı. Bu da “bütün kapalı kapıları açan ve sıkıntıları gideren”
anlamına geliyordu. Aynı kapıda farklı tokmaklar bulunurdu. Bunlarda şu
anlamlar gizliydi: Kapı tokmakları çift halkadan oluşurdu. Bunlardan aslan başı
motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses
çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise kalın sesli tokmağı tıklatır,
içerideki ev sahibi, gelenin bir beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi
açardı. Bey yok ise, mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli
tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin
hanımı açardı.
Misafire verilen önem de
oldukça anlamlıdır. Gelin, bir de ona göz atalım: Misafir geldiği zaman, ev
sahibi onların ayakkabılarının burunlarını dışarıya doğru değil de içeriye
doğru baktırırdı. Böyle yapmakla, “Biz sizin misafirliğinizden çok hoşnut
kaldık, evimizi yeniden şereflendirmenizi bekleriz” demek isterlerdi.
Eve bir misafir girdiği
zaman, kahvenin yanında su ikram edilirdi. Misafir aç ise suyu, tok ise kahveyi
alırdı. Eğer suyu almışsa, ev sahibi bunu çok ince bir üslûpla anlar, hemen
sofrayı kurar ve misafirin karnını doyururdu.
Toplumun her aşamasına işleyen bu ahlâk misalleri, Osmanlı
topraklarında görev almış yabancıları da derinden etkilemiştir. İngiltere’nin
İstanbul sefirliğinde bulunmuş olan Sir James Porter, bir Türk ve İslâm düşmanı
olmasına rağmen şunları söylemektedir: “Osmanlı’da yol kesme, ev soyma,
dolandırıcılık ve yankesicilik gibi hâdiseler âdeta meçhul gibidir. Harp
hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun, yollar da evler kadar emindir. Bilhassa
anayolları takip ederek bütün Osmanlı mülkünü en mutlak bir emniyet içinde
baştanbaşa dolaşabilmek her zaman mümkündür. Daimî bir seyrüseferle yolcu
adedinin çokluğuna rağmen vukuatın fevkalâde azlığına hayret etmemek kabil
değildir. Nice yıllar içinde ancak nadir hâdiselere tesadüf edilebilir.”
Fransız generallerinden Comte de Bonneval, şu ifadeleri kullanır: “Haksızlık,
tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlara Türkler arasında rastlamak
mümkün değildir. Gerek vicdanî bir akideden, gerekse ceza korkusundan dolayı
olsun, Türkler o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan ister istemez onların
doğruluklarına hayran kalır.”
Ubucini de, şahit olduklarını şöyle ifade eder: “Bu muazzam
payitahtta dükkân sahipleri, herkesçe malûm vakitlerde dükkânını açık bırakıp
namaza gider. Geceleri evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatılır. Buna
rağmen senede yalnız üç dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ancak ahalisi sırf Hıristiyanlardan
ibaret olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vakalarının
yaşanmadığı bir gün bile geçmez. Taşralarda da iffet ve istikâmet aynı
derecededir.”
Son zamanlarda Daily News gazetesinde neşredilen mektubunda bir
İngiliz seyyahının anlattığı şu menkıbeyi lütfen okuyun:
“Bugün kendi eşyamla, arkadaşım olan eski bir Macar zabitinin eşyasını
nakletmek üzere bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, port-mantolar,
denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Buralarda yatağın hayâli
bile mevcut olmadığı için, ben, gece üstüne uzanmak üzere biraz kuru ot satın
almak isteyince son derece nazik bir Türk, bana refakat teklifinde bulundu.
Sonra da öküzlerini koşumdan çıkarıp bizim bütün eşyamızla beraber sokağın
ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce arkasından seslendim: ‘Burada
birisi kalmalı!’
Yanımdaki Türk hayretle sordu: ‘Niçin?’ Ben de, ‘Eşyalarımızı
beklemek için’ dedim. Müslüman Türk şu cevabı verdi: ‘Ne lüzumu var? Merak
etmeyin, eşyalarınız bir hafta, gece gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.’ Ben
de bu söz üzerine ısrar etmeyip, oradan öylece ayrıldım. Döndüğümde hayretler
içerisinde, her şeyi yerli yerinde buldum. Hem de o sıralarda, o yoldan Osmanlı
askerleri mütemadiyen gelip geçiyordu. Bu göz kamaştırıcı gerçek, Londra kiliselerinin
kürsülerinden bütün Hristiyanlara ilân edilmelidir. İçlerinden bazıları belki
rüya gördüklerini zannedeceklerdir, ama artık uykularından uyansınlar!”
A. L. Castellan’ın Osmanlı’daki eşsiz namusa dair
anlattığı şu hâdise, çok ibretlidir:
“Dostlarımdan biri anlattı: ‘İçinde bin kuruş
bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordum. Tophane İskelesi’ne
çıkarken torbam yırtıldı. İçindeki bütün paralar da dökülüp rıhtımın üstüne
dağıldı, bazıları da denize yuvarlandı. Ben ‘Eyvah!’ bile diyemeden, hemen
oradaki halk, paraların üstüne üşüştü. Herkes bulabildiği kadar topluyordu. Ben
şaşkınlıktan donmuş bir vaziyette ne yapacağımı bilemiyor, sadece bu
hareketleri büyük bir endişe içinde takip ediyordum. Ne göreyim? Herkes,
topladığı paraları deniz kenarında kalan torbama koyuyordu. Bunun üzerine içim
biraz ferahladı. Hatta kayıkçılar da suya dalıp, denizin dibine gitmiş olan
kuruşları çıkarmışlardı.
Bütün bunlara karşı cömertlik göstermek istedimse
de vazifelerini yapmış olduklarından bahsederek, her biri bir tarafa çekildi.
Zaten o kadar kalabalıktılar ki hepsine bahşiş yetişmezdi. Toplanan bütün
paralar torbaya konduktan sonra, bir hamal da onu yüklenip doğru evime kadar
götürdü. Eve girdikten sonra büyük bir merak içinde paramı hemen saymaya
başladım. Birçok ziyana uğramış olduğumu zannediyordum ki, bin kuruşumun da tam
olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Gözlerime inanamadım,
bir daha saydım. Evet, tek bir kuruşum bile eksik değildi.’”
Sözün özü, kibri silen, tevazu ve alçakgönüllülükle herkesi kucaklayan bir Osmanlı vardı. Fakirini gözeten, darda olana koşan, kul hakkına titizlikle ehemmiyet gösteren necip bir millet vardı. “Dosdoğru ol!” emrini toplumun her alanına yayan ve bunu cân-ı gönülden uygulayan aziz bir ecdat vardı. Bizlere düşen, onların izinde yürümek, bu yola gönül vermek ve yaratılanı da Yaratan’dan ötürü sevmektir.