“HERKESİN var bir kesi/ Ben bîkesin yok kimsesi/ Ben bîkesin sen ol kesi/ Ey kimsesizler kimsesi…” (Lâedri)
Aciziz ezelden, gurbetteyiz doğuştan. Bîvayeyiz, bîkesiz…
Tarihin ilk çağlarından beri toplumlarda yardıma muhtaç insanlar hep var olagelmiştir. Savaşlar, göçler, doğal afetler, kıtlık, fakirlik gibi muhtelif nedenlerle bazı insanlar başkalarının himayesine muhtaç bir hayat sürerler. Bu mağduriyetlerin izale edilmesi yolunda insanoğlu birlikte yaşayarak acziyetini ve ihtiyaçlarını karşılama hususunda “devlet” denilen mekanizmayı icat etmiş, devlet de halkının huzur ve saadeti için müşfik ve kudretli baba elini daima onlara uzatmıştır.
Günümüzde “sosyal devlet” olarak kavramsallaşan devletin bu fonksiyonunun Türk ve İslâm medeniyetinde de köklü bir geçmişi vardır. İslâm öncesi Türk toplumlarında yardımlaşma ve himaye kültürünün ileri bir seviyede olduğu bilinmektedir. Göktürk hükümdarı Bilge Kağan’a ait kitabede yer alan “Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, yoksul halkı zengin kıldım” ifadeleri ve Manas Destanı’ndaki “Yoksulları boy ettim, çıplakları giydirdim, açları yedirdim” ifadeleri Türklerde sosyal yardım anlayışının devletin temel işlevleri arasında olduğunun tezahürüdür.
İslâm’ın temel düsturlarından biri de yine muavenet yani yardımlaşmadır. Yoksul ve düşkünleri doyurmak, yetimleri himaye etmek, acizlere merhamet etmek gibi konular İslâm toplumunda ve İslâm devletlerinin idare felsefesinde öncelikli bir yere sahiptir. Kaynağını ayet ve hadislerden alan bu toplumsal davranış biçimi adeta bir sosyal DNA hâli arz etmiştir. İslâm’ın maddî yardımlaşma esaslarının başını çeken zekât olgusunun ve İslâm toplumunun en güçlü dinamiklerinden olan vakıf sisteminin temelinde de aynı İlâhî telkin yer almaktadır.
Kişisel yardım duygusu nefsî ve gönüllülük esasına bağlı olduğundan sürekliliğinin ve kararlılığının standart olması beklenemez. Süreklilik bir kurumsal yapıyı ve kitlesel iş birliğini gerektirdiğinden, resmî bir himaye ve yardım düzeni tesis etmek toplumsal huzurun sağlanması noktasında elzemdir. Bu gereklilik dolayısıyla tarih boyunca düşkünlere yardım, yetimleri ve yoksulları himaye ve hastaların derdine derman olma hizmeti, devlet eliyle ve resmî kuruluşlar vasıtasıyla sağlanmaya çalışılmıştır.
Bir Türk-İslâm medeniyeti olan Osmanlı’da da sosyal devlet olarak ifade edilebilecek kurumsal yapı ve faaliyetler başlangıçtan beri mevcuttu. Ancak medeniyetlerin küresel ölçekte dönüşüm yaşamaya başladığı on dokuzuncu asır/modernleşme ile Osmanlı’da sosyal devlet olgusunun asıl gelişimi yaşanmıştır. Tanzimat Dönemi başından itibaren yoğunlaşan, özellikle Sultan İkinci Abdülhamid döneminde toplumsal hayatın her alanında büyük bir kurumsal terakkinin yaşandığı görülür. Sayısı binleri bulan eğitim kurumlarının yanı sıra topluma hizmet kurumlarının teşkili de yine o dönemin ürünleridir. Bu kurumlar Osmanlı’yı kendi çağında Avrupa’dan geri kalmayacak bir sosyal devlet görünümüne taşımıştır.
Klasik Osmanlı çağında, başta vakıflar olmak üzere geleneksel sosyal yardım kurumları vasıtasıyla şekillenmiş bir toplumsal düzen mevcuttu. Tanzimat ile başlayan modern devletin oluşum sürecinde zayıflayan bu gayriresmi yapıların işlevini resmî kurumlar üstlenmeye başlamıştır. Yapılan resmî düzenlemelerle devlet, sosyal alan ve gündelik hayata girmeye, bu vesileyle sosyal devlet anlayışı da belirginleşmeye başlamıştır.
Osmanlı toplumsal hayatında içtimaî muavenet/sosyal yardım kavramı Sultan Abdülhamid dönemi başlarından itibaren yerleşmeye başlamış, İkinci Meşrutiyet’ten sonra daha kurumsal bir yapıya dönüşmüştür. Sultan Abdülhamid devrinde Osmanlı’nın çağına göre oldukça başarılı bir içtimaî muavenet mekanizmasının olduğunu söylemek mümkündür. Toplumda vakıf sisteminin fonksiyonunun zayıflamasıyla birlikte devlet, sosyal refahı sağlamaya yönelik çok sayıda kurum tesis etmiştir. Dilenciliğin önlenmesine dair nizamnameden tutun, serseriler nizamnamesine kadar toplumsal düzeni muhafazaya dair kanunların yanı sıra kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuk, yaşlı, yoksul veya dul gibi grupların himayesi için Dârülhayr-ı Âli, Dârüleytam, Dârüşşafaka, Dârülaceze, Himaye-i Etfâl gibi kurumların ihdas edilmesi bu cümledendir.
Osmanlı’nın başta İstanbul ahalisi olmak üzere bir milletler manzumesi olan toplumun tamamının refahına gösterdiği önemi temsil eden bu kurumlar, sosyal refah olgusunun yaygınlaşmasını sağlamıştır. Açtığı bu hayır kurumları Sultan Abdülhamid’in halk nezdinde hem müşfik bir idareci olarak daha da itibar görmesine, hem de halkın devletin baba himayesini omuzlarında hissetmesine vesile olmuştur.
Sultan Abdülhamid, Dârülaceze’nin kuruluş masraflarının karşılanması için ilk adımı bizzat atarak on bin lira nakit ve yedi bin lira kıymetinde değerli eşya bağışlamıştır. Açılan yardım kampanyasına büyük teveccüh gösteren ahaliden toplanan elli bin lira ile 1892 yılı sonbaharında Dârülaceze’nin temeli atılmıştır.
Kimsesizlerin kimsesi olmak: Dârülaceze
On dokuzuncu asrın ikinci yarısından itibaren artan savaşların ve siyasal gelişmelerin neticesi olarak Kafkasya ve Balkanlardan Osmanlı coğrafyasına doğru yoğun bir göç hareketliliği yaşanmıştır. Doğal olmayan bu nüfus artışı toplumda muhtaç ve düşkün insan sayısının da çoğalmasına neden olmuştur.
Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi) neticesinde kaybedilen Rumeli topraklarından İstanbul’a yarım milyona yakın insan gelmiştir. Bu nüfus içerisinde başta yetim ve öksüz çocuklar olmak üzere devletin himayesine muhtaç insan sayısı çok fazlaydı. Gelenlerin düzensiz olarak sokaklarda evsiz, hasta veya kimsesiz olarak zaruret içerisinde yaşaması ve İstanbul’da dilenciliğin hızla artması üzerine devlet hem bu toplumsal acziyeti hafifletmek, hem de yoksul ve yaşlı insanları himaye etmek amacıyla “Dârülaceze” adıyla bir acizler yurdu kurmaya karar vermiştir.
Korunmaya muhtaç yoksulları, sakatları, yaşlıları ve kimsesiz çocukları himaye etmek ve dilenciliği engellemek amacıyla teşkil edilen Dârülaceze’nin açılması, aynı zamanda Osmanlı’da dilenciliğin yasaklanmasına dair ilk resmî teşebbüslerin de başında gelmektedir. Yani tanımlanmış ilk şehir yoksulları olarak kabul edilen dilencilerin Dârülaceze gibi önemli bir kurumun ortaya çıkmasında dolaylı rolü olmuştur.
İstanbul sokaklarını dolduran dilencileri, başıboş gezen kimsesiz çocukları, cami avlusunda yatan muhtaçları bir araya toplayıp ıslah ederek sanat sahibi yapmak ve kimsesizlerin huzur içinde yaşamalarını sağlamak maksadına yönelik Dârülaceze’nin kurulmasına dair ilk resmî gelişme 1890 tarihlidir. Kurumun adını da kendisi vermiş olan Sultan Abdülhamid, bu tarihte Dârülaceze’nin teşkili için bir irade yayınlamıştır.
1890-1892 tarihleri arası dönem Dârülaceze’nin kurulacağı yerin tespiti, inşaat plânlarının yapılması ve yapım masraflarının teminiyle geçmiştir. Teşkil edilen bir komisyonun çalışmaları neticesinde bu kurumun Kâğıthane sırtlarında inşâ edilmesine karar verilmiştir. İnşâ edilecek kampüste kimsesizlerin kalacağı koğuşlar, çocukların ve diğer insanların meslek öğrenecekleri imâlâthaneler, hastane, yetimhane, çamaşırhane, hamam, fırın, cami, kilise, havra, İptidaî Mektep ve de Dilsiz ve Âmâlar Mektebi ile 1908 yılında “İstanbul Dârülacezesi Süt Çocukları” adını alacak olan ırzâhane (emzirme evi) bulunacaktı.
Sultan Abdülhamid, Dârülaceze’nin kuruluş masraflarının karşılanması için ilk adımı bizzat atarak on bin lira nakit ve yedi bin lira kıymetinde değerli eşya bağışlamıştır. Açılan yardım kampanyasına büyük teveccüh gösteren ahaliden toplanan elli bin lira ile 1892 yılı sonbaharında Dârülaceze’nin temeli atılmıştır. İnşaatı devam ederken 1895’te kurumun on maddelik teşkilat nizamnamesi hazırlanmıştır. Bu nizamnameye göre Dârülaceze, Dâhiliye Nazırlığı tarafından seçilecek ve Padişah tarafından atanacak bir heyet tarafından yönetilecekti. Bu heyette Şehremaneti, Şeyhülislâmlık ve Evkaf Nazırlığına mensup birer memurun yanı sıra Ermeni, Katolik, Rum ve Musevî cemaatlerini temsilen de birer kişi görevlendirilecekti. Bunun dışında kuruma müdür, müdür yardımcısı, muhasebeci, kâtipler, imam, müezzin, üç papaz, haham, iki öğretmen ve çok sayıda usta alınmıştır.
Yaklaşık üç yıl süren yapım sürecinin tamamlanmasıyla binaların fotoğraflardan oluşan bir albüm ile kurumun anahtarı, tahta çıkışının yıldönümü olan Ağustos 1895 tarihinde Sultan Abdülhamid’e sunulmuştur. Yaklaşık bin kişilik kapasiteye sahip olan Dârülaceze’nin resmî açılışı 31 Ocak 1896 tarihinde yapılmıştır. Dârülaceze’nin ilk sakinleri, öksüzler yurdu olarak kullanılmakta olan Kırmızı Kışla’da yaşayan 93 Harbi göçmenleri ve Haseki Nisa Hastanesindeki yetim çocuklarla dul kadınlar olmuştur.
1896 yılı başında çıkarılan İstanbul’da dilenmeyi yasaklayan nizamname (Tese’ülün Men’ine Dair Nizamname), Dârülaceze’nin idarî teşkilatlanma sürecini şekillendirmiştir. Hazırlanan Dârülaceze Nizamnamesi ile İstanbullu, göçmen veya eskiden beri İstanbul’da oturanlar, hastalar, sakatlar ve bakacak kimsesi olmayanlar, çalışamaz durumda olanlar ile ebeveyni olmayan çocukların kuruma kabul edilmesi kararlaştırılmıştır.
Kimsesiz ve sakat insanlar zabıta tarafından sokaklardan incitilmeden toplanarak kuruma getirilip muayeneden geçirildikten sonra koğuşlarına yerleştirileceklerdi. Dârülaceze’ye başvurmayıp dilenmekte ısrar edenlere hapis cezası verilmesine, ülkenin diğer büyük şehirlerinde de acezehaneler kurularak oralarda da aynı nizamnamenin uygulanmasına karar verilmiştir.
Sultan İkinci Abdülhamid tarafından kurulduğu günden beri resmî verilere göre otuz bin çocuk olmak üzere yaklaşık yüz bin insana devletin ve toplumun şefkat eli olarak uzanan Dârülaceze, din, dil, ırk, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç, yaşlı, engelli ve terk edilmiş kimsesizlerin kimsesi olmaya devam etmektedir.
Dârülaceze’nin amacı sadece barınma değil, sakinini iş sahibi yapmaktı
Dârülaceze sadece barınma amacıyla kurulmamıştı. Bu devasa kampüs, aynı zamanda burada barınanları topluma kazandırma ve onlara meslek edindirerek ekonomik hayata katkı sağlayacak insanlar olmalarına yönelik olarak plânlanmıştı. Kuruma kabul edilen her yaştan insanın eğitilmesi, açılan imâlâthanelerde çalıştırılarak üretime katılması hedeflenmişti. Tıpkı ıslahhaneler gibi çocukların hem barındıkları, hem de meslek sahibi oldukları bir kurum olan Dârülaceze’deki çocuklar okul vakitleri dışında imâlâthanelerde marangozluk, kunduracılık, terzilik, dokumacılık, halıcılık, çorapçılık, fotoğrafçılık ve demircilik gibi meslekleri öğrenirlerdi.
Belki de dünyanın hiçbir memleketinde benzerine rastlanamayacak bir uygulamayla üç semavî dinin ibadethanesi -cami, kilise, havra- Dârülaceze’nin bahçesine bir arada inşâ edilmişti. Bu kurumda herkes mensup olduğu inanışa göre talim ve terbiye görecekti. Gerçek anlamda bir şefkat yuvası olan Dârülaceze, Osmanlı’nın din, mezhep, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmeyen, hiçbirini dışlamadan toplumun bütün unsurlarını kuşatan müşfik yüreğinin, cömert elinin eseriydi. Erişilmesi zor bir hoşgörü ve insan sevgisinin temsili olan bu anlayış, Osmanlı toplumunda yaratılanı Yaradan’ın hatırına sevme anlayışının söylemden öte bir düşünce olduğunun göstergesidir.
Dârülaceze’nin gelir kaynakları muhtelifti. Maliye hazinesinden verilen senelik ödeneğin yanı sıra Şirket-i Hayriye Vapur İşletmesi’nin biletlerine eklenen 10 paralık miktardan elde edilen hasılat; İstanbul’daki bütün sinema ve tiyatrolar ile her tür oyun yerlerinde satılan biletler üzerinden ve müsamerelerden elde edilen yüzde on oranındaki hasılat; varlıklı kimselerin rızaları ile verdikleri yardım bedeli kurumun gelir kaynakları arasındaydı. Dârülaceze, kendi imkânları ile ihtiyaçlarını sağlama prensibine göre faaliyet gösterdiğinden, gelir kaynakları arasında kurumda kalanların imâlâthanelerde kendi el emekleri ve göz nurlarıyla üretmiş oldukları ürünlerin satışından elde edilen gelir de önemli yer tutuyordu.
Kurumun hiç kesilmeyen asıl gelir kaynağı ise gönüllülerin gönlünden koparak göle dönüşen hibe damlalarıydı. Anlaşılacağı üzere, bedenin bir uzvunun ıstırabından diğer uzuvların da mustarip olması misâli, toplumun her kesimi kimsesizlerin kimsesi olmak için adeta yarışmışlardır.
Dârülaceze’nin kurulmasıyla Osmanlı’da ilk defa dilencilik resmî olarak yasaklanmıştır. 1908 yılında çıkarılan Serseriler Nizamnamesi ile işsiz güçsüz takımının suça bulaşmasına engel olunmaya, yasak olmasına rağmen dilencilik yapılmasının da önüne geçilmeye çalışılmıştır. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda gelen göçmenlere yardım amacıyla kurulan Fukaraperver Cemiyeti de dilencilikle mücadelenin sivil toplum kanadını teşkil eden bir teşebbüstür.
Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği Nisan 1916 tarihinde Dârülaceze Nizamnamesi’nde yapılan düzenlemeyle kurumun idarî yapılanmasında değişikliğe gidilmiştir. Yeni nizamname ile Dârülaceze, Erkekler Şubesi, Kadınlar Şubesi, Çocuklar Şubesi, Süt Çocukları Şubesi şeklinde farklı birimler hâlinde düzenlenmiştir.
Nizamnamede yer alan bazı hükümler şöyledir:
Dârülaceze müdürü ile başhekimi Dâhiliye Nazırlığı tarafından seçilir. Dârülaceze’ye, İstanbul’da doğmuş ve yerleşmiş olup malul ve iş göremez durumda olanlar ile sokakta bulunmuşlar kabul olunurlar. Bulaşıcı hastalıklar ve cilt hastalıkları taşıyanlar kabul şartlarını haiz olmakla beraber tedavilerinden sonra kuruma kabul edilirler. Akıl hastaları ve cüzzam hastalığı olanlar kuruma kabul edilmezler.
Dârülaceze’ye alınacak çocukların varsa sabıka kayıtları ile vücutlarındaki izler ve işaretler deftere kaydedilir. Dârülaceze’ye kabul olunan çocuklar ancak evlatlık edinmek üzere talimatnamede gösterilen vasıfları taşıyan kimselere verilirler. Üç yaşını dolduran çocuklar Dârüleytam’a (yetim yuvalarına) devredilirler.
Malul ve iş göremez olan fakat kendini geçindirebilecek durumda olanlar, ücret mukabilinde kuruma kabul edilebilirler ancak kendisini geçindirmeye yetecek derecedeki varlıklarını, ölünceye kadar bakılmak şartıyla Dârülaceze’ye hibe ederler. Kuruma kabul edilmiş olan acizlerden iş yapmaya elverişli olanlar kurumun atölyelerinde kabiliyetleri ve akli durumlarına uygun işlerle meşgul edilirler. Kurumda çalışacak olan bu kişilerin ürettikleri ürünler satılarak elde edilen gelir çalışan acizlere yevmiye olarak verilir, artan miktar kuruma gelir olarak kalır.
İstanbul sokaklarını dolduran dilencileri, başıboş gezen kimsesiz çocukları, cami avlusunda yatan muhtaçları bir araya toplayıp ıslah ederek sanat sahibi yapmak ve kimsesizlerin huzur içinde yaşamalarını sağlamak maksadına yönelik Dârülaceze’nin kurulmasına dair ilk resmî gelişme 1890 tarihlidir.
Dârülaceze’yi bugün okumak
Birinci Dünya Savaşı’yla sosyal yaşamın altüst olması harp sonunda devleti yeni çözüm arayışlarına yöneltmiştir. Savaşın sonlarından itibaren devlet sosyal yardım alanında daha fazla görünmeye başlamış, bu dönem aynı zamanda cemiyetlerin sayısının ve etkinliğinin artmaya başladığı bir dönem olmuştur. Harp sonunda harp malulleri, muhacirler ve mülteciler ile dolan İstanbul, adeta binlerce yardıma muhtaç insan barınağı görünümü arz etmiştir. İstanbul’a dönebilen insanlar semtinde ve ailesinde açlık, yoksulluk ve perişanlık manzaraları ile karşılaşmışlardır. Sakatlar, terhis edilmiş askerler, birlikleri lağvedilmiş zabitler İstanbul’u doldurmuştur. Yaygınlaşan dilencilik, hijyenik olmayan düzensiz yaşam ve fuhşiyattan mütevellit frengi salgını İstanbul’u kasıp kavurmuştur.
Mütareke İstanbul’unda adeta iki farklı hayat yaşanmıştır. Bir yanda gerçeklerden habersizce barlarda, gazinolarda ve lokantalarda eğlenen Beyoğlu; öte yanda kendi tevekkülü ve ıstırabı ile baş başa kalmış İstanbul… Oya yaparak göz nurunu birkaç kuruşa satan şehit eşleri, yetimlerine bakmak için çamaşıra giden büyükanneler, varını yoğunu satan memurlar, emekliler ve hatta saray mensupları harp sonunda İstanbul’un insan manzaralarını teşkil etmiştir.
Ekmeğin dahi vesika ile satıldığı bu fakr u zarurete bir çözüm bulmak, hükümetin en büyük gailesiydi. Resmî çalışmalar neticesinde İstanbul Muavenet-i İctimaiye Müdüriyeti kurulmuştur. Savaşın meydana getirdiği felâket ve yıkımın izlerini silmek adına o güne kadar görülmemiş miktarda gönüllü yardım faaliyetleri organize edilmiştir.
İstanbul Muavenet-i İctimaiye Müdüriyeti, toplumun yardım anlayışını da hesaba katan bir program hazırlamıştır. Programda muhacirler, yetimler, yangınzedeler, dilenciler, fahişeler gibi zümreler sosyal yardıma muhtaç gruplar olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde Dârülacezeler ve Dârüleytamlar sosyal yardım kurumu olarak tanımlanırken dilenciliği ve fuhşu önlemeye yönelik cemiyetler, fukaraperver cemiyetleri, Hilâl-i Ahmer ve Himaye-i Etfâl Cemiyetleri ise gönüllü sosyal yardım kuruluşu olarak tanımlanmıştır. İstanbul Muavenet-i İctimaiye Müdüriyetinin hazırladığı yardım programını yeni Türk devleti de ilk zamanlarında uygulamıştır.
İlk açıldığında idaresi Dâhiliye Nazırlığına verilen Dârülaceze, 1908’de şehremanetine (belediye), 1910’da ise Sıhhiye Müdüriyetine devredilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti idaresine verilen kurum, 1925’te belediyeye bağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde modern çağın gerekleri doğrultusunda yeni resmî ve gönüllü sosyal yardım teşkilatları tesis edilirken, Dârülaceze’nin de aynı doğrultuda topluma hizmete devam etmesine karar verilmiştir.
Netice olarak, yaklaşık 130 yıl önce teşekkül eden Dârülaceze, adı değiştirilmeden günümüzde de kuruluş felsefesi ve nizamnamesinde yer alan ilkeler doğrultusunda hizmet vermeye devam etmektedir. Elbette zaman içerisinde ihtiyaçların farklılaşması ve çeşitlenmesine bağlı olarak idaresinde bazı değişiklikler meydana gelmiştir.
Günümüzde Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı özel bir nizamname ile yönetilmekte olan Dârülaceze, bünyesinde aceze servisleri, poliklinik, çocuk kreşi, içinde kütüphanesi bulunan rehabilitasyon merkezi, fırın, günlük üç bin kişiye yemek çıkarabilecek kapasitede bir mutfak, kesimhane, et bağışlarını muhafaza edebilecek buzhane, çamaşırhane, terzihane, matbaa, marangozhane, ayakkabı tamir atölyesi ve demirhane mevcuttur.
Sultan İkinci Abdülhamid tarafından kurulduğu günden beri resmî verilere göre otuz bin çocuk olmak üzere yaklaşık yüz bin insana devletin ve toplumun şefkat eli olarak uzanan Dârülaceze, din, dil, ırk, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç, yaşlı, engelli ve terk edilmiş kimsesizlerin kimsesi olmaya devam etmektedir.