Osmanlı’da âdâb-ı muâşeret

Tarih kitaplarında evlerde genellikle “Ya Mâliku’l-Mülk” yazısının duvara asılı olduğundan bahsedilir. Allah’ın (CC) 99 İsminden bir tanesi olan bu güzel isim, mülkün gerçek ve ebedî sahibinin yalnızca Allah (CC) olduğunu aciz kullarına hatırlatarak, evde otururken dahi ahiret hayatının akla getirilmesini sağlardı. Gördüğünüz üzere Osmanlı’nın mütevazı evlerinde süs eşyaları bile nefsi terbiye etmekle meşguldü.

GÜNLÜK hayatta erozyona uğrayan insanî ve aklâkî değerler her yaştan insan için şikâyet konusu. Toplu taşıma araçlarında yaşlılara yer vermemek için uyuma numarası yapan talebelerden yemek sofrasında bağıra çağıra konuşanlara, her akşam evlerinin salonunda birbirleri ile iletişim kurmadan akıllı telefonlarıyla oynayan çekirdek ailelerden yediğini içtiğini en ince ayrıntısına kadar paylaşan sosyal medya görgüsüzlerine dek uzayan listede günden güne yitirdiğimiz değerler için tâbiri caizse kahrolup duruyoruz.

Tabiî bu derin üzüntünün temelinde bir zamanlar üç kıtaya hükmeden Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye’deki günlük hayatta süregelen tevâzu ve ölçülülüğün günümüzde bazıları için kıymet-i harbiyesini yitirmiş olması yatıyor. Gelin, hep birlikte zamanda bir yolculuğa çıkalım ve Osmanlı döneminde yeme-içme, ev hâli, konuşma, misafir, komşuluk, mahalle gibi günlük hayatta sıradan gibi görünen davranışlarda ecdâdımızın sergilediği zarâfete hep birlikte göz atalım…

Âdâb-ı muâşeret

İsterseniz öncelikle “âdâb-ı muâşeret” dediğimiz yazılı olmayan davranış kurallarının kelime anlamına bakalım. “Güzel, iyi huy” olarak tanımlayabileceğimiz “edeb” sözcüğünün çoğul anlamını ihtivâ eden “adâb” ile sözlük anlamı “birlikte yaşama” olan “muâşeret” sözcüğünün yan yana gelmesi ile meydana gelen bu güzel Osmanlıca tamlama, içerisinde yalnızca davranış kurallarını değil, aynı zamanda güzelliği, tevâzuu ve estetiği de barındırıyor. Çünkü âdâb-ı muâşeret dediğimiz mefhum, doğruluğu kadim bir şekilde kabul edilmiş olan güzel ve ölçülü davranışların belirli bir estetik kaygı gözetilerek gerçekleştirilmesini arzu ediyor. Bu minvâlde, toplum içinde yaşayan insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ister istemez ele alıyor. Âdâb-ı muâşeret, içinde bulunduğu toplumun kültürel yapısı ve gündelik hayat tarzından besleniyor.

Tabiî ki Osmanlı’daki âdâb-ı muâşeret kuralları, içinde bulunulan medeniyetin izlerini gözle görülür bir şekilde bünyesinde barındırıyordu. İlk olarak yeme-içme âdâbı ile başlayalım…

Osmanlı’da, aradaki atıştırmaları saymazsak, kat’î sûrette ihmâl edilmeyen iki öğün vardı: Bunlardan ilki sabah kahvaltısı, diğeriyse ikindi yemeğiydi. Evde kimse ayakta yemek yemezdi. Sofraya oturulmadan önce eller yıkanır, sofraya birlikte oturulur, evin en büyüğü başlamadan yemeğe kimse elini sürmezdi. Yemeğe muhakkak besmele çekilerek başlanır, sadece yemek ile meşgul olunur, yemek yerken asla konuşulmaz, sohbet edilmezdi.

Osmanlı’daki gelenek ve göreneklere göre ikram edilen yemek geri çevrilmez, saygıdan dolayı muhakkak tadına bakılırdı. Ev sahibi yemek ikram etmeden önce misafire mutlaka kahve getirir, kahvenin yanına da bir bardak su konulurdu. Eğer misafir tok ise önce kahveyi içer, aç ise sudan bir yudum alırdı. Buna göre ya yemek sofrası hazırlanır ya da yalnızca meyve ikram edilirdi. Görüyorsunuz ya, nezâketten eve gelen misafire aç olup olmadığı dahi sorulmazdı. Bazen bir kelime, bir bakış ile insanlar anlaşır, meramlarını birbirlerine zahmet vermeden anlatırlardı.

Tabaktaki yemeğin yavaşça yenmesi makbuldü. Porsiyonlar normal boyutlardaydı. İsraf etmek günah olduğu için, tabağı tıka basa doldurmak hoş karşılanmazdı. Ev sahibi tarafından teklif edilen ikinci tabağı geri çevirmemek, ev sahibinin sofrasına yapılan bir iltifat olarak kabul edilirdi. Yemek ne kadar lezzetli olursa olsun, tıka basa yiyerek midenin tamamını doldurmak Sünnet’e ve âdâba aykırıydı. Sahih hadislerden rivayetle Rahmet Peygamberi’nin (sav) yemekten tam doymadan kalktığı bilinirdi. Bu yüzden mümkün mertebe midenin üçte ikisi dolunca, “Elhamdülillah” diyerek sofradan kalkılırdı.

Yemeğe ev sahibinden önce oturmak, ev sahibinden önce yemeğe başlamak ve ondan önce sofradan kalkmak, âdâb-ı muâşerete aykırı davranışlardı. Kezâ büyük lokma yutmak, yemek esnasında kaşığı ve çatalı ağzının dibine kadar sokmak, sofradaki ekmek kırıntılarını el marifetiyle toplayıp yemek, karşısındaki kişiye usûl erkân bilmediğini gösteren emârelerdi.

Buraya çok dikkat etmek lâzım: “Yok efendim, bıçak sağa konur, peçete dizin üstüne serilir” gibi tamamı ile şekle odaklanan alafranga usûller ile meşgul olmamış ecdâdımız; bilâkis, yaşça büyük olana hürmet eden, misafiri baş tâcı eden, Allah’ın (CC) ihsan ettiği nimetlere saygısını gösteren, sofrada yemeğe oturanların birbirlerini aşırı davranışları ile rahatsız etmelerinin önüne geçmek için naif ve maksada uygun teamüller belirlemiş.

Eve misafirliğe gelenlerin ayakkabılarının uç kısmı, evin içine dönük hâle getirilirdi Osmanlı’da. Bu hareket, misafirlerden memnun kalındığı, onların tekrar davet edileceği ve ziyaretten duyulan memnuniyeti belirtirdi. Hem bu şekilde misafirin, evden çıkmak için ayakkabısını giyerken sırtının ev sahibine doğru dönmesi de engellenirdi.

Evden sokağa edep

Kur’ân tilâvetlerinin eksik edilmediği, Sünnet-i seniyyeye uygun hayatların hüküm sürdüğü, tasavvuf terbiyesini özümsemiş eski Osmanlı evlerinde yüksek sesle konuşulmaz, sükûnete önem verilirdi. Bu sayede de evlerin içindeki zarâfet ve edep gözle görülebilirdi.

Evler genellikle cumbalıydı. Cumbanın pencereleri dışarıya doğru, evin içerisinin doğrudan görünmesini engelleyecek şekilde ahşaptan kafesler ile örtülüydü. Bu evlerin duvarlarında asılı duran işlemeli yazılar dahi dünya hayatının fâni oluşunu vurgulayan anlamlar yüklüydü. Tarih kitaplarında evlerde genellikle “Ya Mâliku’l-Mülk” yazısının duvara asılı olduğundan bahsedilir. Allah’ın (CC) 99 İsminden bir tanesi olan bu güzel isim, mülkün gerçek ve ebedî sahibinin yalnızca Allah (CC) olduğunu aciz kullarına hatırlatarak, evde otururken dahi ahiret hayatının akla getirilmesini sağlardı. Gördüğünüz üzere Osmanlı’nın mütevazı evlerinde süs eşyaları bile nefsi terbiye etmekle meşguldü.


Osmanlı’da evlerin bir kısmının sokak kapısında ay ve yıldız bulunurdu. Bu işaret, evden birisinin hacca gittiğini konu komşuya ilân eder, hacca gidenlerin arkasından, “Allah gitmeyenlere de nasip etsin” diye duâ edilmesine vesîle olurdu.

Mahalleye yeni bir komşu geldiği vakit, evin hanımına çocuklar aracılığı ile haber yollanır; müsait bir gün mahalledeki hanımlar, yeni gelen hanım komşularına hoş geldiniz ziyaretinde bulunurlardı. Gelirken herkes, komşularını çok mahcup etmeyecek ölçüde, pahada hafif hediyeler getirir, mahalleye yeni gelen komşunun yabancılık çekmemesi sağlanırdı.

Osmanlı sokakları tertemizdi. İnsanlar yerlere tükürmekten dahi imtina ederlerdi. Zira yere tükürürken görülen kişilerin şâhitliği, mahkemelerde kabul edilmezdi.

Evlerin cumbalarındaki saksılarda yetiştirilen çiçeklerden yükselen kokular tüm sokağa yayılırken, ecdâdımız o çiçeklere de ince ve zarif anlamlar yüklemişti. Örneğin pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa, bu, “Evde gelinlik çağına gelmiş bekâr kız var. Evin önünden geçerken konuşmalarınıza dikkat edin ve kesinlikle kötü söz söyleyip onu incitmeyin” anlamına geliyordu. Kırmızı çiçeği fark etmek sûretiyle ailesini yanına alıp evin kızına talip olan damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için ilk önce pantolonlarının diz izlerine bakılır, ön dizlerde kırışıklık varsa damat namzeti, talip olunan kızın ailesi nezdinde olumlu intiba bırakırdı.

Penceredeki sarı çiçek ise evde hasta olduğu, evin önünde, hattâ sokakta gürültü yapılmamasının istendiği anlamına gelirdi. Pencere önündeki çiçeklere dahi yüklenen anlam ve nezâket, Osmanlı toplumun içinde bulunduğu ahlâkî ve kültürel seviyenin alâmet-i farikası olsa gerek.

Nezâket yalnızca çiçeklerle sınırlı kalsa, iyi; Osmanlı’da evlerin kapı tokmakları dahi ayrı bir anlam ifade ediyordu. Kapı tokmakları çift halkadan müteşekkildi. Bunlardan büyük olanı kalın, küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır; içerideki ev sahibi, gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar. Bey yok ise, evin hanımı ya da bir başkası tarafından mahremiyet teamüllerine uygun vaziyette kapı açılırdı. Şayet ince sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.

Osmanlı’da günlük hayat alabildiğine sadeydi. Lâkin o sadeliğin içerisinde ayrı bir zarâfet gizliydi. Kimseleri ürkütmeden, incitmeden, gösterişsiz sergilenen bir zarâfet... Osmanlı Medeniyeti işte tam da bu zarâfetin üzerine inşâ edilmişti!

Ahlâk ve görgünün medeniyeti

Şimdilerde mahkemelerdeki arabuluculuk müessesesini Osmanlı çok daha önceden keşfetmişti. Şayet mahalleli arasında bir ihtilâf çıkarsa, kadıya gitmeden önce mahalledeki caminin imamına gidilir, imam da meseleyi kadı efendiye götürmeksizin sulh yolunu tavsiye ederdi. İmamın yaptığı tavsiyeye de ekseriyetle uyulurdu.

Osmanlı’da din görevlileri yalnızca insanların ibadeti ile değil, günlük hayattaki düzenin bozulmaması adına her türlü anlaşmazlığın çözümü ile de meşgullerdi. Anlaşmazlıklar illâ çözülürdü. Çünkü Osmanlı’da insanlar, gönülden bağlı bulundukları İslâmiyet’in küslüğü ve kin tutmayı yasaklaması sebebiyle her Cuma ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkların kaldırılması ve aradaki husûmetlerin unutulup barışmaya vesîle olması için bir fırsat bilmişlerdi.

Güzellik ve ihsan medeniyeti Osmanlı’da gündelik hayatta insanlar inançları gereği zihinlerine ve kalplerine mühürledikleri bir yazı ile dolaşırdı. Dışarıdan herkes göremezdi, lâkin o yazıyı günümüzdeki Osmanlı torunları görebiliyor. Orada, “Edep Ya Hû!” yazardı.

Şimdilerde cenaze evinde ev sahibinin yemek ikram etmesi gibi, bizim de anlamlandırmakta güçlük çektiğimiz yeni âdetler türedi. Oysa Osmanlı’da, herhangi bir mahallede birisi öldüğünde, cenaze evine ilk önce kıble istikametindeki komşusundan başlamak üzere bir hafta, on gün boyunca yemek yollanırdı. Cenaze evindekilerin bir de yemek yapacak hâlleri yoktu ya… Ölünün kırkı çıkmadan, komşulardan kimse onlara işittirecek tarzda gülüp eğlenmez, mevtanın ölümünden duydukları hüznü belli edecek şekilde davranışlarda bulunulur, böylece komşunun acısına ortak olunurdu.

Bayramlarda ve Cuma günleri mahalle kabristanına topluca gidilir, burada ziyaretler yapılır ve duâlar edilirdi. Kabristandan bir çiçek bile koparmak hoş karşılanmazdı. Osmanlı’da mezar taşları, Yaratan’a saygı üzerine inşâ edilmişti. Mezar taşları, edep ve zarâfetin bütün inceliklerini gösteren birer edebiyat ve sanat eseriydi. Osmanlı’da kabristanların çoğunda, mezar taşlarında üç harften ibaret olan “Hiç” kelimesi yazılıydı. Bu yazı, Kâinatın Yaratıcısı, Sonsuz İkram Sahibi Yüce Allah’ın (CC) yanında biz aciz kullarının dünya ve ahiret hayatında kapladığı yeri hatırlatıyordu âdeta.

Âhir zamanın sözde modası hâline gelen abartılı gösteriş, böbürlenme ve israf gibi davranışlar Osmanlı döneminde mânevî zafiyet belirtileriydi. Edep, sanki cismî bir varlığa dönüşmüş, sokaklarda kol geziyordu. Yapmacık hareketlerden kaçınan mütevazı ve ağırbaşlı insanlar, yürüyen birer edep timsaliydiler sanki.

Dönemin Avrupa’sında feodal beyler kendi halklarına zulmedip taş taş üstünde bırakmazken, Osmanlı’nın tevazu yüklü sokaklarının başlarında sadaka taşları vardı. İhtiyacı olan, sadaka taşının üzerindeki keseden sadece ihtiyacı kadarını alır, gerisine elini dahi sürmezdi. Aynı şey, yolların üzerinde vakıflar tarafından kurulan yolcu konaklarında da uygulanırdı. Yolcular, şayet ihtiyaçları varsa yatağının başucundaki keseden ihtiyaçları kadar akçe alabilirdi. Yolcuların atlarına ücretsiz bakılır, üç gün helâlinden yemek verilirdi.

Temizlik de, medeniyet de imandan…

Hazır Avrupa’dan söz açılmışken, pencerelerinden -çok affedersiniz- tuvalet pisliklerini gelişigüzel sokağa attıklarından dolayı yolda yürüyen insanların şemsiye açtıklarını, ağız birliği etmişçesine hemen hemen tüm tarih kitaplarında okuyoruz. 19’uncu yüzyıl ortalarına kadar Paris’teki kanalizasyonların üzeri açık olup şehrin cadde ve sokaklarını saran pis kokulardan mütevellit, gerekmedikçe çarşıya pazara çıkmayan Fransızları da yazıyor bu kitaplar. O dönemler senede bir, bilemediniz iki gün yıkanan İngilizleri de…

Bizim medeniyetimizde ise günde beş vakit abdest vardır. Hattâ tuvaletin bile bir âdâbı vardır. Yüce dinimiz İslâmiyet sayesinde tuvalete hangi ayakla girilip çıkılacağı bile önceden bellidir. Orada bile bir Müslümanın disiplinli ve ölçülü olması öngörülür. Bizim medeniyetimizin yedi yüzyıl öncesinde icâd ettiği tuvaletlerle yaklaşık yüz sene evvelinde tanışan Avrupalıların hâlâ gerimizde olduklarını söylemek, sanırım yanlış olmaz.

Osmanlı’da günlük konuşulan dilde kelimeler bile özenle seçilirdi. Allah’ın (CC) selâmı mutlaka alınıp verilirdi. Hanımlar eşlerine “Efendi”, “bey” ya da “siz” derlerdi. Beyler de eşlerine “hanım” diye hitap ederlerdi. Yürürken sert adımlardan kaçınılır, ses çıkarmamaya özen gösterilirdi. Yolda yürürken küçükler, büyüklerin önünden asla yürümezlerdi.


Osmanlı beyefendileri ve hanımefendileri, “Kapıyı kapat!” demezlerdi. “Allah (CC) kimsenin kapasını kapatmasın” diye düşünüldüğünden, “Kapıyı ört” ya da “Kapıyı sırla” denirdi. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi de edepten ileri gelirdi.

Osmanlı’da uyuyan birini uyandırmak için o kimse sarsılmaz veya adı ile çağırılmazdı. Uyumakta olan birine, “Agâh ol erenler!” denirdi. “Agâh olmak”, Allah’ın has sevgili bir kulunun gölgesine girmek demekti çünkü.

“Lâmbayı söndür” de demezmiş ecdâdımız. “Allah (CC) kimsenin ışığını söndürmesin” diye “Lâmbayı dinlendir” derlermiş. Aynı şekilde “Lâmbayı yak” da denmez, “Lâmbayı uyandır” cümlesi tercih edilirmiş.

Vakıf toplumu

Osmanlı’da nezâket, incelik ve edep her işin başı olduğundan, insanların sözü katiyen kesilmez, insanlar parmakla işaret edilmezmiş. Sevgili Peygamberimiz’in (sav) 63 yaşında bu dünyayı terk-i diyâr etmelerinden dolayı, 63 yaşını geçen dedeler ve ninelere yaşları sorulduğunda, “Hâddi aştık” derlermiş. Edebe, saygıya, Peygamber sevgisine bakar mısınız?

Hayır hasenat sahibi kişilerin dükkân sahiplerine parasını ödeyerek ihtiyaç sahipleri alsınlar diye askıya yiyecek bıraktıkları, hepimizin malûmu zaten. Buna fakir fukara Ramazan ayına erzaksız girmesin diye, fitre ve zekâtını Ramazan ayından önceki Şaban ayında veren gönlü bol Müslümanları da ekleyebiliriz. Hele mahalle esnafının Ramazan ayında toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin “borç defterini” kapatmasını, sözde çağdaş geçinen bugünün Batı medeniyetlerine izah edemezsiniz. Nasıl anlatacaksınız ki? Adamlar hiç yaşamamış böyle bir şey!

Cuma namazına giden esnafın kapıyı kilitlemeden, kapı önüne yalnızca sandalye koymasını nasıl açıklarsınız peki? O sandalye de, sırf dükkânda kimsenin olmadığı belli olsun diye konulmuştur. Dükkâna ola ki müşteri girerse, ayıp olmasın… İşin daha da güzeli, bunu sarrafların da yapmasıdır. İçerisi kilolarca altınla doludur dolu olmasına da, Müslüman ülkesinde tek bir sandalye o altınları korur. O sandalye aslında nedir, bilir misiniz? İmanın ta kendisidir!

Allah’tan (CC) korkan, kuldan utanan, yaptığı her harekette sanki Allah’ın (CC) huzurundaymışçasına davranan atalarımız, kapı kilidi nedir bilmezlermiş.

Osmanlı döneminde İstanbul’u ziyaret eden İtalyan yazar Edmondo de Amicis, “İstanbul” isimli anı kitabında karşılaştığı bir manzarayı aynen şöyle naklediyor:

“Şurası bir gerçektir ki, İstanbul’da yaşayan Osmanlılar, Avrupa’nın en nazik ve en kibar topluluğudur. İstanbul’un en ıssız sokaklarında bile bir yabancı için hiçbir hakarete uğramak tehlikesi yoktur. Hattâ namaz vakitlerinde bile camileri gezmek mümkündür. O vaziyette bir ecnebi, bizim kiliseleri ziyaret eden bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet göreceğinden emin olabilir.

Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla mütecessis bir nazara bile tesadüf edilemez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da yok denecek kadar azdır. Kapılardan, pencerelerden, dükkânlardan hiçbir yüksek ses aksetmez. Hiçbir münasebetsiz hareketten eser görülmez. Çarşının kutsiyeti de camiden aşağı değildir. El ve kol hareketleriyle karşılaşmadığınız gibi, lüzumsuz lâkırdılarla kulaklarınız da rahatsız edilmez. Halk arasında kahkahadan, bağırıp çağırmadan eser yoktur.”

Yıllar öncesinde İtalya’dan kalkıp Dersaâdet’i ziyarete gelen bir yabancı bile Osmanlı’yı bugüne kadar gördüğü en kibar insanlar topluluğu olarak tanımlamıştır. Edmondo de Amicis bu güzel kitabında, karşılaştığı insanların sükûneti, tevazuu ve nezâketleri karşısında oldukça şaşırdığını itiraf eder ve kitabı boyunca bunun nedenini merak eder durur. Bu medeniyetin insanları içinse sorunun cevabı bellidir. Osmanlı’da, gündelik hayatta gördüğünüz sıradan insanlar Allah’ı (CC) görürmüşçesine yaşamaya çalışırlarken, kendilerini izleyen, yaptıkları her davranışı gören Rablerinin varlığını bir an olsun akıllarından çıkartmamışlardı. Zamandan ve mekândan münezzeh Allah’ın (CC) varlığına tüm benlikleriyle inanan bu güzel insanlar, evlerinde, sofralarında, misafirlikte, uykularında, mahallelerinde sanki onun huzurundaymış gibi edeplerini ve terbiyelerini her daim muhafaza ettiler.

İtalyan yazarın merak ettiği sorunun cevabı buydu sanırım. Güzellik ve ihsan medeniyeti Osmanlı’da gündelik hayatta insanlar inançları gereği zihinlerine ve kalplerine mühürledikleri bir yazı ile dolaşırdı. Dışarıdan herkes göremezdi, lâkin o yazıyı günümüzdeki Osmanlı torunları görebiliyor. Orada, “Edep Ya Hû!” yazardı.

 

Kaynakça

Nevin Meriç, Âdâb-ı Muâşeret: Osmanlı’da Gündelik Hayatın Değişimi  (Kapı Yayınları)

Prof. Dr. Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar, 4. Cilt (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)

Prof. Dr. İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile (Kronik Kitap)

Mehmet Dikmen, Kur’an ve Sünnete Göre Âdâb-ı Muâşeret (Demlik Yayınları)

Edmondo de Amicis, İstanbul (Pegasus Yayınları)