DÜNYA tarihini yazmış
sayılı imparatorluktan biri olarak kabul edilen ve 16. yüzyılda 5 milyon 200 bin
kilometrelik coğrafyada hükümfermâ olmuş, nâmı yedi düveli tutmuş Osmanlı Devleti’nin
arması hangi sembollerden oluşuyor ve geçmişten bize neler söylüyor?
İlk
bakışta bu sorunun cevabı zihnimize kolaymış gibi gelse de, hafızamızı
yokladığımızda, eşimize dostumuza sorduğumuzda armada yer alan sembol sayısının
tamamını sayamadığımız gibi, sembollerin zamana iz bırakarak verdiği mesajları
genel kabul içinde değerlendirdiğimizi de fark ederiz.
Bilenlerimiz
elbette vardır ve çoktur, ancak itiraf ediyorum, bu değerlendirme kendi
hafızamın bana yaptığı “zannetme” provokasyonundan mülhemdir. Çünkü genel
olarak haberdar olmak ile bilmek ve bilginin ardında saklı hikmeti bulmak arasında
uzun bir mesafe olduğunu gafil avlanınca anlayıverdim.
Her
şey, sanat atölyemizde Osmanlı armasının üç boyutlu tasarımı yapılırken, bir
öğrencimin armada yer alan hilâl üzerindeki eski Türkçe yazılmış ifadelerin ayet
olup olmadığını sorması ile başladı. Bir ayet olmadığını biliyordum, fakat ne
söylediği hakkında bir bilgiye sahip değildim. Ezberci hafızam masum bir zekâ
tarafından sobelenmişti. Ona “Birlikte öğrenelim!” diyebildim. Ve iki dersimizi
Osmanlı armasının dünyaya, zamana ve pek tabiî bize söylediklerini öğrenmek
için ayırdık. Öğrendiklerimizi paylaşırken bir gerçeğe, bir komplekse, bir
yaraya veya (yazının sonunda siz karar verin) bir boşluğa da temas edelim
istedim. Armada yer alan sembollerin isimleri, tarihî serüvenini, büyük devlet
olma hassasiyetini, verdiği mesajları, estetik normları birlikte gözden
geçirelim diledim.
Osmanlı
armasının tarihî serüveni
Osmanlı
Devleti, ilk olarak 1839 ilâ 1861 yılları arasında hükümfermâ olan 31. Sultan ve 110. İslâm Halifesi Abdulmecid döneminde
bir armaya sahip olma gerekliliğini hissetmiş. Bu gereklilik devletin kendi
siyasî ihtiyaçlarından hâsıl olmamakla birlikte, tarih yazıyor olmanın imtiyazı
ve Batılı ülke Fransa ve Büyük Britanya tarafından gösterilen teveccüh
neticesinde tasarlanmış. Zira 18. yüzyılda Osmanlı Devleti, dünyanın süper gücüymüş.
1853-1856 yılları arasında Avrupalı devletlerin Rusya’yı
Avrupa ve Akdeniz dışında tutmayı amaçlayan Osmanlı-Rus Savaşı’na (Kırım
Savaşı) Osmanlı, Birleşik Krallık, Fransa ve Piyemonte Sardinya ile savaşa
girer ve bu savaş, müttefik güçlerin zaferiyle sonuçlanır. İşte bu zafer
sonrasında, Kırım Harbi’nde müttefikimiz olan Fransız Devleti, bir dostluk
armağanı olarak “Légion
d’Honneur Nişanı”nı Sultan Abdülmecid Han’a verir.
“Légion
d'honneur” (Şeref Nişanı) ya da tam adı
ile (Fransızca) “Ordre national de
la Légion d'honneur”, Napoleon
Bonaparte’nin 19 Mayıs 1802 tarihinde imzaladığı bir kanun ile
oluşturulmuş Fransız nişanıdır.
“Légion d'honneur”, Fransa’nın en yüksek dereceli sivil nişanıdır. 1804 yılının
Mayıs’ında Fransa İmparatoru olan Napoléon Bonaparte, Haziran ayından itibaren
kişileri bu nişanla ödüllendirmeye başlamıştır. Bu nişan, bugüne dek
Fransa’daki tüm yönetim rejimlerinde takılmaya devam edilmiştir. “Légion
d’Honneur”, Fransız madalyaları arasında hâlâ kullanılan ve en tanınmış
olanıdır.
Bunun
üzerine diğer müttefikimiz İngiliz Kraliyeti, bunun gerisinde kalmamak için “Diz
Bağı Nişanı”nı hediye eder. III. Edward tarafından uygulanan “Diz Bağı
Nişanı”nda şöyle bir gelenek vardır: “Diz Bağı Nişanı” verilen kişilerin ve/veya
ülkelerin armaları, Windsor Sarayı’ndaki St. George Kilisesi duvarlarına
asılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin o güne kadar bir arması bulunmadığından, Sultan
Abdülmecid İngilizlerden bu işin ustalarını göndermelerini ister.
Kraliçe
Victoria, Charles Young’u (bir arma ressamı) İstanbul’a gönderir. Charles,
Osmanlı Devleti’ne ilk armayı yapar. Etienne Pisani isimli bir tercüman ile
icraatlarını yürüten ressam, Osmanlı Devleti’ni bütünüyle kapsayan bir arma
yapmak için yoğun çaba sarf eder. Sonunda saltanat kavuğu, sorguç, tuğra ve ay
yıldızın da içinde bulunduğu Osmanlı Devleti’ne yakışır bir eser ortaya
çıkarır.
Yaptırılan
bu arma, daha sonra Londra’daki Osmanlı Sefiri Kostaki Efendi’ye gönderilip
teslim edilir. Yapımı tamamlanan ve İngiltere’ye gönderilen arma, resmî tören
ile alınır ve St. George Kilisesi’nin en yüksek yerine asılır.
Böylelikle Abdülmecid, Osmanlı Devleti’nde ilk kez yabancı nişan kabul eden sultan olur. Daha sonra Abdülmecid Han’ın oğlu Sultan II. Abdulhamid, babasının devrinde yapılan armaya yeni eklemelerde bulunur ve 17 Nisan 1882 yılında resmî olarak kabul edilip kullanılmaya başlanır.
Osmanlı
arması dünyaya ve bize ne söyler?
Bugün
görüyorum ki, binalarımızın giriş kapılarını, işyeri duvarlarını, sosyal medya
sayfalarımızı ve evlerimizin salonlarını süslüyor Osmanlı arması. 30 ayrı
sembolün bir araya getirilmesiyle tasarlanmış bu muhteşem alâmet-i farika, bana
göre sadece iyi bir tasarım olmakla kalmayıp, gerek şekillerin görünür izahları,
gerek saklı mesajlarıyla ait olduğu devletin gücünden, yönetim anlayışından, kâinat
ve insan merkezli üst akıldan, İlâhî yasalardan söz eden bir önsöz niteliğinde.
Kaynaklar
bizi, Osmanlı armasının bugün aşinası olduğumuz son şeklini almadan çok önceleri
gerek fermanlarda, gerek icatların gerçekleşme süreçlerinde, gerekse yazışmalarda
minimalist fügülerle tasarlanmış ongunlar olduğundan haberdar eder. Ancak
bugünün süper güçlerine ait armaların bilinirliliğinden daha fazla yaygınlaşmış
ve bilinirliliği yüksek olan Osmanlı armasının son şekline odaklanmakta fayda
buluyorum.
Meraklısı
bu armanın mazisine, etkileşim sürecine, değişim ve dönüşümüne kaynaklardan
ulaşabilir. “İkra” emri yazılı olanı okumanın ötesinde bir farkındalık çağrısı
olduğundan, bu emre muti olarak kaynaklardan edindiğim bilgileri kendi
algılarımla harmanladığımın da altını çizmekte fayda görüyorum.
Geçmişi
ile onur duyan kompleksiz her Türk’ün şerefle günümüzde taşıdığı bu arma ne çok
şey barındırıyor, birlikte bakalım.
Armanın üst zeminini oluşturan geniş motif “güneşi” sembolize ediyor. Tüm karanlıkların ışığa ihtiyacı vardır ve güneş, dünya etrafındaki meşki ile döne dolaşa dünyayı aydınlatır. Aynı zamanda kucaklayıcı bir şefkat simgesidir güneş. Osmanlı Devleti armasında güneşe yer veriliş sebebi, aydınlatıcı bir devlet ve kucaklayarak kuşatıcı bir din algısını taşımasındandır.
Dünyayı tesiri altına alabilme yetkisine sahip güneşin
üzerindeki yeşil daire, dünyayı ve dünya üzerinde var kılınmış en büyük
Müslüman Türk hanedanını simgeler ki, üzerinde dönem padişahı II. Abdulhamid
Han’ın tuğrası bulunmaktadır. Tuğranın sanatlı zarif sitili, otoritedeki ilmî
tedris ve estetiğin ibaresi olarak da sözünü söyler. Aynı zamanda daire
yeşildir ve yeşil, İslâm’ı sembolize edegelen bir renktir. “Dünya Müslümanları,
gerektiğinde Osmanlı Devleti’nin himayesinde huzur bulur” güvencesi sessizce
verilmiştir.
Bu yeşil daireyi kuşatan bir hilâl yer alır. Hilâl, İslâm
dininin ibadetlerini koordine eden kâinat saatidir ve zamanı disiplinize
ederken, karanlıklarda yön tayini ile geceyi gündüz kadar anlaşılabilir kılar. İslâm
dininin yeryüzüne indirilişinden bu yana Müslümanlığın sembolü hâline gelmiştir
ve dünya ülkeleri, en çok Osmanlı Devleti döneminde hilâlin İslâm’ı sembolize
ettiğinin bilincine varmıştır.
İşte bu hilâl üzerinde eski Türkçe bir ifade yer
alır ve ayet mi, hadis mi, beyit mi, dua mı olduğu pek bilinmez. Hatta Heraldik
(arma bilimi) uzmanlarınca numaralandırılarak ismi ve izahı verilen semboller
arasında, üzerinde ibare bulunan hilâl numaralandırılmamıştır. (Kimi yerlerde kendi
algı ve yorumlarımı “bana göre” ifadesi ile belirtişim bundandır.) Hilâlin
üzerinde yeni bir hilâl sitilize edilerek nakşedilmiş bu ifade de şunlar yazar:
“El-Müstenidü
bi't-Tevfîkâti’r-Rabbâniyye ed-Devletü’l-Aliyyeti’l-Osmâniyye” (Rabbânî
muvaffakiyetlere dayanan Yüce Osmanlı Devleti).
Ve yukarıdaki yeşil daire içerisindeki tuğra, padişahın tüm başarılarını ve Osmanlı Devleti’nin tüm gücünün bu ilâhî tevekkül ve teveccüh ile mümkün olabileceğinin altını çizerek, padişah bile olsa “kul olma” idrakini esas alır.
Osmanlı arması, 30 ayrı sembolün bir araya getirilmesiyle tasarlanmış. Bana göre sadece iyi bir tasarım olmakla kalmayıp, gerek şekillerin görünür izahları, gerek saklı mesajlarıyla ait olduğu devletin gücünden, yönetim anlayışından, kâinat ve insan merkezli üst akıldan, İlâhî yasalardan söz eden bir önsöz niteliğinde…
Hilâlin
altında yer alan “kavuk” Osman Gazi’yi temsil eder ki, bence “geçmişe vefanın,
geleceğin inşasında ne denli önemli olduğu hakikatinin” hiç unutulmadığının
izahıdır.
Üç hilâlli yeşil Hilâfet sancağı, devletin ideasından, yasalarından söz eder ve bana göre beyaz hilâlli kırmızı bayrakla aynı hizaya yerleştirilerek devlet şuurunun vatan ve millet için olduğunu belirtir. Sancak, her ülke için önemli bir semboldür ve dünya ülkeleri arasında kimlik niteliğine de haizdir. Sancağın yeşil rengi İslâmiyet’e, üç beyaz hilâl ise Osmanlı Devleti’nin hükümfermâ olduğu üç kıtaya işaret etmektedir. Bu kıtalar bu gün beş büyük güç olup dünyaya zulmü servis eden ülkelerin de içinde bulunduğu Avrupa kıtası, bugün sömürülen ve fakat Osmanlı döneminde insan ve kul olmanın İslâmiyet’in din, dil, ırk gözetmeksizin eşitlik yasası ile şereflendiği Afrika kıtası ve bugün Hıristiyan âlemi tarafından kan gölünde boğulmak istenip terör ve mezhep kavgalarının körüklendiği ve de içinde Osmanlı torunlarının/cedlerinin izinden gitme gayreti ile dik duruş manifestosunu belirleyen Türkiye’mizin de bulunduğu Asya kıtasını temsil eder. Bu üç hilâl özetle, o dönemde Osmanlı Devleti ile İslâmiyet’in üç kıtaya hâkim olduğunun ifadesidir.
·
Süngülü
Tüfek: Osmanlı ordusunun aslî silahı.
·
Tek
taraflı teber (balta): Savaş gereci. (Ordunun gücünü temsil ediyor.)
·
Toplu
tabanca. (Ordunun gücünü temsil ediyor.)
·
Terazi,
şeşper ve âsâya asılıdır. (Adaleti temsil ediyor.)
·
(Üstte) Kur’an-ı Kerim, (altta) kanunnâmeler.
(İlâhî yasayı ve dünyevî yasaları temsil ediyor.)
·
Nişan-ı
Âli-i İmtiyaz; devlete faydalı olmuş ilim adamlarına, idarecilere ve askerlere
verilirdi. (II. Abdülhamid tarafından ihsas edilmiş bir nişandır.)
·
Nişan-ı
Osmanî; devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi. (Sultan
Abdülaziz tarafından ihsas edilmiş bir nişandır.)
·
Âsâ
ve şeşper: Firavun’un zulmünden Allah’a sığınan Hz. Musa ve himayesindeki iman
edenler için Kızıldeniz’i ortadan ayırarak yol açan âsâyı temsil ettiği kaynaklarda
yer almıştır. Mümkün müdür? Mümkündür! Ve bence her zulmü sonlandıracak
kudrette Bir Yaratıcı’nın varlığına, her zalimi faka bastıracak bir âsânın
mevcudiyetine dikkat çekilmiş olabilir. Şeşper ise bir nevi topuzdur. Kutsal
değerleri âsâ tevekkülü ile gayreti birleştirmek ve bunu adalet çerçevesinde,
zulmetmeden yapmanın şerhini düşüyor olabilir. Zira adalet terazisi, armada asa
ve şeşpere asılıdır.
·
“Çapa”,
donanmayı temsil eder. Barbaros Hayrettin Paşa, Piri Reis, deniz komutanlarını
yetiştirmiş, sadece karada değil, denizde İslâm sancağını dalgalandırmış
Osmanlı Devleti Deniz Kuvvetleri’ni bu sembol ile armasına taşımış.
·
“Bereket
boynuzu”, Osmanlı topraklarındaki bolluk ve bereketi simgeler. Mitolojik
bir kültürden günümüze dek gelen bu figürün aslında bizim kültürümüzde pek yeri
yoktur. Ancak vahye muti olduğu kadar gelenekleri de aslî kaynaklara tehdit
oluşturmadığı sürece geniş gönüllük ve hoşgörü ile Osmanlı Devleti’nin kültürel
yapısı içinde barındırdığını düşündürüyor bu sembol bana.
·
Nişan-ı
İftihar, üst düzey devlet adamları ve askerlere verilirdi. (Sultan
Abdülmecid tarafından ihsas edilmiş bir nişandır.)
·
Yay:
Savunma gereci. (Ordunun gücünü temsil ediyor.)
·
Nişan-ı
Mecîdî, savaşlarda üstün başarı gösteren askerlere verilirdi. 5 ayrı kademeden
oluşur, başarılar arttıkça bir üst kademenin nişanı verilip eski nişan geri
alınırdı. (Sultan Abdülmecid tarafından ihsas edilmiş bir nişandır.)
·
Borazan:
Çağrı, davet ve zafer duyurularını temsil ediyor.
·
Şefkat
Nişanı, savaş zamanında ve büyük afetlerde devlete ve millete hizmet eden
kadınlara verilirdi. (II. Abdülhamid tarafından ihsas edilmiş bir nişandır.)
·
Top
gülleleri. (Ordunun gücünü temsil ediyor.)
·
Kılıç.
(Geçmiş savaş ve zaferlerin tecrübesini temsil ediyor.)
·
Top.
(Ordunun gücünü temsil ediyor.)
·
El
siperlikli merasim kılıcı. (Hiyerarşiyi temsil ediyor.)
·
Mızrak.
·
Çift
teber.
·
Tek
taraflı teber.
·
Bayrak.
(Bağımsız Türk milletini ve vatanı temsil ediyor.)
·
Osmanlı
sancak hilâli. (Devletin dinini ibraz ediyor.)
·
Mızrak.
·
Eliptik
bir dizayn ile armanın merkezine yerleştirilmiş “kalkan” saltanatı temsil eder
ki, üzerine nakşedilmiş 12 burç (yıldız) bana göre, bütün bir yılın
sorumluluğundan, farklı insanî özelliklerin kabulünden, inkişafından haberdar
olunduğunun beyanıdır. Bu kalkanın tam ortasında yer alan güneş, insanlığı
İlâhî yasalarla huzura, barışa davet etme mesuliyetinde olan Hilâfeti temsil
eder.
Simetri
normda hazırlanmış bu armada yer alan tekrar figürler, muhtemel estetik duruşu
tamamlamak için kullanılmış. Boynuz içine yerleştirilmiş çiçekler kâinatla
teması betimlediği gibi, hoşgörüyü, sevgiyi, anlayışı temsil ediyor.
Madalyaların asılı olduğu estet defne yaprakları sitilize edilerek, sanatın
ulaştığı zarif noktaya temas ediyor.
Osmanlı armasında yer alan hemen hemen tüm detaya gerektiği kadar temas ettiğimizi düşünüyorum. Şimdi bir de dünden bugüne dönelim ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin 94 yıldır neden bir arması yok?” sorusunu soralım.
“Türkiye’nin geçmişi ve kimliğiyle sorunu mu var?” Benim yok! Benim gibi inanan siyasî otoritenin de belli ki yok! Sorunu olanlara, “Al bayrak neyinize yetmiyor?” sorusunu soranlara ise, “Al bayrağın da yer alacağı bir armanın nesi sizi rahatsız ediyor?” sorusunu sormak gerek!
Arma
nedir? Türkiye’nin neden bir arması yok?
Eski
Türklerde armaya “ongun” veya “damga” deniyor. Her aşiretin bir ongunu, her
beyin de hususî mühür makamında bir tuğrası oluyor. Bu ongun, Avrupa Hunlarında
“kuş”, Selçuklularda “çift başlı kartal” olarak karşımıza çıkıyor. Kayı boyunun
damgası, “iki ok ve bir yay” şeklinde günümüze kadar geliyor. Osmanlı
Devleti’ni “hilâl” temsil ediyor.
Türk
Dil Kurumu ise armayı, “bir devletin, bir hanedanın veya bir şehrin sembolü
olarak kabul edilmiş resim, harf veya şekil, ongun” şeklinde tanımlıyor.
Bugün,
uluslararası siyasî platformlarda, aşağıda şerhini düşeceğimiz gerekçelerle
tanınan, siyasî varlık gösteren 206 bağımsız ülke mevcut. Her birinin (Türkiye
hâriç) bir arması bulunuyor. Bu ülkeler içinde Türkiye dâhil 193 ülke Birleşmiş
Milletler üyesi. BM’ye üye olmadığı hâlde tüm üye ülkelerin siyasî, hukukî,
hayatî kararlarında etkin rol oynayan Vatikan ile bu sayı 194 oluyor.
Ayrıca
uluslararası ortamda BM’ye üye olmayan, ancak uluslararası hukuk ve Montevideo
Konvansiyonu’nda (1933 tarihli, uluslararası hukukun kişisi olarak devletin
taşıması gerektiği asgarî şartları belirleyen belgedir. 1. maddesine göre
devlet olabilmek için sürekli bir insan topluluğu, sınırları belli bir ülke
toprağı, hükümet -siyasî otorite- ve diğer devletlerle ilişkiye girebilme
kapasitesi gerekmektedir), 1971'den itibaren Birleşmiş Milletler’e üye olmayan,
ancak uluslararası hukuk ve bu konvansiyona göre devlet olarak tanımlanan ülke “Çin
Cumhuriyeti’dir (Tayvan) ve öyle
veya böyle tanınan Çin Cumhuriyeti ile bağımsız ülke sayısı 195’dir.
Bir
de Birleşmiş Milletler’in 46 üyesi tarafından tanınan, fakat Birleşmiş
Milletler tarafından tanınmayan ülke var ki, o da Sahra Arap Demokratik
Cumhuriyeti’dir (Batı Sahra). Tanınma şartlarını kısmen gerçekleştirmiş olan bu
ülke ile birlikte sayı 196’yı bulur.
Devam
edelim… Birleşmiş Milletler’in 91 üyesi ve Çin Cumhuriyeti tarafından tanınan
ülke Kosova, Türkiye
dışında herhangi bir Birleşmiş Milletler üyesi tarafından tanınmayan ülke Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti; Rusya, Venezuela ve Nikaragua dışındaki
Birleşmiş Milletler üyeleri tarafından tanınmayan ülke Abhazya (Gürcistan) ve
Güney Osetya (Gürcistan) ile birlikte bu sayı, Birleşmiş Milletler’in hiçbir
üyesi tarafından tanınmayan ve fiilen bağımsız olan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti
(Azerbaycan), Transdinyester (Moldova) ve Somaliland (Somali) ile bu sayı 204’ü
buluyor.
206’yı
tamamlayacak iki ülke ise, 103 BM üyesi devlet ve BM üyesi olmayan Vatikan
(Holy See), Arap Emirlikleri ve İslâm Konferansı Örgütü tarafından tanınmakta
olan yürek yaramız/yürek yarımız Filistin Devleti.
Bağımsız
ülkelerden 34’ü ile ilişkisi bulunmayan, uluslararası siyasî, hukukî,
diplomatik tesir alanı geniş olan ve bizim dualarımızın ahı İsrail Devleti ile
bağımsız ülke sayısı 206’ya ulaşır.
Bütün
bu bilgileri veriş sebebim, hem bilgilerimizi tazelemek, hem de bu saydığımız
ülkelerin tamamının bayraklarında, diplomatik alanlarında yer alan bir armaya
sahip olduklarını detaylar çerçevesinde değerlendirebilmek içindir.
“206 bağımsız devlet arasında yer alan Türkiye’nin ne kadar zamandır ve niçin bir arması yoktur?” sorusunu yukarıdaki bilgiler ışığında sormakta fayda gördüğümdendir bunca teferruata girişim.
Dünya
ülkelerinin neden birer resmî arması var?
“Dört
tarafımızı cendere içine alan, bağımsız olduğu kadar bağımsız Türkiye’nin
kökleriyle bağını koparan İngiltere ve Avrupa ülkelerinden mi çekiniyor
ülkemizde bazıları?” demekten kendimi alamıyorum. İşte kendimi alamayışımdan
hareketle, bu ülkenin dünyaya söyleyecek sözü varsa, yeniden tarih yazan konuma
gelmişse, faktör olmaktan çıkıp dünya siyasetinde aktif ve aktör konumuna
geçmişse bir arması olmasının gerekliliğini yetkili mercilere hassaten
hatırlatmak diliyorum.
Armaya
sahip söz konusu ülkelerin pek çoğu Hıristiyan’dır ve onlar için şekiller,
semboller, armalar önemlidir. Çünkü içlerini tezyin edemeyenler, dışlarını
makyajlayarak güç bildiriminde bulunmayı bir formül olarak kabul ederler. Yahudiler
bunu bilimsel olarak siyasî ve sosyolojik formül kabul eder ve “Kabala” tabir
ettikleri ilimleriyle kalplere, akıllara nüfus etmeyi başarırlar. Kabala, onlar
için tahrif olmuş dinlerinin tebliğ aracı, siyasî, ticarî, psikolojik ve
sosyolojik alanlar için bir hipnoz kaynağıdır.
Armaların
Hıristiyan dünya için önemi sadece kimlik bildiriminde bulunmak maksatlı
olmayıp, kendi inanç ve düşüncelerini figürler, şekiller ve sembollerle zihinlere
yerleştirme gayreti taşır. Yani algı operasyonunu bu alanda da pek mahir
biçimde kullanıyorlar. Sembollerle ilgili bir çalışmayı 17. Bosna Özel
Sayımızda neşretmiştik. Orada detaylı incelediğimiz, 7. yüzyılda İsevizim
taraftarlarınca neşet ettirilmiş ve kutsal olduğuna inanılmış mitolojik bir
figür olan “Altın Zambak” (Flur de lis), bugün pek çok armada yer almakta ve
hatta ülkemizde dekoratif figür olarak takılara, mutfak gereçlerimize kadar
sirayet etmiş durumdadır.
Dolayısıyla
şekillerin insan zihnine daha hızlı mesaj gönderiyor olma özelliğini ve
gerçeğini göz ardı etmeyen Hıristiyan dünya, her alanda olduğu gibi arma
konusunda da dikkatli, iştiyaklı ve gayretli bir geçmişe sahip.
Meselâ İngiltere’de, 13. asırda arma kitapları neşredilmiş. Yine 1484’te Kral III. Richard, Londra’da bir “Arma Okulu” kurmuş. Zamanla armalarla alâkalı “Heraldik” adında bir ilim şubesi teşekkül etmiş. 14. asırda Bartolus de Sascoferrato adında bir İtalyan hukukçunun armaların hukuku ve sanatına dair şümullü bir eser kaleme aldığı, kaynakların bize söylediğidir. İngiltere’de sadece arma ihtilaflarına bakan bir mahkeme bugün dahi faaliyetini sürdürüyor.
Armaya
muhalif olanlar dış güç mü, iç güç mü?
Öyleyse
Batı ülkelerinin tesiri altında kalmış birtakım zihniyet, bu ülkenin bir arması
olması noktasında nasıl oluyor da keskin tepkiler veriyor? Haydi taklit edelim
ve modern yaşamı, İslâm’a mugayyir hayat anlayışını Batı’dan ithal etmeye teşne
olduğumuz kadar onların bu algılarımızla oynayan şeklî prensiplerini de
edinelim…
Fakat
olmaz!.. Bu ülkenin, saltanatın kaldırıldığı 1922 yılından beri bir arması
yoktur. 1925'te Maarif Vekâleti, farklı bir devlet arması belirlemek için
bir yarışma düzenler ve sonucunda ressam Namık İsmail’in arması birinci olur.
Türklerin simgesi olarak kabul edilen “Bozkurt” figürünün yer
aldığı arma resmî olarak kayda geçirilmez ve hiç kullanılmaz. Bunun yerine
yalnızca ay-yıldızın arma olarak kullanılmasına devam edilir. O gün bugündür
nüfus cüzdanlarımız ve pasaportlarımız buna göre düzenlenmektedir.
Türkiye
arması, pasaportlarda, nüfus cüzdanlarında ve dış temsilciliklerde kullanılan
sembol olan “ay-yıldız”dır. Türkiye arması, Fransa arması ve diğer bazı
ülkelerin armasında olduğu gibi yasal olarak düzenlenmemiştir ve bu yüzden
fiiliyatta armada kullanılan renkler ve bazen ay-yıldızın baktığı yön dahi farklılık
gösterebilmektedir. Çeşitli devlet kurumlarında ve nüfus cüzdanlarında kırmızı zeminde
beyaz ay-yıldız kullanılır. 1930'lardan başlayarak kullanılan eski nüfus
cüzdanlarında “beyaz zeminde kırmızı olarak sola bakan ay-yıldız”
kullanılmıştır. Türk pasaportlarının kapağında “altın
sarısı, sayfalarında ise kırmızı zemin üzerinde beyaz ay-yıldız” bulunur.
Elçilik girişlerindeki panolarda “altın sarısı zemin üzerinde kırmızı ay-yıldız”
vardır.
Evet,
1922’den bu yana, yani 94 yıldır ülkemizin bir arması yoktur. Bir armaya sahip
olmamız gerekliliğine inanmış kişilerin girişimleriyse bakın, nasıl karşılanır…
2014
yılının Ağustos ayında, iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Şanlıurfa Milletvekili Zeynep Karahan Uslu, resmî olarak yeni
bir armanın tasarlanması için 30 milletvekiliyle birlikte “Türkiye Cumhuriyeti
Devleti Resmî Armasının Belirlenmesi Hakkında Kanun Teklifi”ni TBMM Başkanlığı’na sunar. Osmanlı İmparatorluğu’nda en son
2. Abdulhamid döneminde kullanılan devlet arması, Cumhuriyet’in ilanı ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla kaldırılışının 91. yılında sunulan bu teklif
yasalaştırılmış olsaydı, bugün resmîleştirilmiş armamız, büyükelçilik
levhalarını, pasaportlarımızı ve diplomatik kürsüleri süslüyor olacaktı. Olmadı…
“Bayrak
neyinize yetmiyor?”
CHP
Grup Başkanvekili Engin Altay, “Türkiye’nin
arması, al bayrağı ve T.C. ibareleridir. Bu teklif eğer fantezi değilse, Cumhuriyet’i
dönüştürmenin yeni bir adımıdır, yeni bir hamlesidir. Al bayrak neyinize
yetmiyor?!” diye cılız bir soru sormuş.
MHP
Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu, “Bunların hepsi gündem değiştirmeye yönelik birer
girişim. Arma olsa ne olur, olmasa ne olur? ‘Türkiye’ ismi bir armadır;
bayrağımız zaten bir armadır” diyerek sorunu kökten çözmüş.
HDP
Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, “Türkiye’nin arması bayraktır. Bu tür
geçmişten bağlantı kurarak sembollere sığınmanın hiçbir anlamı yok. Devlet
arması için bayrak yeterlidir. Bunlar yakında Halifeliği de isterler” diyerek
korkusunu dile getirmiş.
Sonuç: Biz vatandaşlara meçhul olsa da bu teklif, muhtemelen askıya alındı.
Yoksa
siz Türkleştiremediklerimizden misiniz?
206
bağımsız ülkenin armalarının içerikleri ayrı bir dosya konusu olacak nitelikte.
Fakat özetle, neredeyse tamamında dinî semboller, ordularına ait silahlar,
barış simgeleri, altın zambaklar, aslanlar, kılıçlar, zeytin dalları yer
alıyor. Çoğu barıştan dem vuruyor ve beş büyük güç Müslüman coğrafyalara kan
kustururken, işgal ettikleri ülkelerde her türlü nesne üzerine, düğmeden
dekoratif aksesuarlara, takılara, mutfak gereçlerine, uykuda bile algı
operasyonunu gerçekleştirme gayreti ile nevresim ve yastık kılıflarına
varıncaya kadar her şekilde armalarını basarak imzalarını atıyor.
Mazisini
bir kompleks gibi taşıyanlara, aslını inkar edenlere şu hakikati hatırlatmak
gerekli: “Evet, 7 asra yakın dünyaya hükmetmiş bir saltanat ve Hilafet vardı
geçmişimizde, fakat hiç kimseye bu kadar zulmedilmedi! Bugün demokrasi ve barış
çığlıkları eşliğinde masum insanları gürültüye boğarak ölümü reva görenler, bir
gün aynı nakaratı sizin kulağınıza da fısıldayacaklar, unutmayın!” demeli,
“Yoksa siz onlar mısınız? Onların fısıldayacaklarını sizler mi fısıldamak üzere
görevlendirildiniz?” diye de sormaktan imtina edilmemeli.
Ve
geleceğin inşası için geçmişin tecrübelerini unutmamak gerektiği bilincinde
olan güzel akılların, bu ülkeye (kim ne derse desin) bir arma armağan etmek
için gayretli olmalarını dilemek gerek. Kamuoyuna açık bir yarışma düzenlenerek
bu yüzyılın sonuna, arma tasarımını resmîleştirerek, gelecek zamanlara tıpkı
atalarımızın duyarlılığında bir kimlik, bir duruş resmi kazandırmak gerek.
Ve
son olarak şu soruyu sormak lazım: “Türkiye’nin geçmişi ve kimliğiyle sorunu mu
var?” Benim yok! Benim gibi inanan siyasî otoritenin de belli ki yok! Sorunu
olanlara, “Al bayrak neyinize yetmiyor?” sorusunu soranlara ise, “Al bayrağın da
yer alacağı bir armanın nesi sizi rahatsız ediyor?” sorusunu sormak gerek!
Bugün
alacağımız cevabın iki yıl önce verdikleri cevaptan farklı olup olmayacağını
bilmem, ancak şu gerçeği hatırlatabilirim: Eğer 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet
ilan edildiğinde, akıl buluğ olmuş en az 14 yaşında değilsek, bu vatanın güzide
illerinden birinde doğurmuşsa bizi analarımız, cebimizde taşıdığımız nüfus cüzdanlarımızda
yazdığı gibi hangi mezhep ve siyasî görüşe sahip olursak olalım, dinimiz İslâm,
uyruğumuz Türk ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyızdır. Hâsılı Cumhuriyet’le bir
sorunumuz yok! Olamaz! Sizler de atalarınızın Osmanlı olduğu gerçeğiyle bir
sorun yaşamamalısınız!
Öyleyse
hiçbir şeyin hatırına değil, sadece ceplerimizde taşıdığımız kimlik kartlarımız
hatırına kimlik sorunu kompleksimizden arınalım ve yekvücut olup bu cennet vatana
geçmişi ile sahip çıkalım ki, her geçen gün zulmün arttığı, mazlumun ahının
yüreklerimizi kanattığı zalimlere “Dur!” diyecek güçlü, geçmişiyle ve
birbiriyle sorunu olmayan bir ülke olarak dünyayı huzura kavuşturmaya talip
olalım!