DÜNÜN Kunta Kintelerinin,
o siyah benizli, altın kalpli Siyahîlerin ata yurdu Afrika kıtasının neden
konuşulması gerektiğinin cevabı olarak, sanırım bugün konuşmanın tam da
sırasıdır!
Aç
iştahlı, sömürücü devletlerin cemaziyelevvelerini bilmeden/konuşmadan konuya
girmek istemedim. Milletlerarası ilişkiler alanında üçüncü binyıla girildiği
bir dönemde üzerinde en fazla konuşulacak toprakların başında Afrika’nın geniş
coğrafyası akla gelmektedir.
19’uncu
yüzyılda Osmanlı Cihan Devleti, Kuzey Afrika’dan Çad Gölü’ne kadar ve dolaylı
olarak Mısır Hidivliği üzerinden Somali’ye kadar geniş bir bölge üzerinde
tarihî ve dinî bağları sebebiyle hâkimiyetini ve nüfuzunu korumuştu. Kıtanın
sadece bazı imkânlarına sahip olmak uğruna günümüz dünya ekonomisine yön veren
güçler arasında büyük kavgaların yaşandığı/yaşanacağı ise şimdiden strateji
uzmanları tarafından ciddî anlamda kaygı verici şekilde dile getirilmektedir.
Toplamda
30 milyon kilometrekareyi biraz aşan bir yüzölçümüne sahip Afrika’nın tamamına
yakını, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri bakımından dünyanın başka bölgeleriyle
kıyas edilmeyecek kadar kıymetli. Bu noktada herkesin dikkatini geçmişte olduğu
gibi günümüzde de çekmektedir. Bugün “Doğu Akdeniz enerji sahası” diye tabir
edilen havzanın dillendirilmesi, biraz da emperyalist devletlerin Afrika’yı
sömürdükleri hakikatini setretmek içindir.
Bugün
Libya’da olup bitenlerin serencâmını ve kimi ülkelerde kanlı olaylara sebebiyet
veren “Arap Baharı” adlı hareketin merkezi olan Tunus ve diğer Mağrip ülkeleri
Cezayir, Fas, hattâ Moritanya ve Çad’da yaşananlar hakkında emperyalistlerin
hangi şeytanî emelleri olduğunu anlayabilmenin yolu, dünü bilmek ve tekerrür
eden tarihe bakmaktır.
“Bizim
Afrika çöllerinde ne işimiz var?” sorusunu soranlar, gafil değiller ise, Batılı
emperyalistlerin zımnen ortaklarıdır. Büyük ve İlâhî mahreçli rüyalar görmek
ancak büyük Fatihlerin harcıdır. Atalarımız, “Büyük dağın dumanı büyük olur” demişler.
Osmanlı
Cihan Devleti dinî, siyâsî, askerî ve sosyo-kültürel bağı olan Afrika’yı
yüzyıllar boyunca idare etmiştir. Bu zaman zarfında bölge halkları ile yönetici
konumundaki Osmanlı devlet ricâli arasında büyük yakınlıklar oluşmuştur.
Sömürgeci
güçlerden başta Portekiz olmak üzere İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, Almanya,
Belçika ve diğer Avrupa devletleri, jeopolitik ve stratejik açıdan Afrika’nın
tamamına göz dikmişler ve gizli anlaşmalarla burayı paylaşmışlardı. Bu devletler
arasında öne çıkan Fransa ve İngiltere, belirlenen stratejik bölgeleri sömürge
olarak tayin edip, “Böl, parçala, yut” modelini uyguladılar. Diğer Avrupalı
devletlerce de bu yöntem benimsendi.
Avrupalıların
Afrika’da 19’uncu yüzyıl sömürge politikalarına karşılık, Osmanlı Devleti de
Hilâfet siyaseti ve İslâm Birliği gibi birtakım politikalar geliştirmeye
çalıştı. Özellikle İkinci Abdülhamid Han’ın “İslâm Birliği” siyasetinden
rahatsız olan Avrupalı devletler, Afrika’daki yerli Müslümanları kendileri için
bir tehdit unsuru olarak görmeye başlamışlardı. Bu durum misyonerlik faaliyetlini
de beraberinde getirmişti.
19’uncu
yüzyıl Afrika’sı, sömürgeci güçlere kâbuslar gördüren birçok irili ufaklı
direnişe şâhit olmuş ve bilhassa yerli Müslüman halk, çeşitli tarikatlar
öncülüğünde sömürgeciliğe karşı şiddetle karşı koymuştu. Özellikle Kuzey Afrika’daki
tarikatlar, liderleri öncülüğünde yaklaşık yüz elli sene kadar direnmişlerdi.
Bunlar arasında Sokoto’da Osman Bin Fodyo ile başlayan hareket, Cezayir’de Emir
Abdülkadir, Libya’da Muhammed es-Senûsî ve Çad’da Râbih Bin Fazlullah ile geniş
bir coğrafyaya yayıldı.
Afrika
insanını ve bölgenin her türlü zenginliğini elde etme girişimi karşısında
Avrupalıların aksine insanî, adilâne ve sömürge karşıtı duran tek bağımsız
devlet, Osmanlılardı. Bu durum, Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilinceye
kadar devam etti.
Sömürgeye
karşı Osmanlı politiği
Osmanlı
Cihan Devleti’nin Avrupalılar karşısındaki Afrika mücadelesini tarihten gelen
sorumluluk, insanî değerler ve İslâm kardeşliği şeklinde özetlemek mümkündür.
Avrupa
sömürgeciliğinde öne çıkan “güçlünün oluşturduğu hukukun geçerli olması
anlayışı”, İslâm idarelerinde bunun yanında “hukuk gücünün de yer alması”
ilkesine dönüşmüş ve bu ikisinin birlikte kol kola, omuz omuza yürütülmesiyle
farklı bir adalet anlayışı ortaya çıkmıştı. Avrupa sömürgeciliğinin “Böl,
parçala, yut” ideolojisinin yerini Osmanlılarda “Fethet, mevcûdu muhafaza et,
yaşat ve geliştir” esası teşkîl etmişti.
Avrupalının
yaptıklarını şöyle izah ettiler: “Misyonerler Afrika’ya
geldiğinde bizim topraklarımız, onların İncilleri vardı. ‘Dua edelim’ dediler.
Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim İncilimiz, onların toprakları vardı.”
(Kenya
Kurucu Devlet Başkanı Jomo Kenyata)
Ecdâdımızın İlây-ı Kelîmetullah için Nizâm-ı
Âlem ülküsü, medeniyet tasavvurumuzun ana fikridir. Hedef bellidir; Allah nizâmını
yeryüzüne hâkim kılmak... Bu ülkü Sultan Alparslan’da, Ertuğrul Gazi’de, Osman
Gazi’de, Sultan Fatih Muhammed Han’da ve diğer hünkâr ve padişahlarda da bir
rüya, bir idealdir.
Sultan Alparslan’ın Malazgirt’te şöyle duâ
etmişti:
“Ya Rabbi, Seni kendime vekil yapıyor, azâmetin
karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum.
Ey Allah’ım! Niyetim hâlistir, bana yardım et.
Sözlerimde hilâf varsa beni kahret.
(Askerlerine
hitaben:) Burada Allah’tan başka bir
sultan yoktur! Emir ve kader tamamı ile O’nun elindedir. Bu sebeple benimle
birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”
(Askerin cevabı:) “Asla emrinden ayrılmayacak ve Allah yolunda birlikte
savaşacağız.”
Sultan, beyler, komutanlar ve askerler gözyaşları
içinde birbirlerine sarılarak vedâlaşıp helâlleştiler. Sonra Sultan
Alparslan atına bindi ve askerlerine son kez hitap etti:
“Ey askerlerim!
Eğer şehit olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman rûhum göklere
çıkacaktır. Melikşah’ı yerime tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi
kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır.”
Atası Sultan
Alparslan’ın izinden giden Ertuğrul Gazi oğlu Osman Gazi’daki, onun torunu
Sultan Fatih Muhammed Han’daki de aynı ülkü, aynı ruh, aynı inanç ve aynı
istikamettir.
Genellikle İlk Dönem Osmanlı tarihçileri, Osman Gazi’nin devlet
kurmasını bir rüya motifiyle anlatırlar. Tarihçiler bu motifin bilâhare Türk tarihine
monte edildiğini söyleseler bile, dinî ulemanın dizi dibinde nasihat alan Osman
Gazi’nin örnek aldığı lider, Efendimiz Hazreti Muhammed (sav) ve atası Sultan
Alparslan’dır. Rüyasının muştularla dolu olması, inancının bir tezâhürüdür.
Nizâm-ı Âlem ülküsü olan Osman Gazi’nin torunlarının bugün Orta Doğu’da, Balkanlarda,
Doğu Akdeniz’de, Mağrip ülkelerinde ve Afrika’da olmalarının sebebi de, duâsı
da budur. 567’nci sene-i devriyesini idrak ettiğimiz İstanbul’un Fethi’ni
Hazreti Muhammed’den (sav) işaret alan Fatih Sultan Muhammed Han’ın hedefi de,
dedesi Osman’ın mîrası değil midir?
Aynı ülküyle yoldayız!
Yüz sene önce “Hasta Adam” deyip Cihan
Devleti’ni pay eden, Mağrip ülkelerini bizden ayırmak üzere Sykes-Picot Antlaşması’nı
yapan devletlerin içimizdeki müstevli ortaklarının, “Bugün Orta Doğu’da, Doğu
Akdeniz’de ve Mağrip ülkelerinde bizim ne işimiz var?” sözüne karşı çok sözümüz
var. Ancak kim neden bu coğrafyalarda bulunmak istiyor? Bunun cevabı için, karşımıza
çıkanlar dünün Sykes-Picot Antlaşması’nı yapan devletler ve ortakları, BAE, Suud
Krallığı ve Mısır’ın kukla diktatörünün ağa babaları ABD ve payandalarıdır.
Bugün yüzyıllık ihanet kumpasını kabul
etmeyip Allah rızâsı için kıyama kalkan devlet aklı ve Cumhur İttifakı’nı bu
tasavvur içinde görüyoruz. Libya’da Türkiye’nin omuz vermesiyle terörist
Hafter’den umut kesenlerin Tunus’a, Cezayir’e, Fas’a yönelip yeniden üs kurmak
ve asker bulundurmak ameliyeleri, dünün kirli tezgâhlarının hortlamasıdır.
Orta Doğu ve Mağrip ülkeleri konusunda uzman
zevatın ve aklıselimin ittifak ettikleri bir hakikat vardır:
Türkiye’nin Libya, Tunus, Cezayir ve Fas ile geliştirmeye çalıştığı ilişkileri,
bu ülkelerin millîleşme sürecinin bir devamı olarak görmek…
Türkiye, özellikle son yıllarda bu ülkelerle yeni bir temel
kurmaya çalışıyor. Kuşkusuz bu yeni oluşumlar tarihin tekrarından ibaret
değildir. Barış ve istikrara katkı sunabilecek, belirli düzeyde de zenginlik
oluşturabilecek bu girişimi kolonyalist dönemin ulusal kurtuluş mücadelelerinin
sonucu olarak görebiliriz. Suudiler ve BAE gibi bağımsızlık mücadelesi
verememiş ülkelerin bu yeni oluşumları kendi varlıkları açısından tehdit görmeleri
de gayr-i millî bölgesel yapılara işaret etmektedir.
Türkiye’nin siyâsî çizgisini Osmanlı geçmişi ile
irtibatlandırarak emperyalizm îmâsında bulunmak, Osmanlı’yı, Türkiye’yi ve
emperyalizmi bilmemek anlamına gelir. Böylesi bir yaklaşım hem Türkiye, hem de anılan
ülkeler açısından kasıtlı bir bakışa işaret eder. Türkiye’nin özellikle Doğu
Afrika’daki varlığını iktisadî çıkar hesaplarına indirgemek için epeyce
yabancılaşmış olmak gerekir. Osmanlı döneminde bu ülkeler aynı vatanın
parçalarıydı.
Fransa, İngiltere ve Rusya ise ele geçirdikleri ülkeleri
anavatanlarının ayrılmaz bir parçası olarak görmediler. Onlar için “anavatan”
kavramı, birleştirici değil, ötekileştirici idi. Kölelik, kolonyalizm, mandacılık,
sömürgecilik ve emperyalizm sistemleri, bahsettiğimiz ötekileştirici zihniyetin
eseriydi. Türkiye ile Kuzey ve Doğu Afrika ülkelerinin yakınlaşması, özellikle
emperyalist ülkeler açısından hesaplarını altüst ediyor ve onlara göre problem
hâline (!) dönüşüyor.
Osmanlı emperyalizme karşı çok önemsenmesi gerekli bir mücadele
vermişti. Bugün Türkiye’nin bölgesel düzeyde oluşturmaya çalıştığı yeni düzenin
de antiemperyalist olduğunu görmemiz gerekir. Bunu dillendiren Batı
merkezlerini anlayabiliriz; onların (affedersiniz) kuyruk acıları var. Lâkin
içimizdeki müstevlileri de unutmayacağız.
Binnetîce; gerek Afrika kıtası, özelde Mağrip ülkeleri için
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kadim politikası, ata geleneği ve tasavvuru,
Devlet Başkanımızın şu veciz sözleri ile özetlenebilir:
“Biz Afrika’yı sömürenler gibi
düşünmüyoruz. Biz sömürü anlayışına karşı, ‘Kardeşlik nasıl olur?’, onu
göstermek için buradayız!
Hiçbir
karşılık beklemeden ülkenin en ücra köşelerine kadar giden Türk
eğitimciler, Afrika kültürünü yaşatmak ve küresel değerlerle buluşturmak
için mücadele veriyor.”
Bu söz üzerine lâf etmek edep dışı olur, hakkaniyete sığmaz.
Vesselâm…