ÖRÜMCEKLER, ağlarını sadece duvarlara değil,
hayallerimize de örüyorlar. Fikir üretemeyen, derinlikli düşünemeyen, olayları
geniş bir öngörü ile okuyamayan yığınlar olduk. Uzun cümlelerin arkasından
karanlık bakışmalar yapıp tercümeye ihtiyaç duyar olduk. Çoğunlukça peşinden
sürüklenmenin tercih edildiği modern bir hastalığa yakalandık. Taraftar olmakla
karşıt olmak, aynı hastalığın iki farklı virüsü gibi dolaşımda. Aklı başında
olan, “deli” yaftasını asmış bile boynuna. Akılsızlar ise kocaman kaftanlar ve
büyük sözlerin gölgesinde saklanmakta. Hak ile hakikat darmaduman; kimin
yanında olduğun geçerli akçe hükmünde. Hırkaların cepleri, pamuk şekerler
yerine dikenli oklarla dolu. Kalabalıkların geçici ve aldatıcı zenginliği,
parmak boyası yapan çocukların elleri gibi renkli ve kirli; değdiği yeri kendi
rengine hapsedecek kadar güçlü. Savunduğunun eleştirisini yapamayacak kadar
taraftar oldu herkes ve ötekini dinleyemeyecek kadar sabırsız ve hoşgörüsüz.
Kendi sesimizi bile duyamıyoruz!
Gündemin
üç günden fazla aynı kalamadığı coğrafyaların asi çocuklarıyız…
Bahar
geldi, sonra yaz, derken kış. Neyi kutlayacağız? Hangi tarihler arasında ne
konuşup tartışılır? Neyin sembolü nereye karşılık gelir? Elimizi kaldıralım mı,
yoksa ışıkları mı kapatalım? Fikirlerin çıkmaz sokaklarında aynı yolları farklı
renkte gözlüklerle yeniden dolanmaktayız. Defalarca gezilen bu yerlerde yeni
acılar devşiriyor, sözlerin ve gözlerin toza bulandığı yollarda birbirimizi
artık neredeyse görmüyoruz.
Renklerin
birbirine benzeyip aynılaştığı hüzün duraklarında sabahlamaya devam ediyor, seslerin
birbirine değmeden yükselip bulutlara karıştığı sessiz çığlıklar atıyoruz. Omuz
omuza değen, tanıdık, acımaklı, gururlu ve biçare yalnızlıklarımızda,
kendimizden çok uzakta bir yerde beklemekteyiz. Rüzgârın, istediği yöne çekip
götürdüğü kuru yapraklar misali savruluyoruz. Çocuklar gibi sorumsuz, ölü gibi
sessiz, yokmuş gibi umarsız davranıyor, nihayetinde ölüyoruz. Kurban olduk
asilsiz, yersiz, yurtsuz kuruntularımıza…
Peşinden
sürüklendiğimiz bütün hayatların olamadıkları için, hataların tamiri, hırsların
tatmini ve acıların telafisi için, aynı rüyaya uyanmak ya da aynı kuyunun
dibinde zifiri karanlığa “Merhaba!” demek için kurban edildik. Kıyılacak yeni
hayatların peşine düşüp aynı hikâyeyi yaşamak ve yaşatmak içinse sanki topluca
seferber, ağlanacak hallerimize gözlerimizden yaşlar gelinceye kadar güler
olduk. Gözden gelen yaşlar, sebebin hasıl olmasına delil sayıldı. Kalem
kırıldı, karar tamam!
Sonrasında
görünmeyen bir renk ile utanmazca imzası atılıp soluk yüzlerde arsızca dolaşan
tanıdıklara dönüştük. Solduk… Bahar gelmeden ruhumuzun uçurumlarından süzülüp
yalan olduk.
Zannetmenin
kutsandığı zamanlarda hakikat perdelendi. Ekranlardayız… Ortalarda, hep önde,
hep konuşmakta... Kulaklar duymakta geç kaldı, söz önden uçtu gitti. İkinin üç,
beşin on olduğu topluluklarda korkunç uğultular yükseldi gökyüzüne. Kuşlar
zamansız terk-i diyar ediyor. Akıl ve yürekse bitmeyen kavgalarda…
Bilmediklerimizi
biliyor görünmekten memnunuz. Bütün perdelerimizi yırtıyoruz. Arsız bir
gülümseme ile karşıya değil, artık yalnız önümüze bakabiliyoruz. İç derinliğini
bilmeyen, dolayısıyla önemsemeyen, yüzeydeki pislikleri ganimet sayan,
sormadan, öğrenmeden, çaba sarf etmeden, zannetmenin ipiyle havada asılı kalan
bir yerdeyiz. Yerde mi, yoksa gökte miyiz?
Yaşadığımız
diyarlarda bir nefeslik iz bile bırakacak gücümüz yokken hâlâ zannetmeye devam
ediyoruz. Kocaman bir dağın eteklerinde düz bir ovaya bakış atar gibi
bakınıyoruz. Görmüyoruz, çünkü dinlemiyoruz. Masal oluyor, defalarca kez minik
yüreklerde açan çiçeklere dönüşüyoruz. Hangi kıtada, bilmem hangi yürek döküyor
gözyaşımızı.
Hayra
yorulurdu rüyalar önceden… Günler değil, geceler de yorgun artık. Hapsolduğumuz
ekranların gölgesinde yorgunuz. Meşguliyetler hastalık gibi sardı her bir yanı.
Karıncalar misali değil, nedensiz ve anlamsız koşuşturmacalar içinde
oyalanıyoruz. Renksiz rüyalarda, gezinen kuşların kanatlarında değil, metro
istasyonlarında uyanıyoruz. Bir adım önden gitme telaşı adımlarımızı birbirine
kattı. Bahar gelince kışın telaşına düşüyoruz, kış gelince sonrasına, sonra da bir
başkasına…
“Bu
sefer” diyorum, “Açan çiçeklere eğilip bakalım”…
Baharı kaçırmayalım, hayatımızı ıskalamayalım. Vakit ayıralım mutluluğa. Mesela bahar temizliğine, önce yüreğimizdeki tozları temizleyerek başlayalım. Zihnimizi havalandıralım, halı silkeler gibi ters düz edip silkeleyelim. Planlarımızı yakına, saatlerimizi bugüne, sevdiklerimizi yanımıza alalım. Genellemelerden özele doğru bir yol açalım. “Bilmiyorum” demeyi korkmadan söyleyip, peşinden kafa yoralım. Yaşadığımız coğrafyaların üzerimize geçirdiği örtüyü şöyle bir kaldırıp dünyaya bakalım. Hayal edecek ve peşinen düşecek hedeflerimiz olsun mesela. Biraz duralım, yavaşlayalım, zamanın önünden gitmeyi bırakıp sevelim. Kuruyan ağaçlar nasıl yaprağa duruyorsa, bizler de aynı aşk ile sevmeye ve sevilmeye yol verelim, dinlemeye, anlamaya, okumaya, sevmeye, hâsılı insan olmaya azmedelim.