Oruç tefekkürü

Ah benim canıma can katan Allah’ım! “Birbirinize düşman olarak inin yeryüzüne” buyurmuşsun ya tâ en başından, bir de “Benim hâlis kullarımı yollarından döndüremezsin” diye güvenmişsin ya bazılarına, işte o bazılarından olmak istiyorum ben! Düşüm Sen ol, gerçeğim Sen. Gözüm Sen ol, kulağım Sen. Sevdiğim Sen ol, güvendiğim Sen. Dilim Sen ol, hecem Sen…

AH bu mukaddes canımın koptuğu Yüce Varlık! Seni, tokluğa muhtaç karnımda arıyorum. Seni suya tutsak kanımda arıyorum. Bütün sinir uçlarımda, beynimin kıvrımlarında... Gözümün daldığı en uzak yerlerde, aklımın yettiği en derinlerde ve ufuklarda arıyorum Seni.

Sahi, neredesin? Kulun soruyor bunu ve Sen cevap veriyorsun: “Ey Habîbim! Kullarım Beni Senden sorarlarsa de ki, ‘Onlara çok yakınım, duâ edenin duâsına karşılık veririm’.”

Bir de şahdamarımdan daha yakın olduğunu söylemişsin Habîbine. Senden gelip Sana gittiğim bu tuzaklı yolda aynı saflıkla huzurunda durabilecek miyim acaba?

Hayat eşsiz bir hazîne, bunu hüzne boğulmadığımda hissedebiliyorum. Sevinç mi daha güzel, huzur mu daha tatlı, güven mi daha kıymetli? Ben her orucumda açlığımın en dayanılmaz hâle geldiği an, dilim damağım kuruduğunda Seni hatırlıyorum. Sıcak pide kokusunda, çorbanın dumanında şükür kapıları açılıyor içimde. O kapının hemen ardında Sen varsın, biliyorum. “İlim bir dedikodu imiş, her ne varsa âlemde aşk imiş” diyen Şeyh Gâlib, aşkı en güzel mâkâma oturtmuş bir kâşif değil mi? Elbette öyle! Aşkın tasarladığı, boyutlandırdığı, boyadığı ve hareketlendirdiği bir mucizedir hayat.

Bebek muhkem bir karar yeri olan rahimde şekillenir, iki hücrenin aşkla buluşmasından sonra yeni bir vücût meydana gelir ki aşkın tâze bir bedende cana dönüşmüş hâlidir bebek. Annesini emerken huzur ve güveni emer, şefkati, merhameti, sevgiyi tadar anne sütünde. Sütten kesilmemek için gözyaşı döker ki dili ve gönlü o tadın müptelâsı olmuştur artık. Ama sütü yoktan var eden, ağızda diş çıkarır ardı sıra. Toprağın verdiği ne varsa çiğneyebilsin diye... Doyuran Yaratan’dır.

Annenin besmelesine muhtaçtır bebek. Öyle pervasızca sütü vakumlayıp suratını asmaz. Gülücükler verir annesine, tokluğun teşekkürüdür bu. Sevgiye, merhamete, güvene doygunluğun şükrüdür. İşte bu gülümseme, bu minnettar bakış her zaman böylece masum ve değerli kalmalı! Büyüyüp, serpilip gücünü toplayınca, eli ekmek tutunca hasımmış gibi bakmamalı anacığının yüzüne. Yaşlandığında da aşkın büyüsü hiç bozulmamalı. “Sen beni sevgiyle karnında taşıdın, sancıyla doğurdun, sabırla emzirdin, şefkatle büyüttün, dünyanın bütün kötülüklerine karşı kol kanat gerdin, sayende güvendim hayata. İşte şimdi sıra bende! Dünyaya geldiğimde beni nasıl kıymetlice karşıladın, ben de seni aynı şekilde yolcu edeceğim. Su isteyeceksin, koşarak getireceğim; acıkacaksın, hürmetle kuracağım sofranı. Üşüyeceksin, üstünü örteceğim. Ama ‘öf’ bile demeden yüzümde hep bir gülümseme olacak. Merak etme, yük görme kendini; bana verdiğin huzurun aynısını vermek istiyorum sana. Hakkın olduğu için istiyorum. Bana evlâtlık, sana da ana ve ata olmak yazılmış Levh-i Mahfuz’da ve ben kendime yakışanı yapacağım” demeli.

Kire pasağa bulaşmadan göçülmüyor bu handan. Her kötülüğü emreden nefisle geze dolaşa ömür tükenmese keşke! Zaman dolaşır durur coşkun suların üzerinde. Nûh Peygamber’in mübarek gemisi gibi duracağı yer belirlenmiştir önceden. Zaman kıyamet saatine doğru akarken kirlendiğinin farkında olsa insan… Dev ışıkları içine çekip yutan kara delikler gibi ömrümüzü yutan ışıklı ekranlar, ihtiraslar, tutkular, zevk u safâlar… Bir çırpınış, bir gayret ötesinde nefs-i levvâme var, kendini kınayan nefis… Demem o ki, ölmeden önce ölen, kendini hesaba çeken, zamanın bütününü gören, hakkı arayan nefis... Bu mertebe, bu yol, mutmain ve râzı olmuş nefse ulaşmak için mutlak yoldur.

Hep deriz ya günde beş vakit, kırk kere “İhdina sırate’l-mustakîm” (Bizi dosdoğru yola ilet), âmin! Âmin tabiî… Ama kötülüğü sürekli emreden, çirkini cazip gösteren bir nefsi taşıyorken işimiz zor.

Kendimizi eleştirmek, ölçüp tartmak zor. Âdem şekillenip, canlanıp, keramet tahtına oturtulduğunda, melekleri secde ettiren güç ve ihtişam işte bu zıtlıktı! Kötü olabilecekken iyi olmak, günah bütün cazibesiyle göz kırparken acı içinde kalıp sevabı seçmek… İnsanoğlunun kendisiyle yaşadığı amansız mücadelesi onu meleklerden üstün kıldı. Her zorluğu aşıp kirlerinden arınmak ne güzel! Ya hiç bulaşmamak, ya sıyrılmak ya da içten bir tövbe ne güzel! Bütün günahların üstüne hakikî bir tövbe, insanın başına türbe diktirir. Mutmain olmak ne güzel şey! Huzurun keyfi, kadere şükrün verdiği o doyumsuz tat...

Benim cümlelerim cesur ve katıksız. İçimde baldan tatlı, buzdan soğuk, kardan beyaz, ateşten sıcak bir duygu var çünkü. Adı, “Aşk”… Bu duygu sonsuzluktan, ezelî bir pınardan aktı ruhuma.

Neşet Ertaş’ın türküsü gibi, “Gönlüm hep Seni arıyor, neredesin Sen?”… Biliyorum, her yerdesin ama beni Senden uzak eden dünya hanında ne kadar konaklayacağımı bilmeden gönlüm hep Seni arayacak. Ben Sana bel bağladım, çünkü güven kıymetli; Sana boyun büktüm ben, çünkü huzur çok tatlı. Çocukken bir şeyler arardım gökyüzünde, toprakta. Ne aradığımı bilmezdim. Meğer aradığım Senmişsin. Seni gönderdiğin kutsanmış kitabında, âyetlerde aradım; camilerde, seccâdelerde, tesbihlerde… Şimdi anlıyorum, Sen her yerdesin, gariplerin gönlünde, karıncanın kursağında, fakirlerin heveslerinde, çocukların sevincinde, âşıkların özleminde, hastaların sancısında, günahkârların tövbesinde… Âyetlerin birer birer tefsiriymiş meğer yerde ve göklerde yaşananlar. Ad, Semud, Ress ve Lût, hepsi âyetlere konu olmuşlar Senin kahrına râm olarak.

Senin kendi kudretinle yarattığın kulların, dört koldan Sana ait sırları yine Senin lütfettiğin akıl sayesinde çözüyorlar. Yapay zekâ, eserinin eseri oldu, genetik kodlarımız çözüldü; rüyaları kaydedip ertesi gün izlemekten bahsediyorlar. İnsanoğlu kabına, dünyaya sığmıyor, merak ediyor, toprağı delip sondaj kuruyor, merak edip Ay’a çıkıyor. Belki esir maddesinin sırrını çözseler, ışınlanmayı ve zamanın değişimini de görecekler. Sanal âlemler, sanal oyunlar, siber saldırılar, siber suçlar ve siber günahlar var artık. Sürü dağılır, çoban çâresiz kalır. Bilim ilk defa ürkütüyor beni. Bilim, Senin yarattıklarına koyduğun kural ve düzen değil mi? Mucize, kural ve ezber bozan ters köşen, keramet, dostlarına ikramın değil mi? Mucizelere inanırım ama robot insanlar ürkütücü geliyor. Bakalım o robotlar yapay zekâlarıyla sabrı seçebilecek mi, ahireti hesaba katabilecek mi, merhamet edebilecek mi? Yoksa aşkı da yükleyebilecekler mi onların dijital kalplerine? Yoksa sadece birer faydalanma aracı ya da silah olarak mı kalacaklar bu dünyada?

Yeniliklere açık biri olduğumu söyler dururdum ama şu son birkaç yılda duyduğum bütün yenilikler başımı döndürüyor; bazen midemi bulandırıyor, bazen sevindirse de içimi ürpertiyor. İşte böyle bir garip hâllerdeyim.

Cahit Sıtkı Tarancı aklıma geldi bir gece yarısı: “Su insanı boğar, ateş yakarmış/ Her doğan günün bir dert olduğunu, insan bu yaşa gelince anlarmış…”

Bu dizeler hiç de öyle yabana atılacak cinsten değil, derinlere çeken bir enerji yüklü. Zaten bildiğini iliklerine kadar tecrübe etmek, başka bir şey olsa gerek. Ateşin yaktığını herkes bilir ama herkes yanmaz. Bilimsel gelişmelerden acı nasibimizi tattıkça korkuyoruz tabiî. Yine Yaratan var diye yatışıyor gönlüm, ben en iyisi sevdâma geri döneyim, bu işler bana göre değil.

Bir derviş, bir abdal gibi elimde asâ, düşeyim yollara… Beni secde paklar, abdest suyu alır ateşimi, oruç aklımı başıma getirir, sahurda seyreylerim âlemi.

Ah benim canıma can katan Allah’ım! “Birbirinize düşman olarak inin yeryüzüne” buyurmuşsun ya tâ en başından, bir de “Benim hâlis kullarımı yollarından döndüremezsin” diye güvenmişsin ya bazılarına, işte o bazılarından olmak istiyorum ben! Düşüm Sen ol, gerçeğim Sen. Gözüm Sen ol, kulağım Sen. Sevdiğim Sen ol, güvendiğim Sen. Dilim Sen ol, hecem Sen. Duâm Sen ol, istediğim Sen. Evvelim Sen ol, âhirim Sen. Ağladığım Sen ol, güldüğüm Sen. Ben kulun olayım, İlâhım Sen. Ben günahlarımdan bin pişman; Tevvâb, Sen… Ben diye biri yok, ancak Sen!