Ortak vatan

Günümüzde de Türkiye sınırları içinde Kürt nüfusun varlığını Türkiye için tehdit olarak gören anlayış kadar, Türkiye’nin bir bölümünü tarihi tahrif ederek “Kürdistan” olarak gösterme ya da Kürdistan yapma çabalarının varlığı, Türkiye’nin geleceği için, birlikte, barış içinde yaşama ve ortak vatan duygusu için önemli bir sorundur. Bu soruna temel olan görüşlerin rağbet görmesi ise sorunu büyütecektir.

COĞRAFYANIN kader bilinmesi, -her ne kadar insan iradesini ve eylemlerini gölgede bırakan bir tarafı var ise de- önemini ve insan hayatı üzerindeki tayin ediciliğini göstermesi bakımından oldukça kapsayıcı bir açıklamadır.

Coğrafya, insan (bireyin) üzerindeki tayin ediciliği kadar doğrudan toplum ve millet üzerinde de benzeri bir tayin ediciliğe sahiptir. Çünkü coğrafya sebebiyledir ki milletin ortak bir geçmişi olduğu gibi ortak bir geleceği de olmaktadır. Coğrafyanın sunduğu imkânlara göre milletin ekonomik yapısının özellikleri de tayin edilmiş olur. Bir coğrafyanın benimsenmesi, ortak bir geçmişin olması, artık orayı herhangi bir yer olmaktan çıkarıp vatan (yurt) durumuna getirir.

Türkiye (Anadolu) toprakları, üzerinde barındırdığı pek çok toplumun zaman içinde, göçlerle veya hâkim unsurun arasında erimesiyle (asimile) yalnızca anılarının/adlarının kaldığı bir coğrafyadır. Günümüzde Hitit, Firik, Lidya, Urartu gibi toplulukların yalnızca adı kalmıştır ve kendilerinden kalma birkaç duvar, birkaç tapınak kalıntısından başka bir bakiye yoktur. Türkiye’de hâkimiyet kurmuş Roma, Bizans, Arap, Ermeni gibi topluluklardan her ne kadar bakiye bazı unsurlar var ise de adı geçenlerin durumları giderek daha çok Hitit, Urartu gibi toplulukların akıbetine benzemektedir.

Türkiye topraklarında Türklerin varlığı kısmen Arapların durumunu hatırlatmaktadır. Araplar gibi Türkler, Türkiye’ye fatihler olarak gelmişlerdir. Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu’daki Türk varlığı söz konusu edilmez ise Türklerin Anadolu’daki varlığı, bu ülkenin hâkimleri olarak bin yıllık kesintisiz bir geçmişe sahiptir. Bu oldukça uzun bir zamandır. Bu süre içinde Türkler, Anadolu’nun hemen hemen her tarafına kendi kültürel özelliklerini nakşederek burayı kendileri için tartışmasız bir şekilde vatan durumuna getirmişlerdir.

Türkler için Anadolu’nun vatan olması kolay, kendiliğinden ve kısa sürede olmamıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’daki Türklere karşı çok sayıda Haçlı seferi düzenlenmiştir. Haçlı seferleri yenilgiye uğratıldıkça Anadolu’nun Türkler için vatanlaşma özelliği artmıştır.

Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin tasfiye edildiği dönemde, Batılı sömürgeci ülkeler önce Balkanlarda, sonra Anadolu’da Selçuklu öncesine benzeyen bir idarî yapı kurgulamışlardır. Ermenilerin tümüyle, Rumlarınsa kısmen tehcir edilmiş olması, Anadolu için sömürgecilerin hayâl ettiği kurguyu devre dışı bırakmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki Nüfus Mübadelesi Anlaşması, Anadolu’yu bir daha geri dönülemeyecek bir şekilde “Türk yurdu” hâline getirmiştir.

Ancak bu ülkeye Rumca Anatolia’dan bozma “Anadolu” ve ardından “Türkiye” denilmesi, halkın tamamının “Türklerden müteşekkil” olması anlamına gelmemektedir. Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden önce Anadolu’da bazı yerlerde sayıları az da olsa (Arap, Kürt ve Zaza gibi) Müslüman unsurlar olduğu gibi, sonradan (Arnavut, Abhaz, Boşnak, Çeçen, Gürcü gibi) unsurlar da eklenmiştir.

Adı geçen toplulukların hemen hemen hepsinin Müslüman olması, sayı bakımından Türklere nispetle az olmaları, Selçuklu ve Osmanlı gibi yönetimlerin kurucu unsurlarının Türklerden olması, ister istemez Türkleri diğer unsurlara göre ön plâna çıkarmıştır.

Türkiye’de Türklerin ve diğer Müslüman unsurların kültürleri önemli ölçüde birbirine yakındır. Bu yakınlık devlet zoruyla elde edilen bir sonuç değildir. Zaten kültür alanında görülen devlet zorundan diğer Müslüman unsurlar kadar Türkler de mağdur durumundadır. Çünkü savaş yoluyla bertaraf edilen işgalci Yunan ve İngiliz kültürü 1923 sonrasında devlet zoruyla ve “çağdaş uygarlık” diye Türkiye’nin hâkim unsuru durumuna getirilmiştir.

Osmanlı’nın tasfiye döneminde sömürgeci İtilaf Devletleri’nin Hıristiyan unsurları yeniden Anadolu’da hâkim unsur durumuna getirme çabaları, Anadolu’da yaşayan bütün Müslüman unsurların (Anasır-ı İslâm) ittifakına, bir Müslüman dayanışmasına yol açmıştır. Bu dayanışma kendi ülkesinde özgür yaşama isteğinin bir sonucudur. Kendi ülkesini koruma gayretidir. Anadolu, diğer adıyla Türkiye, bütün Müslüman unsurlar için ortak vatan (İttihad-ı Vatan) idi.

Ortak vatanı koruma çabasının sonunda İttihad-ı İslâm’ın diğer unsurlarına ne olmuştur? Arap, Arnavut, Abhaz, Boşnak, Çeçen, Kürt, Zaza gibi topluluklar ortadan kalkmış mıdır? Elbette ortadan kalkmamıştır. Onlar Türkiye’de yaşamaya, Türkiye’yi vatanları bilmeye devam etmişlerdir. Resmî dilin Türkçe olması, 1876 Kanun-ı Esâsî ile birlikte bir anayasa maddesi hâline gelmiştir. Bu durum 1923 sonrasında da devam etmiştir. Türkçe, Osmanlı döneminde de resmî dil durumundaydı. Kanun-ı Esâsî, bu durumu yalnızca bir anayasa maddesi hâline taşımıştır.

Ancak 1923’ten sonra Türklerin dışında kalan diğer unsurların anadilleri konusunda ciddî sorunlar yaşadıkları bilinmektedir. Bu sorunların ortaya çıkmasını iki temel başlık hâlinde özetlemek mümkündür: Birincisi, 1920’de Koçgiri ile başlayan, 1937 Dersim ile sona eren isyanlardır. Bu isyanların yol açtığı havanın sonunda “Türkiye’de Türkçeden başka dil yoktur” görüşü resmî makamlar için bir takıntı hâline gelmiştir. Türkçenin dışındaki diğer diller için, yaşanan ciddî sorunların ikinci ve temel nedeni, isyanları bahane eden CHP’li seçkinlerin Türkçeden başka dilleri yok etme (asimile etme) istekleridir. Ancak CHP’li seçkinlerin bu tutumu bir istek olarak kalmamış, Türkçe bilmeyenlerin çeşitli şekillerde cezalandırılması gibi utanç verici örnekler ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi döneminde “Ortak Vatan” (İttihad-ı Vatan) duygusunun ortadan kaldırılmasını İttihatçıların (İTC) gizli ajandalarının bir sonucu diye açıklamak, bir hayâlin tarih adıyla takdim edilmesidir. Çünkü 1913 Genel Kongresi’nden 1917’ye kadar geçen dört yıllık dönemde Said Halim Paşa hem İTC’nin başkanıdır, hem de Sadrazamı/Başbakanıdır. Yine İTC iktidarının önemli lider kadrosundan olan Enver Paşa, Cemal Paşa, Bahaddin Şakir ve Nazım Bey gibilerinin de iddiaların aksine Sabetayizm ile bir ilgileri yoktur. Sabetayistler CHP döneminde daha çok etkili olmuşlardır.

İTC yönetimi 1913 Bâb-ı Âli Baskını ile meşrutî idareyi yok sayıp bir parti diktatörlüğü kurmuş ve muhalefeti tasfiye etmiştir. Aynı İTC yönetimi Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesinin ardından fiilen tasfiye olmuş, yurt dışına giden lider kadronun önemli bir kısmı (Said Halim Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Bahaddin Şakir, Nazım Bey vesaire) Ermeni teröristleri tarafından katledilmişlerdir.

İttihad-ı İslâm (İslâmcı) taraftarı olarak bilinen Said Halim Paşa, dört yıl doğrudan İTC hükümeti Sadrazamlığını yaptığı gibi, aynı görüşün sahipleri Said-i Nursî ve Mehmed Akif Ersoy da İTC yönetimi ile işbirliği içinde olmuşlardır.

Said-i Nursî, ömrünün sonuna kadar İTC’ye sadık kalmış, İTC dönemini “hürriyet”, İkinci Abdülhamid dönemini “istibdat” devri diye adlandırmıştır. Mehmed Akif’in çıkardığı Sebilürreşad mecmuası her ne kadar İTC hükümetleri tarafından geçici olarak birkaç defa kapatılmış olsa da Mehmed Akif bunu sorun yapmamış, İTC hükümeti tarafından Hicaz ve Berlin’e görevli olarak gittiği gibi, Osmanlı hükümetinin savaşta başarılı olması için gayret etmiştir. Said Halim Paşa, Said-i Nursî, Esat Erbilli ve Mehmed Akif gibi isimleri İttihat ve Terakki’nin “Hürriyet, müsavat, uhuvvet ve adalet” sloganlarının etkisinde kalarak bir dönem Sabetayistlerin yönetimindeki İTC’nin taraftarı oldukları gibi görüşler, her şeyden önce önemli bilgi eksikliğine, hatta bilgi yanlışlığına dayanmaktadır.

İttihad-ı İslâm fikri, daha savaş kaybedilmeden, 1916’da başlayan Arap İsyanı ile fiilen sona ermiştir. Bu isyana elbette Arapların tamamı katılmamıştır. Ancak savaşın seyrine bağlı olarak zaman içinde isyana katılan Arapların sayısı artmıştır. Arap İsyanı, Osmanlı Devleti’ni ve İttihad-ı İslâm’ı fiilen bitirmemiştir. Asıl ölümcül darbe savaşın kaybedilmesi ile olmuştur. İttihatçı idarenin Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmek için bilerek ve isteyerek bu savaşı kaybettiği iddiaları tümüyle fantezidir. Aksine, dönemin şartları içinde, İttihatçı idare savaşı kazanmak için elinden geleni yapmış, ancak başarılı olamamıştır. Bu nedenle savaşın kaybını Sabetayistlerin bir kurgusu olarak “ortak vatan” (İttihad-ı Vatan) duygusunu yok etmek için plânlanmış olduğu yönündeki iddiaların asla bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Savaşta şehit düşen yüz binlerce Osmanlı askeri için de büyük bir haksızlıktır, kadirbilmezliktir.

Cumhuriyet öncesinde (1921) başlayan ve Cumhuriyet döneminde devam eden Zaza ve Kürt isyanları, ortak vatan (İttihad-ı Vatan) duygusunun yok edilmesinin sonucu değildir. Tek parti CHP döneminde yapılanlar, bu isyanların yaygınlaşması ve taraftar toplamasında etkili olmuştur. Ancak hepsini tek parti döneminin faşizmi ile açıklamak gerçekçi değildir. Çünkü Koçgiri örneğinde olduğu gibi, bazıları tek parti idaresinden önce meydana gelmiştir.

Tarihi kendi şartları içinde, olayın tarafı olanların görüşleri, tutumları, sebep ve sonuçları ile birlikte anlamaya çalışmak, okuyanlar için ibret/ders alınması sonucuna götürecektir. Yoksa tarihte bir olayın tarafı olan, içinde olan kişi ve zümreye iftira ederek onu mahkûm etmeye çalışmak, tarihten ibret almaktan uzaklaştırır.

Günümüzde de Türkiye sınırları içinde Kürt nüfusun varlığını Türkiye için tehdit olarak gören anlayış kadar, Türkiye’nin bir bölümünü tarihi tahrif ederek “Kürdistan” olarak gösterme ya da Kürdistan yapma çabalarının varlığı, Türkiye’nin geleceği için, birlikte, barış içinde yaşama ve ortak vatan duygusu için önemli bir sorundur. Bu soruna temel olan görüşlerin rağbet görmesi ise sorunu büyütecektir. Aksine rağbet görmez ise, takıntılı bir azınlığın görüşü olarak kalacak ve sorun olmaktan çıkacaktır. “Arap ümmetinin ittihadı ve hürriyeti” iddiası ile Arap isyanı çıkaranların nasıl bir sonuca yol açtıklarına dikkat edilmesi, tarihten lâzım gelen ibretin alınmasına ve tarihin tekerrürüne engel olacaktır.