SİYONİZM, Filistin topraklarında bir işgal hareketi.
Siyâsî hedefleri, bütün Yahudileri bu coğrafyada birleştirmek. Kendilerince
tarihî yurtlarına dönüş olarak nitelendiriyorlar bunu ve hepimizin bildiği
üzere bu uğurda insanî değerleri bir kenara atmak şöyle dursun, hayvandan daha
aşağı bir kimlik beyan etmekten de geri durmuyorlar.
Elbette bunu destekleyen
Haçlıların da zihniyeti onlardan farklı değil. Arada içlerinden biri çıkıp da
gerçek haklıyı beyan edecek oluyor, onu da ânında -en basit ifadeyle- aforoz
ediyorlar.
Kitaplarını bozan,
kendi şahsî menfaatlerine uymadığı için Peygamberlerinin ifadelerini
değiştirebilen toplumlar, güçlerini ve silahlarını da pekâlâ kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmaktan geri durmazlar.
Peki, bu bizi
şaşırtıyor mu? Asla!
Bizi şaşırtan ve
bilhassa da büyük bir hüsrana sürükleyen durum, Siyonistlerin Filistin halkına
yaptığı bu zulmün karşısında dünya Müslümanlarının elinden hiçbir şey gelmiyor
oluşu.
Evet, bu hakikaten
büyük bir hüsran! Aslında ne kadar siyâsî ve askerî paydaşlar olmasak da,
Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in ümmeti olmak şerefiyle, içinde bulunduğumuz
ahvâl, hepimiz adına hayâl kırıklığı. Eminim, her birimiz bu tip durumlar
karşısında bir şeyler yapma arzusuyla doluyoruz. Fakat elimizin uzanmadığı
gerçeğiyle de çok kısa sürede yüz yüze geliyoruz.
Müslümanların bu
kadar ayrık düşmesinde ve hem Siyonistlere, hem de Haçlılara karşı çok etkin
olamamasında birtakım bariz sebepler var. Öncelikle ibreyi kendimize çevirmeye
ramak kala başka kaidelere değinmek istiyorum…
Pek çok kez dile
getirdiğim üzere “düşmanlık” kavramı güçlü bir nefreti ve tahammül edilemez bir
haklılığı gerektirir. Hâl böyle olunca, Müslümanların herkesin ortak düşmanı
olmasının sebepleri de tek tek ortaya dökülüyor. Hem Haçlı zihniyetinde, hem
Yahudilerde, hem de diğer yerel, mahallî ve kabile dinlerinde ortak düşman
İslâm’dır. Bu tamamen İslâm dininin Allah’ın yeryüzüne indirdiği son kitap Kur’ân-ı
Kerîm ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği Son Peygamber Hazreti Muhammed ile
yani İslâm’ın son ve gerçek din oluşuyla ilgili bir netice. Bir şeyin gerçekliği
ne kadar kabul görmüşse, karşısındaki düşman kitlesi de o denli geniş olur. Pek
çok ırk ve din arasında peyda olan kavga ve çatışmalarda menfaatler söz
konusuyken, Müslümanlara karşı açılan cephelerde aslî sebep, Hak Din olmasıyla
paralel.
Bir şeyin hak
oluşu ve kesinliği o şeyin potansiyelini de işaret ettiğinden, bugün her ne
kadar biz Müslümanlar birleşmeyi başaramamış olsak da, bu potansiyelin bütün
karşıt kutuplarda yarattığı korku ve endişe hiçbir zaman dinmeyecek, hatta
eksilmeyecek.
İbreyi kendimize
çevirecek olursak, referans almamız gereken yegâne kıstas, dinimizin bize
emrettiği o insanlık mertebesi olacaktır. O mertebeden uzaklaştığımız her an,
lâyık olduğumuz bu bölünme ve yalnızlık medeniyetine duçar oluyoruz. Aynı dinin
çatısı altında bizler, farklı gruplara bölünerek ve bu gruplar arası bir
hiyerarşi iddiasını taşıyarak en büyük kaybı zaten veriyoruz. O da yetmiyor.
İmanlı, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizi bile yermekten, İslâm’ı sadece kendimize lâyık
görmekten de geri durmuyoruz. Hele başka milletlere bakış açımız tamamen
fiyasko!
Hemen burada bir
ayet-i kerîmeyle olayı bir de kulluk düzleminde değerlendirmek lâzım:
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğer
bir toplulukla alay etmesin; zira onlar, kendilerinden daha iyi olabilirler.
Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; çünkü alay edilenler, edenlerden
daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi aşağılamayın, birbirinize kötü ad
takmayın. İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe
etmeyenler yok mu, işte zalimler onlardır!” (Hucûrat, 11)
Ayette Rabbimiz,
açıkça bir uyarıda bulunuyor. Ve biz bu ayetteki ahlâkı bile tam olarak
anlayabilmiş değiliz. Peki, biz bu ve benzer hâllerde birbirimize düşmeye devam
ettikçe, bugün Filistin, yarın başka bir Müslüman coğrafyasında
gerçekleştirilen zulme “Dur!” diyecek birliği nereden bulacağız?
Bu, daha yolun
başındaki ilk aksaklık!
Biraz daha detaya
girersek… Pek çok Müslüman topluluğunda faiz, içki ve zina gibi büyük günahlar
aleni şekilde işlenmeye, hatta teşvik edilmeye devam ediliyor. Bu toplumların daha
dinî hükümlerinde bile karar kılamamış olması, birlik ve dirliği sağlayamamada
en büyük etkenlerden biri.
Müslümanlar
yaptıkları işlerde de bir ahlâk timsali olmak durumunda. Birbirini ezen, birbirinden
çalan ve menfaat için birbirinin ayağını kaydıran insanların varlığı, Mekkeli
müşriklere ne kadar da benziyor. Zulüm, önce insanın dinine olan saygısındaki
eksilmeyle, sonra işindeki titizliğinin ve dürüstlüğünün sekteye uğramasıyla ve
en nihayet, en yakın çevresinden topluma kadar menfi etkilerde bulunmasıyla
kişinin kimliğinde yer eder. Evet, belki Siyonistler gibi çocuk öldürmüyor, Haçlılar
gibi yetimleri sömürmüyoruz, ama iş yerimizde, evimizde, sokağımızda ahlâk ve
adaleti sağlamıyorsak, bir olabilmek için daha çok yolumuz var demektir.
Bir başka handikap
ise, Müslüman kisvesiyle yaşayıp da başka din mensuplarına ve güç sahiplerine
benzeyen yaşam stillerimiz. Eğitimden giyim kuşama kadar her şeyimizle Batı’ya
yönelen ve onlar gibi olmaya, onların yolundan gitmeye imrenen bir tavır
içindeyiz. Sonra da diyoruz ki, “Allah’ın yardımı ne zaman?”. Hâlbuki yine ayette
açıkça bildirilmiştir ki, “Müminler müminleri
bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah’tan hiçbir
şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka…
Allah, sizi Kendisinden sakındırır. Varış Allah’adır” (Âl-i İmran, 28).
Bütün bu eleştirel
tespitler, bir şeyleri en önce kendimizden düzeltmeye başlamamız gerektiğine
bir atıf sadece. Elbette kusurlarımız her zaman olacak. Ama insan ne kadar
özüne ve insan mertebesine yaklaşırsa, küffar karşısında da o denli güçlenir.
Kendimizi doğru yola iletmeden doğru yolda bir olmak da pek mümkün
olmayacaktır. Yine bir başka ayette şöyle bir ifade var:
“Sen
onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar Senden kesinlikle hoşnut
olacak değillerdir. De ki, ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’.
Eğer Sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına (arzu ve tutku) uyacak
olursan, Senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” (Bakara, 120)
Evet, Yahudiler ve
Hıristiyanlar için Müslümanlar her zaman potansiyel düşmandır. Ve bu kıyamete
kadar da böyle gidecektir. Onlar, ilk fırsatta bizi önce dinimizden, sonra da
birliğimizden berî bırakmak adına her yolu deneyeceklerdir. Ayrıca hiçbir
Müslümanın yapmayı aklından bile geçiremeyeceği zalimlikleri büyük bir zevk ve
haklılık duygusu içinde gerçekleştireceklerdir.
Burada
Siyonistlerin ne kadar zalim olduğuna şaşırmak ve bu husus üzerinde durmak bize
hiçbir şey kazandırmaz. Elbette elimizden geldiğince bu zulmü bağırmalı,
dünyaya anlatmalıyız. Ama bir de kendimizi ölçüp tartmak ve küffar karşısında
galip gelebilecek o ahlâk ve ferasete erişmede doğru adımları atmak gerek.
Ancak o zaman Allah’ın yardımı biz müminleri kurtaracaktır.
Bir diğer yandan
da biliyoruz ki, bu imtihanlar ve hak ile bâtılın mücadelesi kıymete kadar
sürecek. Doğru bildiğimizden ayrılmadan ve gücü elinde tutana baş eğmeden
mücadele etmek, bizlerin hem görevi, hem de kaderi.
Tek tek doğruya
evrilmenin bütün kâinatı değiştirecek bir kudreti vardır. Kendimizi ve
toplumları âbâd etmeden zalimin bileğini bükmek de kolay olmayacak. O yüzden,
bir yandan zulme karşı gelmeye ve mazlumun yanında olmaya bütün kudretimizle çaba
sarf ederken, bir yandan da birey birey daha iyi, daha doğru bir yol tutmaya
niyet etmeliyiz. Ki böylece iyileşen Müslüman toplumların el ele vermesi de
mümkün olabilsin.
Hakça
yaşayabilmeyi başarıyorsak, işte o zaman Allah’ın yardımı gerçekten yakındır!