“NE demler geldi geçti. Ne gamlar deldi geçti. Kabul edelim, her yerinden saralım, sarmalayalım. Yapamadık. Olmadı. Edemedik. Yetmedi. Yetiremedik. Sermaye yetişmedi. Yetişemedik. Hâlde yanıldık. Kâlde çoğaldık. Kimi gün de oldu ki hâlde çoğaldık. Lâkin taşıyamadık. Bilendik ama ipimizi kesemedik. Bağı koparamadık. Kopması gereken engelden bağı koparamadık. Hani ya biz bilendik? Hayır, hayır! Bilemedik. Bu kısım çok incitiyor. Hem yapamamak, hem bilememek... Hakkıyla bilinse yapılır mıydı zaten? Bir yanımız ‘Evet’ diyor. Ancak o hâlde de hakikatin cilvesi… Ahvalin cilvesi… İmtihanın cilvesi… Korkarak ve dahi suyu üfleyerek: Aşkın cilvesi?
Bazen büyük söz mü ediyoruz? Hâlâ aşkı telaffuz edebiliyorsak bu ne hâl? Yanmakta gözümüz var m’ola? Gözümüz bağlıyken yanmalıyız belki! Gözümüz bağlıyken yürüyebilmek… Açıkken bir kıymeti yok. Gözümüz bağlıyken yiğitlik, asıl yiğitlik! Asıl böyle olur gözü açıklık! Asıl böyle olur gözü açık adam! Göz açılınca ruh saklanıyor ey cân! İşin ruhu bahsinde göz açılır mı hiç? Göz hakikate açılırsa da gayrı bağın kıymeti olur mu? Karanlığı bu yüzden seviyormuş âşıklar. Şimdi bir lahza daha anlıyorum. Geceyi daha çok seviyormuş. Olursa, başkaca nasıl diyelim? Olur da gün doğarsa akıl devreye girer. Aklımızla yola çıkmadık, değil mi ey cân?
Akıl, sebep bahsinde sakin bir yoldaştı. Ne ki şimdi bizi saran sebepler de azaldı. Azaldı, belki bitti. Geldi, belki geçiyor. Geçti, belki değil de, doğrusu acıtıyor. Acıdı, acıttı, acıtıyor. Acıydı, acıyacaktı, acıtacaktı. Heyhat! İnsanın hangi acısı? Ortada insan kaldıysa eğer, ayağının acısı… İnsanın ayağının bir yerden kesilmesi… Gittiği yerden ayağının kesilmesi… Bütün varlığının erimesi… Bütün canına, evet! Cânına bütünüyle titremeler düşmesi… Çok acı ey cân! Gördüğün günden geride kalmak… Giden ayağın kesilmesi… Yahut giden ayağın orada kalması…
Burada bir hayat var. Yürünecek bir yol var. Bu sözler de ne? Hoyratlık mı bu? Ne âlâ hoyratlık! Kaldığımız, gördüğümüz, yaşadığımız günden geride kalmak, hiçbir suçumuz yoksa bile bizi suçlu kılıyor. Sen gittin, şimdi belli belirsiz hayâlin kaldı. ‘Ey cân’ deyince konuşuyor ey cân! Bana su verdiği bile oluyor. Şu zavallı çölde ben, tek başıma… Çölde, tek başıma bir ben… Dönüyorum, duruyorum. Sen, yine sen. Eskiden hayâlin vardı. Şimdi tek gerçek sen. Karıştırıyor muyum? Yoksa o da mı hayâlin? Anka’yı duymuş muydun? Ben sadece duymuştum. Şimdi o hayâl, ‘Ben Anka’yım’ diyor. Eskiden şehirde buluşurduk. Şimdi ben, sana rüyalarda geliyorum. Doğrusu, gelmeye çalışıyorum. Gelemesem dahi dünyalar benim oluyor. Sonra uyanıyorum. Bir an, çokluk bana uzaktayken… Her yanım Leylâ oluveriyor. Leylâ! Leylâ! Ah Leylâ!
Sana isminle hitap etmiş miydim ey cân? Bir kere galiba… Ne çok incitmiştim seni. Hoyratlık mıydı, zorunluluk mu? Her ne ise de bağışla beni! Gözlerini yere indirmiştin, susmuştun. İsminle çağıramam ki ben. Çağırsam dahi henüz çağıramam ki. Zira henüz farklı perdelerle geliyorsun gözüme. Henüz yanmaktayım, perdeler azalmalı ey cân! Yanmakta sandığım zamanlar dahi ne selâmetlikmiş! Henüz yanmaktayım ey cân! Perdeler azalmalı, perdeler kalkmalı. Kimse anlamıyor hâlimden. Sen bağışla da ey cân! (Bağışla geç günahımdan!)
Henüz yanmaktayım ey cân! Perdeler bile yanmalı! Henüz yanmaktayım ey cân! Artık susuzluk bile incitmiyor beni. Kum taneleriyle yağmur tanesi farksız. Henüz yanmaktayım ey cân! Zira suyu da, kumu da ayırt edememeliyim.
Artık büsbütün çöldeyim ey cân! Ayağım kesildi. Ayağımı senden kestiler. Ne ki ayağım kesilince yürüyecekmişim. Şimdi çölde her şey bunu söylüyor. Nasıl olacak ki bu? Bilmiyorum. Anlıyorum ki, bundan sonra seni incitir bu cân. Şimdilik tek anladığım bu. Öyle anlıyorum ki, en azından yazdıklarım ulaşsın. Belki bundan gayrı tek ulağımız o. Bütün gözümüz şimdi yazıda, doğrudur. Bütün kulağımız şimdi yazgıda, bu da doğrudur. Hâli arz etmek bu kadar muhâlken, şimdi yazının umuduna kaldık ey cân! Yazık oldu, yazık oldu bize! Ne desen haklısın...”
Mecnûn ve Leylâ için uzun vakitler geçmişti. Uzun süredir mektup yazmamıştı. Belki buna ihtiyaç olmamıştı. Şimdi gelinen ahvâli yukarıdaki mektubuyla özetliyordu. Gelinen süreci her vecheden izah ediyordu. Gelecek sürecin de imkânsızlığına ve zorluğuna dikkat çekiyordu. Serencam ki, çoğunlukla Leylâ’nın şehrinde cereyan etmişti. Son dost meclisiyle de başka bir şehirde görüşmüştüler. Ancak mesele de tam burada kilitlenecekti. Mecnûn artık çokça bölünecekti. Leylâ’yı görmek imkânsıza yaklaşacaktı. Devranın elinden bir göz kapamalık süre kadar… Bu nasıl ifade edilir ki? Heyhat, ne güçlük!
Mecnûn, göz kapayıp açacak kadar görebilirse görecekti. Zira artık Leylâ’nın meclisini büsbütün toparlayamayacaktı. Dahası var ki bununla bitmeyecekti. Leylâ ile irtibat tüm imkânlardan uzaklaşacaktı. Onunla olan birlik her şeyi ayakta tutabilirdi. Doğru. Ancak ayağınızın altından merdiven çekilince… Evet, düşmeden birliği korumak oldukça güç. Düşünce de büsbütün tehlikelere açık olmak ne güç! Bu sadece can korkusu mu? Elbette değil, hem de hiç değil! Cândaki cânân korkusu… O birliğe halel düşürme korkusu… O birliği korumak ve sabretmek? Bu, dışta çokça güçleşecek ancak içte kolaylaşacaktı. Diğer ifadeyle Mecnûn, dışta zayıflayacak, içte büyüyecekti. Büyüdükçe ahvâli de büyüyecekti. Sureta kaybetmişlik ama mânâ bakımından kazanmışlık… Sureta Mecnûnluk, özünce Leylâlık… Leylâ’nın ruhuyla inşâ olan Mecnûnluk…
Belki, sonrası, tek bir ruha dönüş mü? Evet, dem o dem olursa cereyan edecekti: Aşkın birliği… Birlik’te aşk…
Aşk zaten bir demek, birlik demek değil mi? Ne odur, ne o değildir. Her şeye bağlı ama her şeyden ârî. Her şeye bağlayan ama teklikten arınmayan… Çokluğun içinde ama teklikte tek… (Kim ne hâlidir, ne mâli, ol mahal/ Akl ü fikr etmez o hâli fehmü hâl.)
Ve Mecnûn’un mektubunun devamıyla bitirecek olursak…
“İnsan insana cân, ey cân! Seni bütün belirsizliklerden beride bildim. Seni bütün imkânsızlıklardan beride bildim. Seni her sen olmayandan sildim. Seni her yandan kurtardım. Seni her yangından kurtardım. Seni cânda bildim ey cân! Seni cânda buldum. Doğrusu şu ki, ben kaybolmuştum. Sen bendeki senle beni buldun. Bendeki senle beni bildin. Bendeki yangından beni kurtardın. Beni dünya yangınından kurtardın. Beni ateşinle tanıştırdın. Beni ateşinle tutuşturdun. Şimdi dem senin. Şimdi dem bizim. Şimdi dilediğince ve keyfince yak Leylâ!
Leylâ! Leylâ! Ah Leylâ!”