Orta yerde kaldı yangın: Mecnûn’un yalnızlığı (8)

Leyla’yla bağı olmayan her yer gurbetti. Gurbet mi? İşte orası, “ateşin tam ortası” idi. İşte orası, “yangının tam ortası” idi.

İNSAN mekân içinde algılıyor, algılanıyor. Ne ki insan mekâna taşınsa da mekân insana taşınamıyor. Her şey bağlamında, ahenginde değerleniyor. Ortaklık fikri mekânı da, insanı da harekete geçirende gizli. Bu ikisine dem verense çoğunlukla zamanın kendisi. Bu kısım da değişebiliyor. Bazen zaman yürüyen bir gemiye dönüşebiliyor.

Kimi mekân, su yerine geminin kendisi olabiliyor. Ne ki insan, mekânı da, zamanı da içkin yapıya sahip. Dahası, kendine bihakkın döndüğünde bunların üzerine çıkabiliyor. Diğer ifadeyle, bağlı görünen unsurlardan bağını koparabiliyor. İnsan olmanın hakikatine yaklaşabiliyor. Bunun teoride çokça yolu olabilir. Ancak çok önemli bir mayası elbette “aşk”.

Aşk, insanı elbette hakikate temerküz ediyor. Gayrısından arındırıyor. Arınma için yollar gösteriyor. Olayların içinden geçit veriyor. İlham veriyor. Düştüğü yerden ayağa kaldırıyor. Kendi aslını, asıl vatanını arzuluyor, arzulatıyor.

Hikâyenin geldiğimiz demi de benzer bir kırılma noktasıydı. Mecnûn ve Leyla’ya aşkın hakikatine ulaşma fırsatı…

Evet, beraber yürünen yolun beraber devam etmesi… Ne ki şartların yükü taşımaya istidadı ne kadar? Zira artık mekân denk düşünce zaman uyuşmayabiliyordu. Zaman denk düşünce mekân uygun olmuyordu. Her ikisi denk düşünce ahval, zevale uğruyordu. Mecnûn bu gitgellerin ortasında ahengini korumaya çalışıyordu. Âşık nezdinde zamanın hesabı şüphesiz göreceliydi. Âşık nezdinde zamanın hesabı bazen daha da çetindi. Ancak beklenecek husus varsa vaktin de kıymeti yoktu. Âşıklığın mücessem elbisesini giyen Mecnûn için de böyleydi. O, elbette Leyla’dan bir işaret beklemiyordu. Ancak Leyla’yla son görüşme sonrasında şunu hissetmişti: Leyla bazen perdesiz, bazen perdeli davetin elçisi miydi? Bunu anlamak ne zordu. Anlayana aşk olsun!

(Öyle ki, feryadın “tiz”e yaslandığı yerde soluk kesilebilirdi. Öyle ki bu, sükûta ihtiyaç durumunda “Pes” dedirtebilirdi. Öyle ki, iki yandan değil, dört yandan daraltabilirdi. El-hak, zamanın eriyerek kaybolması… Neden sonra, nihayet, kabını bulması… Mekânın fezaya ağması… Bazen ayakların basmaya takatinin kalmaması… Bazen de kanatlanıp ayağa ihtiyaç kalmaması…)

Doğrusu ahval, mübalâğaya yer olmadan bu güçlükteydi. Bu güçlüktendir ki, Mecnûn kendinden beklenen konusunda yanılmıştı. Kanaati üzere Leyla, yolu yaklaştırmaya çağırıyordu. Yolu beraber ve daha yakın yürümeye çağırıyordu.

(Fikir -tam olarak- bu değilse de kıymeti yoktu. Hâl üzere her daim Leyla’nın fikri önemliydi. Diğer yandan elbette zafer yakîndi. Ona erişilmeliydi. Ancak Leyla’ya istemsizce muhalif olmak dahi düşünülemezdi. El-hak, mutlak olan Leyla idi. Mutlak hedef de o idi. Âşık ber-murâd olacaksa evvel kanun, evvelâ buydu.)

Bu minval üzere Mecnûn ahvalini arz etmişti. Yolu yakın yürüme fikrini Leyla’ya muhabbetiyle sunmuştu. Lâkin Leyla adımını an üzere uzun atmıştı. Cevabında, mevcut ahvalin güçlüğünü Mecnûn’a vurgulamıştı. Mecnûn bu ahvalden aciz düşmüştü. Doğru, sendelemişti. Ancak bir çareyle ayağa kalkmaya azmetmeliydi.

Burada, imdat için bir dem geriye gidelim…

Son dost meclisiydi. Karar kılınmıştı. Bir mekân değişikliği ile bir araya gelinecekti. Başka bir diyarda dost otağı kurulacaktı. Bir şehir ziyareti, bir dost ziyareti… Zuhuratta bir seyrüsefer, bir ziyaret olacaktı. Ne ki perde arkasındaki neden, kaba sığamamaktı. Zira bu şehir, bu özel yükü taşıyamıyordu. Doğru. Bu hem Leyla’ya, hem de Mecnûn’a âyân idi. Ancak asıl mesele gönüllerin yüküydü. Bir yenilik arayışı, bir taravet arayışı… Bu, belki başka bir imkânı seferber kılacaktı. Belki başka bir ahvali kalıcı kılacaktı. Belki Leyla, atamadığı adımı burada atacaktı. Belki Mecnûn Leyla ile yürüme fırsatı bulacaktı. Belki her ikisi adımlarını burada sağaltacaktı. Sefer, bu niyetle ikisinin de gayreti üzere gerçekleşebilecekti.

Doğrudur, iki gönül ancak birbirinden güç alabilirdi. Evvelce bahsi geçtiği üzere, kanatlar kenetlenince uçulabilirdi. Bu olmazsa, her darlıkta imtihan kaçınılmaz olabilirdi. Bunu ikisi de artık iyi bilse gerekti. Yine de Mecnûn, âşıklık ahvalinden mustarip değildi. Bununla birlikte aksi rüzgâra tahammülünü kendisi de kestiremiyordu.

Vakit erişmişti. Mecnûn, arkadaşı Kerem’le şehre ulaşmıştı. Kadim şehre… Leyla ve diğer dostları da yolda idiler. Kim bilir bu şehirde ne hikâyeler yaşanmıştı? Hangi aşklar, hangi ayrılıklar? Hangi âşık ki ayrılıkları hikâyattan zevk alır? O yüzden Mecnûn için burası kavuşma noktasıydı. Sevgiliyle salt huzur yeriydi. Öyle olmalıydı. Öyle olacaktı. Gel ki zaten aksine de güç yetiremeyecek gibiydi. Hâl böyle iken adımı ölçülü atmak kıymetliydi. Kısa adım ikmâl edilebilir. Ancak atılan uzun adımı kısaltmak oldukça güçtür. Bunu son ahvalde daha iyi tecrübe etmişti.

Nihayet kadim şehrin tarihî meydanında vuslat anıydı. Mecnûn, beyazlar içindeki Leyla’yı muhabbetle selâmlıyordu. Leyla, attığı uzun adım gereği mahcuptu. Ancak Mecnûn onun yarasını iyileştirmeye gayret ediyordu. Doğrusu bunun için buradaydı. Doğrusu, ikisi de bunun için buradaydı. Yaranın sağalması… Gemi su aldıysa tamiri… Ne var ki, aşkta her zaman kural işlemiyordu. Doğruydu, bu böyle idi: Hassasiyet kesp edince uzaklık vaki oluyordu. Rahatlık galip gelince hata yapmak kaçınılmazdı. Ne var ki, darlıktan geçmeden genişliğe ulaşılmıyordu. Dar’lık dâr’a çekilene kadar geçilecek bir geçitti.

(Âşık için darlık da, genişlik de her an değişebilir. Ancak bazen darlığı genişliğe devşirmek gerekebilir. Bazen de şartlar darlığa çekebilir. Her ikisi de mümkün. Mecnûn için müspet imkân ise Leyla’yı anlamaktı. Doğru anlamak... Aksi hâlde mi? İki ateş arasında çiğ kalmaya namzetlik…)

İki ateş: “Ateşin ortasında kalmakla ateşi içine taşımak”…

Aşk ateşi büyüdükçe Mecnûn’un kemâli de büyüyordu. Öyle ki, Kays hâline dair ne taşıyorsa sıyrılmalıydı. Ne ki bunu düşünse dahi çiğlikle hemhâl olabilirdi. O yüzden dışarıda kalan bütün ateşlerden sıyrılmalıydı. Dıştaki bütün ateşlerin endişesinden dahi sıyrılmalıydı. Ateşin ortasından “pervane” gibi nasibini almalıydı. Onun gibi, gözünü kırpmadan ateşin ortasına uçmalıydı. Doğrudur, can verip cânânı bulmalıydı. Görünürde cânı kaybetse de cânânda dirilmeliydi. Cân ve cânânın birliğinde aşkı muhafaza etmeliydi. Yahut cânı ve cânânı aşkın hakikatine, birliğine çağırmalıydı.

Aksi hâlde mi?

Leyla’yla bağı olmayan her yer gurbetti. Gurbet mi? İşte orası, “ateşin tam ortası” idi. İşte orası, “yangının tam ortası” idi.