
HAYAT, aklın itidale yaslandığı yerde sağlıklı olabilir. Ne ki hayat her hâlde akılla kavranamaz. Ancak hayatın uzağındaki aklıevveller için durum farklıdır. Aklıevvel olmak da hayatın içine su katabilir. Hesap katabilir. Pişmiş olanı soğutabilir. Yangına düşeni aklıyla üşütebilir. Bu öyle bir akıl tutulması ki, kurtulmadan, aksini yaşamadan bilinemeyecek bir tutulma. Güneş doğmadan sisin dağılmasının mümkün olmaması gibi…
Hesaptan ve kitaptan kurtulamamak… Haddinden fazla çözümsüz bir alan... Hastalığı olmadan şifa telkini gibi… Yürümeyi bilmeden koşmayı tarif etmek gibi… Bu, özünü göremezlikten, sözünü bilemezlikten doğuyor. Meseleleri insan üzerinden hayatın üzerine devşirmek, sonra da kenara geçip izlemek… Ah şurada bir yangın var! Koşun, söndürelim a dostlar! Bir yangın söndürme meraklılığı...
Bilinmez ki... Dışarıdan yangın görünen, içeriden cennet bahçesi…
Bilinmez ki... Dışarıdan yanmış görünür, içeriden “Kuni berden ve selamen”[i] buyruğuna muhatap…
Bilinmez ki... Dışarıdan harap görünen, içeriden inşâ edilmiş.
Yanmış görünene dünya nasıl görünüyor, bunu izleyene nasıl görünüyor? Hayat, bu zıtlıkların ortasında aralanan perde gibi… Mecnûn tam da bu ahvâlin içine doğmuştu! Ancak zamanla bu ahvâl kendini de, Mecnûn’u da büyütmüştü. Mecnûn, aşkta ilerledikçe yalnızlaşmıştı. Bir tabirle, evini geçindirmek için ateş almıştı. Şimdi ise büyüyen yangın onun içine sığmıyordu. Bu yangın Leylâ’nın şehrine de artık sığmıyordu. Bir süredir şehre tamamen Mecnûn gibi gelirdi. Şehirden de Mecnûn olarak dönerdi. O, başı üstünde dumanla geziyordu. Buna rağmen tedbiri elden bırakmıyordu. En çok Leylâ için endişeliydi. Onu görememek ve onu gözden kaybetmekse… Evet, elbette, ne acı, heyhat!
O nedenle yaklaştıracak her ihtimâl kıymetliydi. Ne ki bir diğer tarafta da şu vardı: Aşkta yanlışa sürükleyecek en küçük adımlar… Onlar da haram gibiydi. Bu tam olarak bir araftı. Belki, doğrusu, sıratın üstünde “doğru yolu” bilebilmek, bulabilmek… Leylâ’nın atamadığı adımları da kendi yüklenebilmek… Buna mukabil, aşk için de doğru adımları atabilmek…
Serencâmın geldiği demde Mecnûn için zaman önemsizdi. Ne var ki, mekân için aynı şey söylenemezdi. Zira aklıevvellik birçok şeyi değiştirmeye başlayacaktı. Bunu Leylâ ve Mecnûn da artık fark edecekti. Kıt imkânların genişliğe geçmesi gerekecekti. Bu olmazsa mekân değişikliği başlayacaktı. Bu da yetmeyecek, her yer darlığa kesecekti. Mecnûn çölde demadem ve bilvesile dâr’a çekilecekti. Bu vesile, çoğunlukla insan bazen de ahvâl olacaktı. Tam burada Mecnûn, aşkın ikinci aşamasına geçecekti. Belki bir tarif denemesi şu olabilir: “Ateşin ortasında kalmakla ateşi içine taşımak”…
Aşkın “gurbet” denen yeri her veçhesiyle yaşanacaktı. Neler görecekti, zaman onu nasıl eğitecekti? Mekân, doğrusu mekânsızlık onu nasıl hapsedecekti?
Zuhuratta son görüşmenin arefesiydi. Leylâ’nın “Gel” çağrısı Mecnûn’un gönlüne düşmüştü. Bu kez hissedilen, sözsüz bir ahvâldi. “Gel” her zaman söz ile değildi: Leylâ gel demeden, hasreti Mecnûn’un kalbine düşüyordu. Mecnûn ki, emin olmadığı adımı atmıyordu. Ne ki bütünüyle bakıldığında bir şarkının sözüne misâldi: “Bakışı çağırır beni uzaktan/ Varınca çatılır kaşlar, nedendir?”
Lâkin söz konusu bu ahvâl de Mecnûn’u etkilemiyordu. Bu Mecnûn’un gayreti olarak görünebilirdi ancak aşkın da, Mecnûn’un da gayrete ihtiyacı yoktu. Belki en az ihtiyacı olduğu şey gayretti. Zira aşk, gayretin çok üstünde bir güçtü. Âşık için yorulmak bu yüzden uzaktı. Ne ki aşkın coşkun suyunu kontrol de âşığa düşüyordu.
Gelinen ahvâlde Leylâ ise Mecnûn’dan şunu istiyordu: Artık ellerini sıkıcı tutmak… Bu, mecazî bir ifadeydi. Öyle ki, Mecnûn’dan her ahvâlde desteğini bekliyordu. Mecnûn’un bu sefer gelme niyeti de buydu: Sözle değilse de, “Bak, işte buradayım, yanındayım” diyebilmek…
Hâl üzere Leylâ, sözsüz olarak “Gel” demişti. Nihayet gün yine vuslat günüydü. Ne âlâ! Bugün şimdi dost heyetiyle birlikte görüşülmekteydi. Mevsim yazdı. Çetin kışlar geride kalmıştı. Şimdi bahara erişmenin vaktiydi. Ne ki Leylâ ne diyecekti, nasıl adım atacaktı? Bütün mesele onun Mecnûn’a karşı cesaretinde düğümleniyordu. Ya her şey genişleyecek ya da daralacaktı. Mecnûn’un bu endişesi onu suskun kılıyordu. Aslında, hayatında olmadığı kadar cesaretli olduğunu biliyordu. Ne yapmalıydı? Cesur adımlarına nasıl devam etmeliydi? Gün, bu kırılma eşiğinde ona neler yaşatacaktı? Kim bilebilir?
Gün, şükür ki bereketli geçmişti. Mecnûn, Leylâ’yla bugün dört mecliste yer almıştı. İlk mecliste Mecnûn, aşkın tesiriyle sohbetten uzaktaydı. Suskun olmak gül’e, sevgiliye nispetti. Ancak Mecnûn, bülbülün aksine suskundu. Bu tamamen aşkın gayriihtiyari bir cilvesiydi. Ne ki ikinci meclise geçerken beraber yürünmüştü. Bu demde Mecnûn, Leylâ’yla mûsikî sohbeti edebilmişti. Üçüncü meclise geçerken de tekrar Leylâ ile yürüyebilmişti. Ne saadet! Ne ki ân’ın kısalığı aşkın yüceliğini karşılayamıyordu. Yine de Mecnûn, cesaretini sergileyebilmişti. Leylâ’ya yakınlığını ve desteğini dolaylı olarak söyleyebilmişti. Yürüme saadeti böylece son bulmuş, meclise girilmişti. Bu üçüncü meclis, yemek meclisiydi. Lâkin bu kez de Leylâ, istiğna hâline geçmişti. Mecnûn, Leylâ ile göz göze gelemiyordu. İstiğna belki âşığın istemsizce çok sevdiği ahvâldendi. Ancak âşık için her dakika kıymetliydi. O nedenle Mecnûn için dayanması zordu. Suçunu bilememek gibi bir hâl… Evet, bu dahi âşığın en iyi bildiklerindendi. Sadece bununla an üzere yüzleşmek zordu. Bu da Mecnûn’u demden koparıp çöle götürüyordu. Bedeni dost meclisinde, ruhu ise çöllerdeydi.
Son meclise geçerken Leylâ ile yürüyememişti. Son meclis, yine bir sohbet meclisiydi. Mecnûn, Kerem ve dostlarının yardımıyla ahvâlini toparlayabilmişti. Biraz daha iyiydi. Âşığa “iyi” demek… Hele de Mecnûn’a… Bir imtihanı daha üzerine çekmek gibi değil mi?
Vakit nihayete eriyordu. Mecnûn’u da, Leylâ’yı da şimdi bir ah kaplıyordu. Meclis nihayet bulmak üzereydi. Herkesin yüzünde belirgin bir sevinç vardı. Ne ki Mecnûn ve Leylâ’nın ahvâli… Bu sadece ikisine sır gibiydi. Sözsüz bir sır… Suskun bir sır... Gözlerin pekâlâ birbirine verebileceği bir sır… Ne var ki, şimdi birbirlerine bakamıyorlardı. Leylâ, belli belirsiz bir noktaya odaklanmıştı. Uzaklara…
Şehre veda eden Mecnûn değil de Leylâ gibiydi. Mecnûn’un belki de en çok acı duyduğu tabloydu Leylâ’ya, onun hâlini tam olarak soramamak… Yahut her şeye cesaret edip buna edememesi… Leyla’ya gönlünce kol kanat olamaması…
Evet, insan insana kanattı. Birlikte uçabilmek için de iki kanata ihtiyaç vardı. Aynı şekilde, kanatlar arasında da bir dengeye… Birinin diğerinden kısa olmaması gerekiyordu. Son ahvâlde Mecnûn’un kanadı uzamıştı. Leylâ’nın kanadı da hakikat üzere uzundu. Ancak o, ahvâle göre kanadını elleriyle kısaltıyordu. Belki ayağına taş değmiyordu ancak bilvesile taşı ayağına kendi vuruyordu. Bu ise Mecnûn’un da, kendisinin de kanadına zarar veriyordu. Uçarken kanadına zarar vermek yahut kafesle birlikte uçmak… Ne denilebilir ki? Leylâ, Leylâ, ah Leylâ!