Orta yerde kaldı yangın: Mecnûn’un yalnızlığı (6)

İkindi akşamı bulmuş, yol görünmüştü. Şehirdeki yağmur dinecek gibi değildi. Şehirdeki Leylâ’dan da bir haber yoktu. Ancak içindeki çölde yalnız değildi. Leylâ hemen yanındaydı. Mecnûn’a su vermişti. Şimdi ise kendisini su dökerek uğurluyordu.

HAKİKAT mihenginde Leylâ’nın son davetinin tarifi zordu. Mecnûn’un buna icabeti de ancak yaşanarak izah edilebilirdi. Yahut bu vuslat, ân’da sabit kalınarak anlaşılabilirdi. Bu ise âlemdeki döngüye zıtlık içeriyordu. Zaman duramazdı. Onu sadece “zamanın sahibi” durdurabilirdi. Belki vakit, ziyadesiyle içselleştirilerek insandaki demini bulabilirdi. Bunun ötesi, benzer ân’ı çoğaltmakla zenginleştirilebilirdi. Ân’da yaşanan hissiyatın tekrar ve tecellisiyle derinleşebilirdi. Tekrar yaşamak, ifade olarak kolay görünebilir. Ancak âşık için elbette öyle değildir. Zira onun için yakınlık-uzaklık dengesi önemlidir: 

Ne ki uzak dursam fayda değildir. Ne ki yakın dursam o da çözüm değildir. Ateşe yaklaşmazsam ham kalmaya namzetim. Ateşe yakınlaşsam yok olmaya namzetim. Peki, yokluğa hazır mıyım? Peki, kovulmaya razı mıyım? Yahut ne kadar razıyım?”

Ne demişti Nedim: “Dövülmeye, kovulmaya, sövülmeye billâh. Hep kâilim ammâ ki efendim senin olsam.”

Âşık bunun idrakinde olandır. Mecnûn da bunun idrakindeydi. Ancak “Yaşanmadan bilinmez” hakikati gereği tatbik etmeliydi. Zira aşk, ifade edilse de söze çok uzaktır. El-hak, öze yakındır. Özün kendisidir. Özün keşfidir. Özün derinleşmesidir.

Bu noktada derinleşmek, zıtlıklarla cisimleşmektedir. Zira her şey net olarak zıddıyla kaimdir. Derin kırgınlıklar derin kavuşmalara namzettir. Buradan bakınca, Leylâ’nın kırgınlığı vuslatın membaı durumundadır. Ne ki âşık için hiçbir barış kesin değildir. Mecnûn için de değildir. Leylâ’nın şehrinde olmak da çöle mânî değildir. Leylâ’nın şehrinde kalmak da yağmurda susuzluğa mânî değildir. Aşk çeşmesinden bir kere içen hep susuzdur. Aşk badesinden bir kere içen de hep sermesttir.  

Bu tam olarak böyledir. Âşık sermesttir. Sermestlik sadece vuslata dair midir? Elbette değildir. Hasrette sermestlik, gurbette sermerstlik, korkuda sermestlik, sevinçte sermestlik, hüzünde sermestlik… Dolayısıyla âşığın sıradan ahvali çok güçtür. Zira âşık, aşkın hâllerin tecessüm ettiği zattır. Diğer ifadeyle âşık, aşk’ın tecelligâhıdır. Doğrudur, sevgilinin bulunduğu her yer kıymetlidir. Hedef, nerede olsa da ona ulaşmaktır. Ama asıl hedef, sevgiliyi kendinde bulmaktır. Bu, doğrudan bilinçle bağlantılı değildir. Ne ki bilinçten hâlî de değildir. Ne ki bilinci aşan, ona galip gelen durumdur.

İşte bu ahval Mecnûn’a galip gelecekti. Galip geldikçe aşkta derinleşecekti. Bu süreçte önemli duraklardan geçecekti. Bu duraklardan biri de “arafta kalmak” idi. Bunun temeli elbette hasretle vuslatın arafıydı. Bu, belki iyi görünendi. Zor olan ikilikti. Mecnûn’un korktuğu da buydu. Zira araf zor da olsa aşılabilirdi. Ancak Leylâ ile arasında bir ikilik… Bu, tamiri zor ve çıkmaz bir sokaktı.

Mecnûn bu sokaktan çıkmalıydı. Çıkmak için de Leylâ’ya varmalıydı. Görüşmeyeli yaklaşık bir ay olmuştu. Zor da olsa yola çıkmaya karar vermişti. Bunu Leylâ’ya da uygun bir dille iletmişti. Onu sadece ve sadece Leylâ anlayabilirdi. Buna inancı tamdı. Burada bir ikilik yoktu. İkilik, “yapmak ile yıkmak” arasında o ince çizgideydi. Leylâ’yı, önce yaşadığına benzer bir korku kaplamıştı. Zira güzelliğin neşvünema ettiği toprakta diken de yükselecekti. Bunu, şehrini en iyi Leylâ biliyordu. Mecnûn da bunu giderek anlamaktaydı. Ne ki Mecnûn da sorumluluk hissiyle adım atan olmalıydı. Geride durmak, en ziyade Leylâ’ya haksızlıktı. Bunu pekâlâ iyi biliyordu. Ne ki adımını yine de ölçüyle atmalıydı. Fuzûlî bunu çok veciz şekilde şöyle ifade diyordu: “Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânın sözün/ İhtiyât ilen içer her kimde olsa yâre su.” (Yaralı gönül senin okunun -ok temrenine benzeyen kirpiklerinin- sözünü korka korka söyler; -nitekim- yarası olan suyu ihtiyatla, çekinerek içer.)

Mecnûn iyi biliyordu, ipi boynuna takmıştı. Aşk böyle bir korkusuzluktu. En korkulu insanı dahi en cesur kılabilirdi. Mecnûn, Leylâ’nın gideceğini söylediği sohbet meclisindeydi. Onu görme arzusuyla kapıda bekliyordu. Ansızın Leylâ içeri girmiş ve Mecnûn’la karşılaşmıştı. Leylâ, korkuyla hayret arasında bir hissiyata bürünmüştü. Ne ki Leylâ’nın endişeli ahengi kısa sürede dağılmıştı. Çok kısa hasbihâl edebilmişlerdi. Bu dahi Mecnûn için büyük saadetti. Leylâ’nın tebessümü Mecnûn’un bütün dertlerini dindirmişti. Nihayet herkes yerini almıştı. Leylâ ailesiyle uzak bir köşedeydi. Meclis ziyadesiyle kalabalıktı. Sohbet epeyce keyifli sürmüştü.  

Meclis dağılırken Mecnûn, Leylâ’ya tevafuk etmek arzusundaydı. Leylâ, bütün sevinçleri gözlerinde toplayarak Mecnûn’un önündeydi. Mecnûn’un bir şey yapmasına gerek kalmamıştı. Leylâ’ya bakmak yetse de, söz de gerekiyordu. Ona ertesi gün için görüşme imkânını sormuştu. Leylâ bunu memnuniyetle karşılamış, haber salacağını söylemişti.

Mecnûn ân üzere, hâl üzere perişandı. Zira âşığın sevgiliyi her görüşü son gibidir. Bir daha görmek mi? Bir daha görüşmek mi? Âşık için bunun kıymeti bu dünyaya ait değildir.

Mecnûn’un Leylâ’yı görme ümidi içinde kadar büyüdü ki…Yarının nasıl olacağını tahmin bile edemiyordu. Bir gece nasıl geçecekti? Yarın haber nasıl gelecekti? Doğrusu şu ki, haber gelecek miydi? Zaman içinde zaman nasıl genişleyecekti? Zaman içinde zaman nasıl daralacaktı?

Bu gece farklı geçecekti. Mecnûn eski bir aile dostunun misafiri olacaktı. Doğrusu, belki sabır kapısının eşiğinde misafirlikti. Güzel bir akşamdan sonra geceye geçilmişti. Bu arada yağmur başlamıştı. Aylardan Mayıs idi. Elbette baharda yağmur yağacaktı. Ancak bu başka bir yağmurdu. Belki âşığın gözyaşına rakip olacak bir yağmurdu.

Gün erteye varmıştı. Dost evinde muhabbet koyu olurdu. Öyle idi. Ancak Mecnûn’un gözü ve kulağı ulaktaydı. Leylâ’dan gelecek bir haber… Bu, her şeyi değiştirebilirdi. Ne ki gece başlayan yağmurdan başka ses yoktu. Vaktin bu kadar daralttığı görülmemişti. Mecnûn her dakikayı binlerce yıla denk yaşıyordu. Derken öğle olmuştu. Hâlâ haber yoktu. En yakın vakit ikindiydi. Mecnûn farkındaydı ki, ikindiden sonra görüşmek oldukça zordu. Yine de ümidine sarılmak zorundaydı. Yağmur ikindiye doğru iyice hızlanmıştı. Kırkikindi dedikleri hafif kalıyordu. Mecnûn’un içinden binlerce ikindi geçiyordu. Gök yarılmış gibiydi. Yağmur dinmiyordu. Bir yandan, haber gelmedikçe yağmur şiddetleniyor gibiydi. Diğer yandan, yağmur dinmediği için haber gelemiyordu. Mecnûn’un tarafında durum böyleydi. Bu yüzden inen her damla ok gibiydi. Her damla ok gibi Mecnûn’un yüreğine saplanıyordu. Fuzûlî ki, şu beytini bunun için demiş gibiydi: “Gökden yere yetdüğinde bârân/ Her katra olup misâl-i peykân.” (Yağmur gökten yere ulaştığında, her damlası oka misâl olur.)

Kim bilir Leylâ ne durumdaydı?

Belki Fuzûlî üstadın şu beyti de buna dairdir: “Arz eyleme ra’d ü berk u bârân/ Bahs etme menümle rûz-ı hicrân.” (Yağmuru, yıldırımı ve gök gürültüsünü arz eyleme, benimle ayrılık gününü konuşma!)

İkindi akşamı bulmuş, yol görünmüştü. Şehirdeki yağmur dinecek gibi değildi. Şehirdeki Leylâ’dan da bir haber yoktu. Ancak içindeki çölde yalnız değildi. Leylâ hemen yanındaydı. Mecnûn’a su vermişti. Şimdi ise kendisini su dökerek uğurluyordu.