Orta yerde kaldı yangın: Mecnûn’un yalnızlığı (5)

Leylâ, Mecnûn’u şimdi de sohbet meclisine davet ediyordu. Mecnûn, gece ayrılacak olmanın acısını hatırlamak istemiyordu. O nedenle memnuniyetle katılma isteğini ifade ediyordu. Bu an, evet, hiç bitmemeliydi. Bir kırgınlık ancak bu kadar güzel evrilebilirdi.

ZAMANIN saati ile saatimiz birçok vakit uyuşmaz. Biz susacak olsak, vakit, konuşma vaktidir. Biz konuşacak olsak, belki susma vaktidir. Biz gülecek olsak, belki ağlama vaktidir. Biz hasret bilsek de belki o vuslat demidir. Bülbül feryada gelse güle imtina vaktidir. Mum sönecek olsa, pervaneye yanma vaktidir. Yerindelik ilkesi her vakit değişir. Bu böyledir. Birbirine ulanmış her şey ayrıdır. Ayrı görünen de birbirine ulanmıştır. Farkı ayırt edene aşk olsun!

Doğrusuyla eksiğiyle bu böyledir. Âşık için de bu kavramlar hep meçhuldür.

İşte Mecnûn da tam olarak bu meçhulün dönemecindeydi. Konuşsa hataya “Gel” diyecekti. Sussa, varlığını yok sayacaktı. El-hak, âşık aynı zamanda varlığını yok sayandı. Ancak ifade edendi. Anlaşılandı. Şimdi o, anlaşılamayan yerdeydi. Anlayamadığı yerdeydi. Bunun tam karşılığı elbette gurbetti. Leylâ’dan ayrı olmak her vakit gurbetti. Ne ki bu sefer başka bir imtihan üzereydi. O şimdi gurbeti gönlünce ve derinde hissediyordu. Nedeni neydi, nereden geliyordu? Bildiği ve kanaat ettiği, Leylâ’nın kırgın oluşuydu. Leylâ, onun şehri, onun mekânı...

Mecnûn, alınacak her habere muhtaçtı. Bu muhtaçlık yükseliyor, yükseldikçe Mecnûn’u daha da daraltıyordu. Lâkin daralttıkça olgunlaştırıyordu. Bu olgunlaşma ateşin sönmesi değildi. Kontrol etme gücünün bir nebze daha artmasıydı. Bir yandan da korkusu artıyordu. Korku, âşığın vehmini ve hassasiyetini de artırabilirdi. Ne ki bu, çölde suya hasretlik gibiydi. Bu defa ateşteyken susuzluğa hasretlikti. Bu defa bambaşka bir yerdi. Ateşte iken eylemden yana, sözden yana susabilmek... Bu bir yana… En hassas düşüncedeyken yanlışa duçar olma… Bunların hesabını yapmak âşığa düşer. Ne ki Mecnûn olmak hesap işi değildi. Buna rağmen Mecnûn kılı kırk yaracak çizgideydi. Bu, elbette kendinden ziyade Leylâ içindi. Onun incinmemesi her şeyin önündeydi.

Mecnûn’un konuyu çözme gayreti çözümsüz kalmıştı. Bu hakikatti. O nedenle şimdi feryadını içine doğru yükseltiyordu. Suların durulmasını beklemek belki tek çaresiydi.

Bir gün, bir yıl gibiydi. Günler hem hızlı, hem yavaş geçiyordu. Mecnûn, yol arkadaşı Kerem’e uğramıştı. Kerem tebessümle onu karşılamıştı. Mecnûn’un hâlinden bilen dostu müjdeyi vermek istemişti. Leylâ’nın diyarından haber ulaşmıştı. Leylâ, yapılacak şölene onları da davet etmişti. Mecnûn hafiflemişti. Gitmemek elde miydi? Elbette değildi. Henüz on gün vardı. Ancak Mecnûn vuslat türkülerine çoktan başlamıştı. Suskunluk ve kırgınlık, yerini müjdeli habere bırakmıştı. “Âşığın gözüne uyku girmez” derler, bu seferki sevinçtendi. Günler yine geçmiyordu. Mecnûn için on gün nasıl biter ki? Gelinen ahvali hangi şarkı anlatır ki? Kim bilir? Belki: “Sebep sensin gönülde ihtilâle/ Sürüklersin beni sonsuz melâle.”

Bu süreçte Mecnûn, kendisiyle sohbet hâlindeydi: “Ne kaldı geriye? Ateş söndü mü, yoksa aralandı mı? Yahut iyiden iyiye hararet mi kazandı? Hasretlik suya mıdır, yoksa sesin duyulmasına mı? Suların durulup ateşin saklanmasına mı? Çok şeyle iç içe bir hâdise. Çok şeyle içkin bir hâdise. Ne ki ifadeden arınmak yerine ifadeden ayrılmak gerekiyor. Zira asıl ifade, anlaşılmanın ta kendisi!”

Mecnûn bir süredir bundan beride kalmıştı. Anlaşılmak belki en çok olması gerekendi.

On gün, bir rüzgârın etkisiyle geçmişti. Ne yapacaktı, nasıl gidecekti? Biliyordu Mecnûn, rüzgâr kendisinden yana esiyordu. Ancak yine de kovulmuş hissiyle gidecekti. Bu, ancak yaşanarak bilinebilirdi. Buna bir de yol arkadaşının katılamayışı eklenmişti. Mecnûn iyice yalnız hissediyordu. Tek bağlandığı yer, Leylâ’nın zarif davetiydi.

Huzurlu bir yolculuktan sonra Leylâ’nın şehrine varmıştı. Bu kez görüşme yeri farklıydı. Geniş bir alanda Leylâ ile buluşmak… Bu ona hem cesaret, hem korku veriyordu. Uzun bir yürüyüşten sonra şölen yerine ulaşmıştı. Leylâ, ilk günkü gibi, yine yeşiller içindeydi. Uzaktan, ilk gün kadar sakin görünüyordu. İlk gün kadar huzur ve zarafet üzereydi. Mecnûn, yaklaştı ancak cesaret edip görünemedi. Şölen alanında bir süre gezinmişti. Nihayet bir süre sonra Leylâ’ya tevafuk edebilmişti. Şimdi ne diyecekti? Neyse ki Leylâ, “Hoş geldiniz” demekte gecikmemişti. Her şey yerini iki kelimede buluvermişti. Mecnûn’un azalan bütün efkârı şimdi dağılmıştı. Bütün program tarifsiz şekilde güzel geçmişti. Yapılacak programda Leylâ ve arkadaşları da müzik sunmuştu. Ancak Mecnûn için en güzeli, Leylâ’yı görmekti.

O şimdi bambaşka bir âlemdeydi. Kendini toparlayıp Leylâ’nın yanına gitmeliydi. İnsanlar alandan çekildikçe vakti daralıyordu. Ve nihayet Leylâ’nın gözlerindeki sevinci paylaşma vaktiydi. Leylâ’nın bu sevincini görünce Mecnûn’un bahtiyarlığı katlanmıştı. Leylâ, Mecnûn’un gelişine olan sevincini beyan ediyordu. Ancak bu sevinç, en özel şekilde gözlerindeydi. Mecnûn düşüp bayılmamak için kendini zor tutuyordu. Nihayet Leylâ’nın davetine teşekkür ederek sevincini paylaşıyordu. Söylenecek o kadar şey vardı ki… Ancak Leylâ’yı görünce hiçbirinin hükmü kalmıyordu. Ne dese eksik kalacağı için istemsizce susabiliyordu. Vakit bahardı. Demden ilhamla belki: “Bir bahar akşamı rastladım size/ Sevinçli bir telaş içindeydiniz/ Derinden bakınca gözlerinize/ Neden başınızı öne eğdiniz?”

Leylâ, Mecnûn’u şimdi de sohbet meclisine davet ediyordu. Mecnûn, gece ayrılacak olmanın acısını hatırlamak istemiyordu. O nedenle memnuniyetle katılma isteğini ifade ediyordu. Bu an, evet, hiç bitmemeliydi. Bir kırgınlık ancak bu kadar güzel evrilebilirdi. Bir hasretlik ancak bu kadar güzel sonlanabilirdi.

Mecnûn, Leylâ’nın mihmandarlığında sohbet meclisine varmıştı. Ne saadet! Mecnûn, elbette Leylâ’nın olduğu her yerde bahtiyardı. Ne var ki meclis, çoğunlukla bunu gölgeleyebiliyordu. Leylâ’yı uzaktan seyretmek onun kaderi gibiydi. Neyse ki Leylâ, Mecnûn’u yolcu etme isteğini belirtebilmişti. Ancak meclisin buna uygun düşmeyeceğini ikisi de anlamıştı. Bu hakikat, yürüklerine demir yumruk gibi inmişti. Mecnûn bu kez, yalnızlığını Leylâ ile paylaşıyordu. Diğer ifadeyle bu, ruhların hüzünlü buluşmasıydı. Dolayısıyla buna yalnızlık demek galat olabilirdi. Neyse ki gecenin bütün güzelliği her ikisini de kuşatmıştı. Aradaki soğuk duvarlar yıkılmıştı.  

Gece nihayete ermek üzereydi. O vakit ne diyelim? Mecnûn’a gitmekten mi bahsedelim? “Hayır” diyemeyiz. Bu güzel bahar vaktinde Mecnûn’a üşütmekten bahsedemeyiz. Belki onun dilinden şu birkaç dizeyi diyebiliriz:

“gitme vaktinde üşürüm ben/ gelme vaktinin esiriyim o yüzden/ zincirlerim elinde senin/ çekersen hafiflerim/ koparsa bağlayamam/ hakîrinim, dâhil etme beni yüküme/ toprağım ağırkanlı, hüznüm tez canlı/ deseler toprağında kazılmış mezar/ kefenim cebimde zaten/ atılsam yamacında dipsiz kuyuya/ zindanım cebimde zaten/ gitme vaktinde üşürüm ben/ gelme vaktinin esiriyim o yüzden/ zincirlerim elinde senin/ çekersen hafiflerim/ koparsa bağlayamam.”