Orta yerde kaldı yangın: Mecnûn’un yalnızlığı (4)

Burası Leyla’nın şehriydi. Şehir ki, âlemin kalbi gibi... Âlemin bütün endişesi burada bitebilirdi. Bütün güzellikler dünyaya buradan neşet etmiş gibiydi. Burası, Leyla’nın değil, Mecnûn’un doğduğu yer gibiydi.

“BİR şîşe ki oldı pâre pâre/ Peyvendine hîç var mı çâre...” (Bir şişe ki parça parça kırıldı, tekrar birleşmesine hiç çare var mı?)[i]

Hassas bir ahval, bir diğerinin boyunu aşabilir. Bu, kişiden kişiye, durumdan duruma değişebilir. Söz konusu bu değişim elbette ahvale dairdir. Bu yüzden de dille ifadesi yıpratıcı olabilir. Zira dil her zaman muktedir değildir. Ancak ifade edilmeyen de farklı anlamlara yol açabilir. Doğru olanın sahih bir anlatıma ihtiyacı vardır. Acı olan, her vakit buna imkân kesbedilememesi. Ne yapılsa da aksi olanın bilvesile cereyan edebilmesi…

Mecnûn için yeni süreç de bunun habercisi gibiydi. Ayrılık, her âşık gibi onun için de geçerliydi. Bu ahvalin vakitle ölçülür bir yanı yoktu. Ne ki, ahvalin hakikatini bilse yılların da önemi yoktu. Yeter ki vuslat ya da ayrılık Leyla’yı incitmesindi. Mecnûn bu dengeyi nasıl kuracaktı? İnsanın dikkat ettiği husustan incinmesi kaderin cilvesiydi. Bu durum bu kez Mecnûn’un başına mı gelmişti?

Kışın sonu, baharın başıydı. Leyla’nın bir haberi Mecnûn’a ulaşmıştı. Bulunduğu ahvale dair endişesini belirtmek istemişti. Ne ki, Mecnûn Leyla’nın haberini çağrı olarak değerlendirmişti. Bir ziyaret veya bir “Gel” çağrısı… Onun için olabilecek en güzel çağrılardan biri. Zira ayrılalı birkaç hafta olmuştu. Vuslata kapı aralamak… Bu, yardan çağrıyla olunca elbette tarifsiz olurdu. Yine de Mecnûn için yâre vuslattan ziyadesiydi. Ziyadesi, Leyla’nın isteğini yerine getirmenin huzuruydu. Zira Leyla çağırdıysa hiçbir engelin ehemmiyeti yoktu. Leyla çağırmadıysa açık yolların da bir kıymeti yoktu.

Bugün bir vuslat günüydü. Ancak Leyla’nın endişesi yolculuk boyunca Mecnûn’u da sarmıştı. O nedenle ahengi, olması gereken yerde değildi. Nihayet yolculuk bitmiş, şehre, dostu Kerem’le kavuşmuştu. Leyla’ya yakınlaştıkça saatler günlere, günler aylara dönüşüyordu. Vakit yine geçmemiş, gün ortayı bulmamıştı. Nihayet vakit tamama ermişti. Çarşı merkezindeki buluşma yerine varmışlardı. Dem, yüz yüze gelme vaktine erişmişti. Leyla sarı-yeşil libaslar içinde içeriye girmişti. Oda ışımış, Mecnûn, Leyla’nın ışığına bürünmüştü.

Görünürde her şey yerli yerinceydi. Önceki buluşmadan da bir fark yok gibiydi. Ancak ruhların daraldığı net şekilde ortadaydı. Her ikisinin de sevinçten uzak bir hâli vardı. Bu, vuslattan ziyade bir görevin ifasını andırıyordu. Her iki taraf, hazırladıklarını birbirine bilvesile sunmuştu. Bugünkü yakınlığa rağmen engellerin çok olacağı hissedilmişti. Bu imtihanlı süreç nereye evrilecekti? Kim nasıl ayakta kalacaktı? Leyla, Mecnûn’a dargın ve tedirgin görünüyordu. Bunun sebebi sırrın ifşasına meydan vermekten korkmasıydı. Mecnûn bu hâlden beride değildi. Zira ikisinin de yalnız görüşmesine imkân yoktu. Dost meclisi, her ikisi için mücbir idi. Bu ise her şeyi güç kılıyordu. 

Mecnûn önceki görüşmede sevincinden ayrılamamıştı. Bu sefer ne olmuştu? Bu soğuk rüzgâr, bu yorucu hava… Bu hep böyle mi olurdu? Güzel bir kavuşmanın ardında imtihan… Lezzetin ardında acı… Gülmenin yanında ağlama… Sabrın yanında selâmet… Vazgeçilemez olan hangisi? Asıl olan hangisi? Ne yaşansa da asıl noktadan kopmamak mı? Rüzgâr karşısında dirayetli durmak mı?

Mecnûn’un belki bilinmeyen ahvalde imtihanı bu olacaktı. Dışarıda başkaca bilinmek… Hakikatte farklı bir ahvalin içinde olmak… Leyla’nın ahvali de dâhil olunca çıkmaz sokaklar artacaktı. Mecnûn, içinde bulunduğu ahvalde kendini ifadeye uğraşacaktı. Leyla’nın ahvali söz konusu olduğunda kendini kolaylıkla unutacaktı. “Yâ Rab mana cism ü cân gerekmez/ Cânânumsuz cihân gerekmez.”[ii]

Bilinmeyenin çok olduğu mecliste Mecnûn’un ilk yalnızlığıydı. Bugün böyleydi. Önceki vuslat hâli yorulmaya gerek bırakmayan rüya gibiydi. Bugünkü vuslat, yorulmaya çokça muhtaç bir rüyaydı. Ne Leyla’ya sorabiliyor, ne hâli arz edebiliyordu. Bu da Mecnûn’u behemehâl suskunluğa sürüklüyordu. Leyla ise daha ziyade küskünlüğe yakındı. Bu, gül ile bülbüle misâl olsa gerekti. Gül mü olabildiği kadar naifti, bülbül mü? Vuslatta bile ayrılığa duçar olarak hasretteydi. Mecnûn’un ahvali tam olarak böyle idi. Öyle ki, hâlini arz edemezse sükût en iyisiydi. Zira çıkacak her anlam sadece kesreti çoğaltabilirdi. Bu da anlamın düştüğü güçlüğü daha da artırabilirdi. Hâl böyleyken henüz har/diken bile tadılmamıştı.

“Gül-zâra henüz yetmedin hâr/ Gül kıldı vedâ‘-ı sahn-ı gül-zâr.” (Diken gül bahçesine henüz erişmeden/ Gül, gül bahçesine veda etti.)[iii]

Mecliste zaman zaman mûsikî öne çıkıyordu. Zaman zaman da sohbet seyrinde ilerliyordu. Ancak Mecnûn’a öyle veya böyle ah düşüyordu. Leyla neredeyse Mecnûn ile göz göze gelemiyordu. Gelmedikçe Mecnûn ân’dan kopuyor, âh’a düşüyordu. Ah ise düştüğü yeri yakıyordu. Bu yer ise elbette Mecnûn’un sinesiydi.

“Nergis gözine nigâh ederdi/ Yârin gözin anup âh ederdi.”[iv]

Gün erteye varmıştı. Başkaca bir mekânda dost meclisi tekrar toplanmıştı. Kırk yıl hatır yapacak kahveler içilmişti. Ne ki, Leyla’nın hatırı önceki günden farklı değildi. Mecnûn gece boyunca uyuyamamıştı. Leyla ona yabancı gibi baktıkça yangını büyümekteydi. Hasretlik orucu bitmemişti. Bayram hâlen uzak görünüyordu. Mecnûn gücü yetse şöyle diyecekti: “Ahımı görmez misin ey can! Ya canımdan bir kıvılcım benden gizli düşerse? Ya sakladıklarım ortaya saçılırsa? El-hak, kimseler duymasın diye susuyorum. Doğrusu, konuşamıyorum. Doğrusu, konuşamıyorsun. Doğrusu, konuşamıyoruz. Bilemiyorum, huzurunda dilimi bağlayan nedir? Bilemiyorum, dilim çözülünce küskünlüğün nedendir? Biliyorsan sen söyle bana! Sen küskün iken ben suskun. Ben suskun iken sen küskün. Nereye varabiliriz? De ki ey canımın canı, birinci mısraı elbette geçelim. İkinci mısra yeter bize: ‘İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kere.’[v] De ki, ‘Bu bütün ahengi bozan nedir? Yahut hangi hassasiyettir ki muhabbete manidir? Hangi ahval ki manidir?’. De ki ne kadar hakikidir? Bütün saatler kavuşmaya kurulu değil mi? Hâl böyleyken, aksi olan, boşluğa adım değil midir?” 

Mecnûn ne yaşasa da şimdi şunu fark ediyordu: Burası Leyla’nın şehriydi. Şehir ki, âlemin kalbi gibi... Âlemin bütün endişesi burada bitebilirdi. Bütün güzellikler dünyaya buradan neşet etmiş gibiydi. Burası, Leyla’nın değil, Mecnûn’un doğduğu yer gibiydi. Hayata geldiği, hayatın geldiği yerdi. Gidilen yerin onun için bir önemi yoktu. Aşka dair ne söylenecekse burada söylenmeliydi. Kalacak olan da burada kalmalıydı. Kalmayacak varsa, o da burada yok olmalıydı. Mecnûn bunu biliyordu. O yüzden şehre ayağını bile yavaş basıyordu. Olur da duyan olur. Olur da bilen olur. Ne ki, yangını gizlesen bile dumanı gören koşabilirdi. Başkaca nasıl diyelim: “Ben gizlendim, aşk söyledi yerimi.

Yahut Fuzûli üstadın şu veciz beytindeki gibi, “Sırr-ı aşkın etmedi ancak Fuzûlî âşikâr/ Bu mübârek işi her kim etdi, pinhân etmedi”. (Fuzûli aşkın sırrını aşikâr etmedi. Bu mübarek işi (aşk) her kim kıldıysa gizlenemedi.)[vi]

 



[i] Leyla ile Mecnun Mesnevisi, Fuzuli.

[ii] Fuzuli, Leyla ile Mecnun Mesnevisi.

[iii] Fuzuli, Leyla ile Mecnun Mesnevisi.

[iv] Fuzuli, Leyla ile Mecnun Mesnevisi

 

[vi] Fuzuli, Leyla ile Mecnun Mesnevisi.