Orta yerde kaldı yangın: Mecnûn’un yalnızlığı (3)

“Karanlık en derinde şimdi. Şimdi çıksam, yolumu kaybederim. Gitmek için ayakkabılarımı giyiyorum. Bak işte, o da dar geliyor. Giyip çıkarıyorum. Giyip çıkarıyorum. İnsan yalın ayak nerede yürüyebilir ki? Çöle düşmemek elde değil! Çöle düşmemek elde değil!”

GECE biter ama sabah olmaz. Âşık için böyledir. Göz kararır, ama güneşe bakmaktan. Doğrusu, bakamamaktan… Güneş, ışığını kısamaz. Zira bu hâli, kısılmış hâlidir. O hâlde bakana düşer dosdoğru bakabilmek. Seyrine takat getirebilene aşk olsun! Gizlenince feryat, aşikâr olunca hoyratlık. Âşığın ahvâli böyle mi olmalı? Hâli hakikî hâle inkılap edememek… Çeyrek nazarı yarım, yarım nazarı tam kılamamak… Kılabilene aşk olsun!

Mecnûn’un ahvâli böyle değildi. O, nazarı tam kılanlardandı.

O gece de her gece gibi sabah olmuştu. Güneş de doğmuştu. Ancak Mecnûn’un güneşi içine doğmuştu. Dıştaki ahvâl, onun için sıyrılması gerekendi. Gözden olmasa da özden sıyırmak… Mecnûn’un buna ihtiyacı da yoktu. Zira hakikî “âh”ı ilk bu sabah hissetmişti. Öyle ki, dilden çıkandan kendini mesûl saymayacaktı. Küçük bir “âh”ta neler demezdi ki Mecnûn:

Leylâ! Ah Leylâ! Derûnumda neler var, bir bilsen! Bilmez olabilir misin? Âhım senden gelmeli ki bu kadar yakıcı! Âhım kâl’den uzaksa da, onu da yakıp geçiyor. Onu da meftûn ediyor. Bu kadar vakit neredeydin? Ya bu kölen neredeydi? Ya efsunlu nazarın? Ya beni değiştiren sendeki cân? Ya hayatı hakikaten tattığım şu an? Bu sabah, akşam olur mu? Olmasın! Olursa yol gözükür ey cân, ey cânân! Beni senden alma! Ya seni göremeden bugün yola düşersem? Duyma, duyma bunları! Hissine tesir ederse olur ki vukû bulur. Etme, eyleme! Ben ayrılıktan bilmem, ölümü hiç tatmadım. Tattırma! Bunların ikisi de şimdi yanımda. Ân kadar, can kadar yanımda. Korkum budur ki, tattırma! Bugün burada âhım boyumu geçebilir. Hakkıdır, geçsin! Ne ki korkumun boyu âhımın boyunu geçmesin! Hayatı sende buldum. Neşenin kıvılcımı, ateşi senden alır. Alevi esirgeme! İster isen kül eyle, gayrısına yaktırma!”

Bu tarifsiz hissiyat ile günü ortalamıştı Mecnûn. Leylâ’dan henüz bir haber yoktu. Hasret, korkuya teslim edilecek bir his değildi. Korktuğunda kaçılacak bir güç de değildi. İnsana nerede, nasıl duracağını bildirmeyen bir histi. Sadece “âh” çektiğinde bir lahza feraha kavuşulabiliyordu. Mecnûn için öyleydi. Artık onun için “âh”ın dizginlerini çekmek güçtü. Sadece dostlarının yanında kolaylıkla “âh” edebiliyordu. Ne ki bütün şehir gelse kendini yine de tutamayabilirdi. Bir anlık esrimeyle nerede olduğunu kolaylıkla unutabilirdi. Ne var ki, Leylâ’dan olabildiğince ar ediyordu. O nedenle bir o kadar da tedbirli davranıyordu. Hiçbir ihtimâlin onu incitmesine tahammül gösteremeyeceğini hissediyordu.

Mecnûn, bugün için mektup da gönderemezdi. Leylâ ile mektup ümidinden uzakta idi. O nedenle ulaktan gelen habere paha biçilemiyordu. Leylâ’yla doğrudan görüşmekten imtinayla korkuyordu. Mecnûn Leylâ’nın şehrine gelecekse, belli ki görünen şuydu: Ulak ile irtibat sağlamak. Bu vuku bulursa ne alâ! Zira bazen bu da zor olabilirdi. Buluşma yeri kolaydı. Ne ki muhabbet burcu herkesin çıkacağı yer değildi. Bu yüzden kolay terk edilecek yer de değildi. Bir yerden gelecek bir kem nazar, aksi yönden en küçük rüzgâr hakikati incitebilirdi. Sevginin hakikatini…

El-hak, öyleydi. Cevheri hakikî olanın düşmanı da kavi olurdu. Oysa Mecnûn henüz buna âşinâ değildi. Dahası, bunu henüz bilmiyordu. Zira başındaki duman her şeyi perdeliyordu. Ne ki büyük dağın dumanı da büyük olacaktı. Mecnûn bunu adım adım ve iliklerince hissedecekti.

Mecnûn’un seferi iki günden ibaretti. Dünün kar yağışına rağmen güneşi iliklerince yaşamıştı. Peki, bugün güneşliyken yaşadığı neydi? Dün her zerresince yaşanan vuslat, hasrete dönüşmüştü. Mecnûn, “Bugünün dünden farkı neydi?” diye düşündü. Bir cevap bulamadı. Bulamadıysa da iç sesini susturamıyordu: “Bu, dünyanın bîvefâ oluşundan mıydı? İmtihan mıydı? Yahut hasret, vuslatın başka bir yüzü müydü? Diğer ifadeyle başka bir cüz’ü müydü? İnsan zaten dünyada ‘dâr’ üzere değil miydi? Dünyada sırattan geçmeyen ötede nasıl geçsindi? Aşk, dünyanın ve evrenin varlık sebebi değil miydi? Öyleyse bu hakikat kolay olmamalıydı. İnsan bu hakikate kolay erişememeliydi. Zira kolay erişilenin kıymetini bilmek oldukça zordu.”

Mecnûn bu sorgulamaları içinde çoğaltıyordu. Bir yere varmak için bu sorguya girmemişti. Dünkü vuslatın tesiri onu büsbütün sarmıştı. Doğru. Ya bugünkü hasret? El-hak, o da dünün tesirindendi. İnsan hakikî güzellikten kopunca yaşadığı ânı sorgulardı. Bu belki her güzellik için böyleydi. O âna dönmek… O ânın hakikatini yaşamak… Yaşanan en yüce hâlin zirveye konması doğaldı. En yücede ne varsa insanın gözü de oradaydı. Orada olmalıydı.

Hâl böyle idi. Mecnûn takatsizce köşesinde oturuyordu. Durumu kavrayan dostu Kerem onu çarşıya çıkarmıştı. Evvelâ onu sıradan olaylara dâhil etmeye çalışıyordu. Önce mahallenin marangozuna uğramışlardı. Mecnûn, burada ustanın işçiliğine dalıp gitmişti. Burada yontulmayan ağaçları aşktan önceki hâline benzetmişti. Ne kadar da kerih görünümdeydiler. Bazen de kendini bıçağa gönlünce süren ağaçlara rastlıyordu. Daha bıçak değmeden yontulmaya hazır görünüyorlardı. “İnsan aşk karşısında böyle olmalı” diye düşündü. Kendi hâline baktı. Henüz bundan uzaktı. Feryat, başının üzerinde henüz sıcacıktı. Düne gitmişti yine. Hülya mı, rüya mı, hakikat mi olduğunu bilemediği düne... Arkadaşı kolundan tutmasa yıllarca öyle hareketsiz kalabilirdi. Arkadaşıyla marangozun sohbetine dâhil olamamıştı. Ne konuştuklarını hiç duyamadan oradan ayrılmışlardı.

Biraz iyi geleceği ümidiyle yürümüşlerdi. Çarşı içinde bir zücaciyeye girmişlerdi. Burası daha ziyade eski bir cam atölyesiydi. Atölye kısmı hâlâ çalışmaktaydı. İş yeri sahibi girenlerin yabancı olduklarını anlamıştı. Oturmalarını buyur etmiş, çırağına kahve yapmasını söylemişti. Dükkân sahibi atölyenin dede mirası olduğunu anlatıyordu. Ne var ki, Mecnûn’un gözü yine ustadaydı. Usta, eriyen camı kalıplara miktarınca döküyordu. En küçük özensizlik göze çarpmıyordu. Camın bir kısmını ise üfleyerek işliyordu. Bu kısım çok daha hassastı. İnsan ateşe nefesiyle şekil verebilir miydi? Bir âhıyla her şeyin alev alacağını hissetti. Bu hâl üzereyken, arkadaşını kendi uyarmıştı. Onu çabucak dışarı çıkarmıştı.

Karanlık iyice bastırmıştı. Günün kalanından da, ulaktan da hiçbir ışık yoktu. Yol, ona büsbütün görünmüştü. Mecnûn’a yolculukta şu satırlar yoldaş olacak gibiydi: 

“Leylâ! Âh Leylâ! Seninle aynı şehirde olup seni görememek… Asırlardır bu şehirdeymiş gibi hissetmek… Asırlardır buralıymış gibi hissetmek… Asırlardır beraberken ayrılmış gibi hissediyorum. Bir gün, insanı bu kadar dâra çekebilir mi? Bu şehir beni ne kadar daraltacak? Nefesim daralıyor, henüz almadan bırakıyorum. Pencereler dar geliyor, açık kapılar bile kilitli. Yeryüzü bir mahzene dönüşmüş gibi. Anahtar sadece senin elinde. Dışarı çıksam her yerde sen varsın. Birine soramam ki ne çok ar geliyor. Hiçbir şey yokmuş gibi davranamam. İçimdeki nâra yeni bir hararet geliyor. Belli ki, şehir suyumu ısıtmışa benziyor.

Karanlık en derinde şimdi. Şimdi çıksam, yolumu kaybederim. Gitmek için ayakkabılarımı giyiyorum. Bak işte, o da dar geliyor. Giyip çıkarıyorum. Giyip çıkarıyorum. İnsan yalın ayak nerede yürüyebilir ki? Çöle düşmemek elde değil! Çöle düşmemek elde değil!”