
İLK günün heyecanı olmasa yola düşmek zordur. Dahası, yolda düşmek…Oysa Mecnûn, bunların varlığından bile haberdar değildi. Zira aynı şevk ve iştiyakla ân’ın üstündeydi. Gayrısı için yolu kaybediş, onun için buluştu. Gayrısı için yolu buluş, onun için kaybedişti. Yolda düşmek, tekrar kalkmak, hayata dâhil olmak… Her şey başka bir iklimin tarifiyle şekilleniyordu. Hâsılı, hiçbir kavram onun fikrinde sabit değildi. Bunu bu hâle getiren neydi? “Aşk”ı lisan-ı kal ile incitmeye gerek var m’ola? İnsana ne ki, hayat katarsa hayatı öyle tanır. “Cân” ki, onun ahvâli de tam olarak öyledir. Cân, hayatın içinde düşünce kalkmaya gayret ister. Câna hayat düşünce de hiçbir sözün hükmü kalmaz. Mecnûn’un dünyasında da sözün bir hükmü kalmamıştı.
Bugün bütün bir şevk üzerinde toplanmıştı. Bir rüya nasıl olmalıysa öyle gibiydi. Diğer tabirle, o kadar lezzetliydi. Ancak bu rüya değil, belki bir hayâldi. İnsan, yaşanmış ândan ne kadar müteessir olabilirdi? Evet, o tesir ve hayâl…O, bitip tükenmeyen bir hazineye dönüşebilir. Bu hazine şimdi, Mecnûn ile Leyla’ya mahsustu. Hazinenin anahtarı sadece ikisinde idi. Bir yaprak kıpırdasa ân, öyle incinecekti. Hayâl, en mücessem gerçeklikle ân üzereydi. Nasıl tarif edilebilir ki? Hayâli bile zorlayan, gerçek olarak gözler önündeydi. Belki hayâl, gerçekle birleşmiş olarak orta yerdeydi.
Soğuk ve uzun günler geçmişti. Belki, doğrusu, ruhların kavuşması sonrasıydı. O günün soğuk sabahına dönelim. Belki o sabahın gecesine… Gecesi tipi olan sabah, güneşi nasıl arzular? Belki düğüm tam olarak burada başlamıştı: O gün dost meclisinde Leyla’yı bekleyecek olmak… Bu, sırattan daha ince çizgiyi ifade ediyordu. Gelecek olma ihtimâli de onu esir ediyordu. Gelmeyecek olma ihtimâli de onu büsbütün yakıyordu. Ânı defaatle, kalbi süratle kesen o ahvâl… Birazdan Leyla içeri girecek, bütün ahvâli sonlanacaktı. Bu, en büyük korkusuydu. Bir diğeri, Leyla gelmeyecek, ahvâl yine de sonlanacaktı. Heyhat! Hasret ve vuslat hiç bu kadar yakınlaşmamıştı.
Nihayet, gün ortayı bulunca Leyla içeriye girmişti. Dost meclisindeki karanlık ve kasvet bitmişti. Zemheri, yerini bahar güneşine bırakmıştı. Mecnûn, Leyla’yı incitmemek için geleceğini söylememişti. Leyla ise Mecnûn’un habersiz gelişine üzülmüştü. Yine de hem sevincini, hem hüznünü nazarında saklayabilmişti. Mecliste sohbet pekâlâ ilerlemişti. Sohbet, en çok, mûsikî ile şiir etrafında şekilleniyordu. Muhabbetse, ikisinin arasında bir bulut gibi yükseliyordu. Çoğu dosta rağmen sadece ikisi var gibiydi. Leyla’nın sevdiği türkülerde Mecnûn hüznünü terennüm ediyordu. Mecnûn’un söylediği şarkılarda Leyla bahtiyarlığını gizleyemiyordu. Ve ânı en zarif tecessüm ettiren şiirler… Leyla, bugün kadar mesrûr olduğunu hatırlamıyordu. Bir elini başına yaslamıştı. Mecnûn’un her diyeceği onun için kıymetliydi. Mecnûn ise Leyla karşısında hâl ile konuşuyordu. Kimi vakit kâl’e gücü yetse de çoğunlukla yetmiyordu. Zira akşam yaklaştıkça Mecnûn’un da hasreti artıyordu. Bu da Mecnûn’un ahengini istemsizce kaçırıyordu. Akşam olacak, gece yine şeb-i yeldâya dönecek. Gün ağarmayacak. Belki ertesi gün Leyla’yı göremeyecek. Şehir, üstüne hüznünü yağdırarak onu uğurlayacaktı. Bunları düşündükçe ândan koptuğu vakitler oluyordu. Yine de hiçbir şey bu güzel kavuşmayı gölgeleyemiyordu.
Nihayet, söylenmeden ifade edilenler yerine ulaşmıştı. Söylenenler ise en perdeli şekilde muhatabını bulmuştu. Mânâ da, kelâm da bilvesile tahakkuk etmiş, yerini bulmuştu. Gün bitmek üzereydi. Mecnûn, gece yolda geçirdiği zorlukları anlatıyordu. Arkadaşı Kerem’le önce yola çıkacak kervanı kaçırmışlardı. Bir müddet yolu kaybetmişlerdi. Nerede olduklarını bilmeden yola devam etmişlerdi. Karşılaştıkları başka bir kervanla asıl kervana yetişmişlerdi. Bu, yetmemişti. Gece ilerledikçe kar artmıştı. Artık yolculuğun dirayeti zayıflamıştı. Kar, nihayette yerini tipiye bırakmıştı. Hedef de, istikamet de bir an gözlerinde belirsizleşmişti. Bir an durup dinlenmek her şeyi sonlandırabilirdi. Nihayet, aşılmaz dağlar aşılmıştı. Geçilmez sular ve geçitler geçilmişti. Yol bir yönüyle sendelemekse, yolcu ayağa kalkmıştı. Ümitler tükenmişken feleğin rüzgârı yollarını felaha kavuşturmuştu. Bu hâl üzere sabah olmuştu. Kar, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Leyla’nın şehri en sıcak surette Mecnûn’u karşılamıştı.
Bütün meclis, pürdikkat Mecnûn’un yol sergüzeştini dinliyordu. Sergüzeştin her ânı ayrı bir hikâyeydi. Ne ki Mecnûn, bunları anlatarak Leyla’dan ayrılmayı geciktiriyordu. Zira birazdan ona uzaktan bakacak olmayı kestiremiyordu. Kalbi buna nasıl dayanacaktı, bilemiyordu. Bu kadar zorluğun ardından Leyla’yla görüşüp ayrılmak… Bu, bir anlık cennet hayatından nereye geçecekti. Arâf mı, başka bir yer mi, bunu bilmesi zordu. Bu, Mecnûn’un içten içe derinleştirdiği bir çıkmazdı. Buna rağmen kendi ahvâlini acı da olsa öteleyebilirdi. Kendi acısını Leyla’nın yaşayacağı muhtemel acıyla bastırmak… Bu da dayanılması çok zor bir tabloydu. Bir yangını öteleyip daha büyüğüyle karşılaşmak… Doğrusu, iki yangını sırtında taşımak… Ve iki yangınla gitmek zorunda kalmak… İnsanın aklını unutması gereken bir yer. Kalbine acıyla yönelerek “Heyhat” diyeceği bir yer.
Leyla ve arkadaşlarından ân üzere ayrılık vaktiydi. Bir gün nasıl bir ömür olur? Mecnûn, bunu bugün yaşayarak fark etmişti. Zamanı durdurup o ânda kalmak… Buna imkân olsa, bu mümkün olsa… Dünyaca kıymetli hiçbir şeyin hükmü kalmamıştı. Ne acı! Aşk olsun! Ne acı ki, vaktin dünyadaki hükmüyle ayrılık vaktiydi. Saatler sussa şimdi, konuşmasa… Yahut konuşsa, neden acele ettiğini söylese... Ruhun bedenden ayrılığından daha acı olanı söylese... En acısının iki ruhun ayrılışı olduğunu dese... Yahut duvardaki eski takvimden bir söz dilense… Ki o takvim yaprağının bir kenarında, “İki kalbe acı yoktur aşk içre iken… Ayrılık yoktur elbet kalpler bir iken” yazsa meselâ...
Meclisteki bütün hazirûn kapıya yönelmişti. Herkes evine gitmek üzere birbiriyle vedalaşıyordu. Doğrusu, gün kapanırken Mecnûn, Leyla’yı uğurluyordu. Yollar karlıydı. Eliyle Leyla’nın yolundaki karları temizlemek istedi. Bir şey daha demek istedi: “Gitme ey cân! Gitme ey cânan!”
Dışarıda kar yeniden başlamıştı. Mecnûn’un ise içindeki yangın yeniden körüklenmişti. Düşen karlar henüz Mecnûn’un başına değmeden eriyordu. Mecnûn’un başından duman yükseliyordu. Neyse ki içindeki yangından olduğu dışarıdan fark edilmiyordu. Bir ah çekebilse her şey düzelecek gibiydi. Bir ah…
Nereye gitse, ne yapsa, akşamı nasıl geçirse? Zira bu ahvâl, yola düşmeye de müsait değildi. Ne ki konaklayacak mecâli de yoktu. Neyse ki tâbi olmayı normalinden fazlaca severdi Mecnûn. Bir dostun kolundan tuttuğunda gittiği yeri unuturdu. Akşam olmuş, karanlıklar iyice çökmüştü. En çok Mecnûn’un içindeki ateşin etrafı karanlıktı. Bu hâlde nasıl sabah edilir, bilmek zor. Mecnûn içinse çaresizliğin en kesif yeri. Orası, kimseye söylenemeyen bir yer. Orası, sözün uçurum kenarı olduğu bir yer. Orası… Kim bilir: “Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir/ Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat…”