NİHAYET… Bir Cuma gecesiydi. Ay ışığı yükselmişti. Aşkın gurbet oluşu, aşkın sıla oluşu, aşkın çocukluğu, aşkın olgunluğu zirvedeydi. Zira Leylâ’dan haber, sırlı şekilde Mecnûn’a ulaşmıştı. İki seçenek vardı: Ya vuslatta yeniden dirilmek ya da çöl rüzgârıyla yeni çöllere gark olmak…
Haftalar ve aylar birbirine sus şekilde geçmişti. Mecnun, Leylâ’dan habersiz geçen zamandan şikâyetçiydi. Bu şikâyet aşkın yorgunluğu değil, aşkın kazandırdığı olgunluk idi. Nihayet Mecnun, Leylâ’dan ayrılıkta yalnızlık imtihanlarını bitirmişti. Önemli olan bu idi. İnancı tam olarak şuydu: “Aşkta yanlışa düşersem, başka doğrunun kıymeti yoktur.” Bir diğer tarafta da şu: “Aşkta doğru isem yanlış görünen önemli değil…” Bu, büsbütün ona güç veriyordu.
Yaşadığı yalnızlıklar da onu hamlıktan uzaklaştırıyordu. Zira her yalnızlık onu aşkta uzlete çekiyordu. Her uzlet ise sevgilinin hayâliyle vuslatı yaşatıyordu. Âşık aşk üzereyken hayâl dipdiridir. Âşık kâl üzereyken söz dipdiridir. Şimdi yalnızlıktan geriye şu üçü kalmıştı: Aşk, sadakat, imtihan… Aşkta sadık olmak, aşkta sadık kalmak, bütün imtihanlardan geriye düşmek, aşk imtihanında ileriye gitmekti. Bu nokta başkaca nasıl denilebilir?
Aşkta her şey beklese de iki şey bekleyemezdi: Birincisi âşığın gönül kuşu, diğeri âşığın imtihanı.
Nihayet… Bir Cuma gecesiydi. Ay ışığı yükselmişti. Aşkın gurbet oluşu, sıla oluşu, çocukluğu ve olgunluğu zirvedeydi. Zira Leylâ’dan haber, sırlı şekilde Mecnun’a ulaşmıştı. İki seçenek vardı: Ya vuslatta yeniden dirilmek ya da çöl rüzgârıyla yeni çöllere gark olmak…
Mecnun artık bütün mümkünlerin kıyısındaydı. Yeter ki sadakatine halel düşürmesindi. Leylâ ise mümkün olabilecek bütün gücünü toplamıştı. Ancak atması gereken adımı bu kez atabilmişti. “Gel” çağrısı ona elbette uzaktı. Ancak şimdi öyle değildi. Kendisi de Mecnun’a aşkın dilince “Gel” diyebilmişti. Bunu ona söyleten sadece aşk idi. Artık o da çok iyi biliyordu; fikir ayrılığına gerek yoktu. Fikir, ayrılığın ta kendisiydi. Aşkın elini tutunca bütün prangalar çözülecekti. Bunu artık çok iyi anlıyordu.
Bir Cuma gecesiydi. Ay ışığı yükselmişti. Aşkın gurbet oluşu, sıla oluşu, çocukluğu ve olgunluğu zirvedeydi. Zira Leylâ’dan haber, sırlı şekilde Mecnun’a ulaşmıştı. İki seçenek vardı: Ya vuslatta yeniden dirilmek ya da çöl rüzgârıyla yeni çöllere gark olmak…
Ay ışığı Mecnun’un yolunu büsbütün aydınlatıyor gibiydi. Nasıl denir, “Kırk gün kar olur, bir gün av olur”. Âşık içinse belki şöyleydi: Kırk yıl kar olur, bir gün av olur; kırk yıl hasret olsa da, vuslat bir gün yüzünü gösterir. Bir gün yüzü gösterir, o gün için bütün canlar fedadır. Bütün âşıklar elbette o gün için yaşamaktadır. Mecnun’un adı dâhil olmaz olur mu? Onun adı bütün âşıklara yol gösterir. Onun adı elbette hasretle yücelmiştir. Onun adı elbette çölde yalnızlık ile yücelmiştir. Ancak o, çöllerden Leylâ’nın elini tutarak çıkmıştır.
Bir Cuma gecesiydi. Ay ışığı yükselmişti. Aşkın gurbet oluşu, sıla oluşu, çocukluğu ve olgunluğu zirvedeydi. Zira Leylâ’dan haber, sırlı şekilde Mecnun’a ulaşmıştı. İki seçenek vardı: Ya vuslatta yeniden dirilmek ya da çöl rüzgârıyla yeni çöllere gark olmak…
Mecnun’un Leylâ’nın şehrine ilk geldiği gün de kıştı. Kar her yeri kaplamıştı. Kar her yeri aşk için temizlemişti. Şehirde aşk, bütün zemini kendisi için hazırlamıştı. Şehirde bütün yaşanacakların en güzeli yaşanmıştı. Nice çetin kış günleri geçmişti. Ancak sadece aşk ayakta kalabilmişti. Ve de iki yolcusu âşık ile maşuk… Ve iki yolcusu Leylâ ile Mecnun…
Ancak şehir, artık o şehir değildi. İftiralar ve aşka düşürülen gölgeler, evet, şehri gün yüzünden uzaklaştırmıştı. Siyah noktalar beyaz kâğıtta çoğalmıştı. Şehir Leylâ ile Mecnun’a galip gelmiş görünüyordu. Ancak bu sadece görüntüdeydi. Mecnun bin kez şehirden kovulsa, Leylâ bin kez kendini uzaklaştırsa, aşk her halükârda galip gelebilirdi.
Bir Cuma gecesiydi. Ay ışığı yükselmişti. Aşkın gurbet oluşu, sıla oluşu, çocukluğu ve olgunluğu zirvedeydi. Zira Leylâ’dan haber, sırlı şekilde Mecnun’a ulaşmıştı. İki seçenek vardı: Ya vuslatta yeniden dirilmek ya da çöl rüzgârıyla yeni çöllere gark olmak…
Cuma gecesiydi. Mecnun, Leylâ’nın haberiyle yola düşmüştü. Gece boyunca yolda idi. Sabah Leylâ’nın şehrine varacaktı. Leylâ’nın muhtemel bulunacağı yere gitmek istiyordu. Ki nihayet varmıştı. Leylâ’nın burada olmama ihtimali de yüksekti. Neyse ki bir odada herkesten uzak idi. Yanında yine en yakın arkadaşı vardı. Mecnun’u uzaktan gören arkadaşının hayreti gözlerinde hissedilebiliyordu. Leylâ hicabından bakamıyordu. Arkadaşı onu ihya etmeye çalışıyordu. Leylâ dönüp ancak bir baş selâmı verebilmişti. Bir selâm, bütün dağları aradan kaldırmıştı. Bir selâm, bütün demirden dağları eritmişti. Mecnun’un kalbi, sevincini taşıyamıyordu. Zira ilk vakitler bu meclisin önemli misafiriydi, daha sonra türlü sıkıntılar onu buradan uzaklaştırmıştı. Şimdi her güçlüğü yaşayabileceği bu yerde Leylâ’nın selâmıyla müşerref olmak… Bu, sözün taşıyacağı bir güzellik değildi.
Meclis haftanın bugününde dağılmak üzereydi. Leylâ, selâmıyla attığı adımın arkasından ne yapacaktı? Zira Leylâ, hâl’de yaşadıklarını kimseye anlatamazdı. Sadece en yakın arkadaşı bu sırra dâhildi. Mecnun bütün yalnızlıkların ötesinde müstakil yalnız idi. Zira aşk, insanı buna mecbur kılardı. Olağan seyir fikre muhtaç idi. Ancak âşık için olağan olan, aşkın tezahürüydü. O nedenle aşkın adı anılınca… Aşkın adı anılınca bütün fikirler kabuğuna çekilirdi. Aşkın adı anılınca bütün isimler hafızadan silinirdi. Aşkın adın anılınca âşık kendi adını da unuturdu. Aşkın adı anılınca zorlukta kolaylık tezahür ederdi. Aşkın adı anılınca imkânsız olan imkâna evrilirdi.
İmkân bakımından ve birçok bakımdan, bugünkü tablo Mecnun’un ilk gününe çok benziyordu. Mecnun’un ilk geldiği gün de Leylâ’nın haberi yoktu. Ne ki kader, ilk günde isimlerini aşka yazdırmıştı. İki ayrı sevinç, iki ayrı hayret, iki ayrı vuslat… Hepsi bir arada nasıl da derin yaşanmıştı. Uzun süre ikisi de bu tesirden kurtulamamıştı. İkisi de o gün bitsin istememişti. Bugünün o günden bir farkı vardı: Gün bitse de ilk günün güzelliği onları yakalasa… İkisinin de elini bağlayan unsurlar olsa da, ikisini kaplayan o ilk günün heyecanı, evet, her anı ayrı bir vuslata bedeldi.
Nihayet, herkes gün sonunda meclisi terk etmişti. Leylâ hâlâ Mecnun’un yüzüne bakamıyordu. Hicabı aşkının boyunu zaman zaman aşıyordu. Şimdi de öyleydi. Ancak içindeki sevinç onu ihya ediyordu. Mecnun da o ihyadan nasipdar olduğunu hissediyordu. Şehrin bütün sokakları onlar için daralmışken…
Bu ferahlık onları rahatlatıyordu. Ayrılma vakitlerinde Leylâ’nın gözleri hüzünle uzaklara dalmaktaydı. Bu kez sevinçle Mecnun’un gözlerine bakıyordu. Gün, akan nehrin kollarında uzayarak kayboluyordu. Nihayet Mecnun, Leylâ’nın elinden tutmuştu. Şehir dönmemek üzere terk ediliyordu. Gurbet artık dönmemek üzere sılaya dönmüştü.
Fuzuli’nin mukteza-yı hâli beyanı üzere bir son söz: “Eyyâm-ı visâle yetdi hicrân/ Vakt oldı ciğerler ola büryân…”