EMN ü emân ile… Ne kadar uzakta? Ne kadar yakında? İnsanın aradığı güvenli alan nedir? Cevabı zor olsa da özlemi bitmeyecek bir soru. Zira insan her şeyini devretmiş durumda. Gönüllü, rızalı bir devir. Teslim değil. Zira teslim için emniyetli bir alan lâzım. Bu emniyetli alana girmek de irade gerektiriyor. Cüz’ün cüz’ü de olsa bir irade gerektiriyor. Ancak bu irade de devredilmiş durumda.
İnsan kendini kontrol edemeyen bir varlıktır. Kontrol etmesi güç bir varlık. O, kendisine hücum eden bilgilerle çevreli. Hayatın kalabalık kısmında kendince seçimler yapıyor. Ancak kalabalıkta aldığı yarayı eve gelince görebiliyor. Eve gelmek… O da kendince bir tanıma matuf. Zira ev de güvenli değil. Ev, burada konaklanan alanı ifade ediyor. İnsanın kendini bulacağı alandan oldukça uzak. İnsanın kendinden kaçmaları, insanın kendini dışlamaları, kendinden yine kendine sığınır gibi yapmaları dahi aranan emniyetli bir alanı işaret ediyor. Bu doğru.
Emin olmak istenen yeri ve yurdu bilebilmek… Bilmek yetiyor mu? Elbette değil. Bu alan için hiçbir çabadan kaçmamak, bu alan için hiçbir mücadeleden uzak durmamak gerekiyor. Bizden var olanda değil, bizi var edende… Evet, o alanda kalmakla mümkün.
Mecnûn da şimdi bu emniyetsiz alanda idi. Yalnızlık her hâliyle gariptir. Ama bu sefer hakikaten garip bir yalnızlık. Kendisine yönelecek her şeye karşı korunmasızdı. Kendine karşı bile korunmasızdı. Onu koruyan tek şey Leylâ idi. Bu kadar uzaktayken de mi? Evet. Ona eli uzandığında Leylâ’nın kendisi, uzanmadığında ise Leylâ düşüncesiydi. Leylâ’ya ait hissiyatıydı. Bütün bunların kaderin cilvesine dönüştüğü yer ise, imtihandı. Bunun farkındaydı.
Okunduğundan emin olamasa dahi çaresizce mektubuna sığınıyordu. Zira aralıklar uzuyor, yorgunluk çoğalıyordu. Günler, haftalar, aylar, onlar da bu kadar derin bir sessizliğe bürünmemişti. Kalem bile bazen onda kusur buluyordu. Belki Leylâ’dan dolayı o da küsüyordu. Yine de kalem de biliyordu. Ah çekmeden mürekkebi sineye çekmek yetmiyordu. Şimdi Mecnûn “âh” hâlindeydi. Kalemin sineye çektikleri, “âh” dilinden dökülüyordu.
“Âh Leylâ!
‘Belki şimdi elini bırakalım, nereye gidecek? Ateşe mi, suya mı?’ diyerek beni imtihan ediyorsun. Bunu bile bilemeyecek durumdayım ey cân! Zira elimden haritam alınmış. Hiç cisim bulmamış bir haritaydı bu aslında. Zira senin varlığını duymak en büyük rehberdi. Senin varlığından bir zerre hissetmek… Bu, bana en büyük yoldaştı. O yüzden gözüm kapalı ilerleyebiliyordum. O yüzden bu kadar cesurdum. Ama şimdi yoldaşımı kaybetmiş gibiyim. Senden vazgeçmiş değilim. Senden vazgeçmek, çölü büsbütün kabul etmek. Çöle geri döndürme beni. En azından senin çölün olduğunu bileyim. Bunu bilirsem varlığını da duyarım, bir gün ansızın çıkıp geleceğini de, bir gün ansızın çölden çıkaracağını da.
‘Kimsesiz ve çöllerdeyim’ değil, kimsesiz çöllerde gibiyim. Bu, en emniyetsiz alan. Senin çölünü isterim. İsterim ki, haramiden emin olayım. İsterim ki, tek gözlerin olsun harami. Yaralayan ama yaraladıkça iyileştiren bir harami… Bu nasıl bir sağaltan yaralama? Bu nasıl bir sağaltan bir bakış? Bu nasıl dirilten bir nazar? Nazarını anmak dahi insanı sağaltıyor. İşte bütün güzellik de burada başlıyor Leylîm!
Bütün güzellik aynaya bakınca seni görmekmiş. Bütün güzellik oradaymış. Yıllarca, demlerce görmüşsem, bu güzellik seninmiş. Şimdi mi? Aynaya bakamıyorum ey cân! Sen çekilince geriye büsbütün bir siyahlık, sen çekilince geriye büsbütün bir çirkinlik… Evet, bu kalıyor Leylîm!
Çirkinlikle karşılaşmak ne güç şeymiş. Beni bağışla! Ne çok bağışla beni. Beni sen ne çok bağışlasan da az kalabilir. Zira seni görüp güzelleşememek… Seni görüp hâlâ eski ben kalmak… Senin elinden tutup güzelliğinden nasibdar olamamak… Sen çekilince ortada bir taşlık kaldı can! Sular gibi çekilince sen, her gün o taşlıkta kırılıyor bir yanım.
Burası çölden bile zor. Zira çöle hiç su uğramamıştır. Başı da susuzluk, sonu da. Ama taşlık suya kesilmişken… Evet, büsbütün suya kesmişken büsbütün sudan kesilmek… Bu büsbütün bir güçlük. Bir güçlükten ziyade, bir sıkışmışlık. Taşlar arasında bir daralmışlık…
Evet, aynadaki senmişsin ey can! Çekilince oradan sen, sahildeki bütün sular da çekildi. Benim de damarlarımdan kan çekilmiş gibi oldu. Hayat, bahçemizden elini çekmiş gibi oldu. İmtihanın boyu uzamış gibi oldu. Bu günler şimdi neredeyse hep böyle. Önceki günler mi? Bakıyorum… Hakkını teslim edelim, hayâlinle birlikte bakıyorum…
Bazı günler… Önceleri bu günlere çok darılırdım. Sonra haksızlık ettiğimi anladım. Evet, bazı günler sadece bazı günler içindir. Onlar günahsız bir melek gibidirler. Vazifesini hakkıyla yapıyorlar. Sonra ortadan kayboluyorlar. O yüzden bu bazı günlere sitem edilmez. Onlar olmazsa güzel olan gelip insanı bulmaz.
Bazı günler… Onlar geldi. Bütün bereketiyle geldi. Seni getirdi. Seni tanıttı. Seni kaybettirdi ama seni buldurdu. Her yanıyla iyi geldi. Her yanıyla hoş geldi.
Bazı günler… Onlar geçti. Gelmeden geçti. Öyle hissediyorum. Gelmesi gerekirdi ama gelmedi. Gelmeden geçti gitti yanımızdan. Senden hiç bahsetmediler. Onlar geçti. Ben mi? Sensiz geçen zamandan haddeden geçer gibi geçtim.
Bazı günler… Onlar sadece imtihandı. Senin olmadığın vakitler her açıdan güçtü. Bazı günler geldi. Zaman üstü bir diyarda seninle kavuşturdu. Kıymetini bilemeden, zamanı durduramadan geçti. İmtihandı. Biz kaldık, o geçti. İmtihandan da geçemedik, güzelliğinden de geçemedik.
Bazı günler… Onlar geçmez, gitmez. Onlar misafirdir. Gelir ve öylece orada ihtimam göstermeni bekler. Onunla ilgilenmeni ister. Bir çiçeğe davrandığımız gibi bir ilgi ister. Su ister, bakım ister, merhamet ister. Ne çok susuzluk ister. Evet, ne de çok su ister…”
Bazı günler… Onların çeşidi de, sayısı da çoğalmıştı. Zira aylar geçmişti. Mecnûn için Leylâ’nın şehrinin kapısı sürgülenmişti. Belki doğrusu, Mecnûn süresiz bir sürgündeydi. Bir “Gel” sesi hakikaten mucizeydi. Her defasında bilvesile bir vesile bulunabilirdi. Ancak kovulmaların Mecnûn için çoğaldığı süreçte… Hayır, olamaz değildi. Ancak hakikaten mucizevî bir şeydi. Öyle olacaktı. Emn ü emânı, Leylî’si bir “Gel” dese, bir barış meşalesi tutuştursa, ortalık aydınlığa kavuşacaktı.
…
Nihayet, bir Cuma gecesiydi. Ay ışığı yükselmişti. Aşkın gurbet oluşu, aşkın sıla oluşu, aşkın çocukluğu, aşkın olgunluğu, hepsi zirvedeydi. Zira Leylâ’dan haber sırlı şekilde Mecnûn’a ulaşmıştı. Yeni bir başlangıç mıydı bu? Sönmüş görünen her şeyin külü savrulmuş görünüyordu. Ateş, gün yüzüne çıkmıştı. Şimdi hiçbir türkü yoktu ki Mecnûn’a isabet etmesindi. Dinlediği her kelime ayaklanıp ayaklarına dolaşıyordu. Ona vuslat yolunu gösteriyordu. Mecnûn’un hissiyatı şuydu: Konu Leylâ ise bütün uzaklıklar bir adımdır. O vakit ne diyelim? Bence susalım. Üstad Fuzûlî buyursunlar: “Edemen terk Fuzûlî ser-i kûyun yârın/ Vatanımdır, vatanımdır, vatanımdır vatanım…”