Orta yerde kaldı yangın: Mecnûn’un yalnızlığı (10)

Öyle de, böyle de olsa bu ayrılık, bu gayrılık, evet, yine kapımızı çalacak. Evet, yolumuzu bir harami gibi kesecek. Evet, bizi bizden yine uzaklaştıracak. Ayrılık belki geçer. Ama bu gayrılık, bizi kendi penceremize mahkûm kılacak.

RÜYA mıydı? Gelip geçti mi şimdi? Günler, aylar ve yıllar üzerinden bir hesaplaşma: Neredeydik, nereye geldik? Cânân’ın eli başındayken ona söylenen türküden… Şimdi her şeyden uzakta… Evet, iki yandan boşlukta… Evet, o incecik çizgide; düştü düşecek konuma… Evet, yârdan ayrılmışlıktan… Evet, yârdan düşmüşlüğe… İnsanın gördüğü günden geride kalması ne acı!

Doğrudur. İki yanı boşluk bir noktadaydı. Sanki bu yeterli değilmiş gibiydi. Zira şimdi, Mecnûn’un ayağının altındaki merdiven de çekilmişti. Gel ki şimdi hangi sözün vaktindeyiz? Çıkan kendi değildi ki öyle de insin. Belki bir ayağı yaralıyken diğeri de koparılmış. De ki, bir gözü bağlıyken diğeri de dağlanmış…

Bu kadar şey tesadüf müydü? Bu kadar şey bilinçli bir tercih miydi? Başına gelen konusunda insanın payı ne idi? Zira başından gidemeyecek yer varsa o da kendisidir. İnsan her yere gider de bir kendine gidemez. İnsan her yerden gider de bir kendinden gidemez. İnsanın kendisi konusunda en büyük sonuç kendisidir. Ne ki kendine gelip göremediği yer de kendisidir. Kendinden geçtiğinde dönemediği yer de kendisidir.

Hikâye birbirinden farklı noktalara taşınmıştı. Kendinde kendini göremiyordu. Zira Mecnûn ne yapsa Leyla adına yapıyordu. Şimdi ortak bir dostun toy hazırlığı yakındı. Mecnûn bu vesileyle Leyla’yı görebilecekti. Ne ki muhtemel görüşme, belki rızanın son durağıydı. Zira bundan sonra tufanın şiddeti artacaktı. Leyla, gittikçe uzaklaşacaktı. Mecnûn ise her ikisi adına rüzgârda savrulacaktı. O derece ki, attığı her adımda haksız düşecekti. Ne ki ilerlemeyen her şey rüzgâra dâhil olacaktı. Büyüyen rüzgâr yangını da büyütecekti. Tozu dumana katacaktı. Leyla’nın yürüyemediği yerde Mecnûn da aksayacaktı. Yürüme vakti erişse münkirin eli uzayacaktı. Ve Mecnûn çaresizce yine mektubuna sarılacaktı:

“Geldim yine buraya. Yangından kurtarılmış külbe-i ahzânıma… Kalemin elleri yanmış, kâğıdın gözleri kan’mış… Yerim kalmamışken kapısını açan işte buraya. Kelâm köşesinin dahi kadrini bilemedim. Nankörüm! Ki insan nankördür. Ama münkir değilim -ki buna şükrü nasıl bilirim-. Bilemiyorum. Bilseydim, bu dahi düştüğümüz yerden kaldırabilirdi. İnsan, alışmaya teşne. İnsan alışmakla malûl. Gün yüzü görmek insanı kemâle yaklaştırmalı. Gün yüzü görmek insanı hoyratlıktan uzaklaştırmalı. Neden? Çünkü susuz, kör kuyudan çıkmışsın. Çünkü suya kavuşmuşsun. Oysa biz… Oysa insan, havanda su dövdüğümüz yerden kurtulunca… Hemen oracıkta unutuveriyoruz. En ziyade ve en önce şükrü bilemiyoruz. Oysa seni gördüğüm bir ânın şükrünü bile… Susmadan diyelim: Eda edemedim. Seni bana bildiren, seni bana tanıtan, sana beni yaklaştıran, sana gönlü bağlayan, seninle tenha kılan, bende seni çoğaltan, senle seni çoğaltan, sonra çöle düşüren, sana susuzlukta yine seni bulduran…

Peki, şimdi neredeyiz ey can?

Gel, yurdumuzu söyle ki neredeyiz. Diyâr-ı Acem’de miyiz, yoksa diyâr-ı Rum’da mıyız? De ki, ‘Bir çölde isem sen hangi vâhâdasın?’. Sorular soruyorum ama sormasam daha mı iyi? Düğümlenmiş her yere bir düğüm daha mı atıyorum? İnsana cevap mı olgunluk katıyor, yoksa soru mu? Belki kesin olan şu: Olgunlaşmayan hiçbir şey yerini bulamıyor. Diyelim ki, bir ateş düşüncesi düşse câna, yanmış olmuyorsun. Diyelim ki, bir vuslat düşüncesi yaksa dahi, evet, kavuşmuş olmuyorsun. Bütün yanmalardan arınmadan olmuyor. Arınmadan, sevgilinin cemaline baksan dahi görünmüyor. Ben de seni öyle görememişim ey can! Arınmadan gördüğüm hep kördüğüm. Arınmadan gördüğüm böyleyse, kim bilir, arınmak nasıl? Ben hep o bahar akşamında, evet, o bir bahar akşamı rastladığımda… Hep o sen… Hep o ben… Uzun bir sükût varsa işte burada olmalı!

Sana mı teşekkür edeyim, seninle buluşturana mı şükredeyim? İnsan bilemiyor ey can! Sözü çokça değiştiriyorum. Elimde değil, bağışla beni. İnsan, elinde olmayan şeyi izah edemiyor. İnsan kendine verileni kolayca sindiremiyor. Ne diyorduk? Ben işte o bahar akşamıyla şimdi arasındayım. Çıkarıyorum, topluyorum. Topluyorum, çıkarıyorum. Elde kalan, tanımsız… Gel, bunu sen tanımla ey can! Gel, bizi sen tanımla!

Bana sorma. Ki nasıl hitap edeceğimi dahi bilemedim. Gel ki, sormazsan sana ahvâlimi nasıl derim efendim? Zira can da sensin, cânân da. Ahvâlim senden uzakta değildir. Benden seni çıkaramam. Senden beni çıkaramam. Bir gözüm görse seni, diğeri dâvâcı olur. İki gözüm görse seni, gönül feryadı bulur.

Peki, şimdi yolun neresindeyiz ey can?

Belki doğrusu, yolda neden yürümüyoruz? Yürümeye takat mi? Her vakit senden idi. Ben her vakit emekleyen oldum. Ayağa kaldırdıysan sayende tutunduğum yerdir. Tuzuna/tozuna susadıysam çölüne sığındığım yerdir.

Peki, şimdi neredeyiz ey can?

Bir toyun bittiği yerde külü savrulan mıyız? Ki gönül hemsâyesini orada bulacak sandım. Ki gönül sevincini bulacak sandım. Bu bir yolculuktu. Yollar açılacak sandım. Bu bir yakınlıktı. Adım adım yolum uzağa düştü. Bu bir dertti. Gönül hemderdini bulacak sandım. Hem gönül, derdiyle barışacak sandım. Küsmeden hiç barışamadık, değil mi? Barışmadan hiç konuşamadık.   

Sahi, Leyla, hep ben konuşuyorum. ‘Şimdi sen söyle’ desem belki,

‘Güzel âşık, cevrimizi çekemezsin demedim mi?/ Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?’ diyeceksin. Bunca anlatamadığımı sen, iki satırda söyleyeceksin. Elbette sana hak verip şöyle diyeceğim: ‘Demedim mi, demedim mi, gönül, sana söylemedim mi/ Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?’

Sonra? Öyle de, böyle de olsa bu ayrılık, bu gayrılık, evet, yine kapımızı çalacak. Evet, yolumuzu bir harami gibi kesecek. Evet, bizi bizden yine uzaklaştıracak. Ayrılık belki geçer. Ama bu gayrılık, bizi kendi penceremize mahkûm kılacak.

Biz şimdi neredeyiz ey can? Penceremiz taşlanırken sahi, biz şimdi neredeyiz? Ey gönül, Leyla’yı yorup onu incitme! Bu kez de sen söyle: ‘Pencerene taş değsin/ Kırılsın cân’ın senin/ Her defasında unut/ Her defasında sükût/ Pervazında pervâsızlar/ Aşıyorken hep hudut/ Kırılsın cânın senin// Değil, bir yarış değil bu ama/ Yine de kırılmalara en çok/ Sen hazır ol ve unut/ Hazırlan, en titiz sabahlar gibi/ Atarak hep ilk adım geçerek öne/ Siper et göğsünü, tut s/özünü/ Değil, bir savaş değil bu ama/ Taşırken kalbini en ince yere/ Çölde kalmışlara su taşır gibi/ Baharı kışlar boyu selâmlar gibi/ Pencerene taş değsin/ Kırılsın cânın senin/ Her defasında unut/ He defasında sükût…’”