
Bir gariplik serencamına dair girizgâh
GÜNLERDİR üstündeki hasta hâli gitmemişti. Doğrusu, hastalıktan çok öte durumunu atlatamamıştı. Ancak artık içi içine sığmıyordu. Üstündeki hâlin gitmemesi, onu dışarı çıkmaya zorlamıştı. Nereye gideceğini bilemeden bir yere gitme isteği, ne yapacağını bilemeden galip gelen eminlik hissi… Tedirginlikle beraber insanı esir eden o hissiyat…
Bazen bazı anlar uzayıp gider. Bazen de bazı anlar kısalıp biter. Bu sefer hem uzamış, hem kısalmıştı. O asırlık heyecan şimdiden ayağını bağlamıştı. Öyle ki, ara ara zamandan kopuyordu. Öyle ya da böyle, ok, büsbütün yayından kurtulmuştu. Zira günlerdir dolaştırdığı ahvali neticeye varmak istiyordu.
Nihayet, epeyce dolaştıktan sonra mektebe gitmişti. Nihayet o gün Leyla’nın nazarı üstüne düşmüştü. Ve nihayet güneş doğmuş, karanlıklar yitmişti. Yaydan boşalan ok, hedefini dosdoğru bulmuştu. Belki daha bu anda Kays, Mecnûn’a dönmüştü. Daha bildik ifadeyle, Mecnûn, Leyla’sını bulmuştu. Çölün yolu tez elden Mecnûn’a görünmüştü.
Bazen garip başa, başlangıcından bir türkü dolaşır. Kişi bilir ki, işin neticesi elbet ferahlık değil. Öyle ya, ya hasrette yanacaktır ya da vuslatta. Ya da çölün orta yerinde her ikisinde yanacaktır. Mecnûn’un durumu işte tam olarak böyle idi. Mecnûn’un yolu gibi ahvali de çöl tasvirine yakışacaktı.
Çöl neydi?
Sahi, “çöl” dedikleri neydi? Suyun ve hayatın kısıtlı olduğu bir yer mi? Devranın elinden bir göz kapamalık kurtuluş mu? Devranın orta yerinde bir meydan okuyuş mu? Denizin içindeyken dahi düşülebilecek bir yer mi? Bir insanın hemdemini aradığı bir yer mi? İnsanın hemdemini bulamadığı yer mi? Cânân umuduyla çıkılıp cân’ın bulunduğu yer mi? Cân’ın da, cânânın da bulunduğu bir yer mi? Herkes ve her durum için cevap değişebilir. Belki dış gözle Mecnûn için bunların hepsiydi. Mecnûn’un gözünden ise cevap sadece “Leyla” idi.
Mecnûn mu Leyla’yı bulmuştu, aşk mı her ikisini yakalamıştı? Şimdi her bir görüşme, bir ahvalin arzıydı. Şimdi her bir görüşme hasretin membaıydı. Şimdi her bir görüşme vuslat kapısının tokmağıydı. Peki, görüşemeyince ne olurdu? Aklın alamayacağı bir ahvâl değil mi? Bu, kısmî de olsa Mecnûn’un mektuplarında tecessüm edebilirdi.
Yalnızlar Çeşmesi ve mektup
Mecnûn’un her ihtimâlde mektubu cebinde olurdu. Rûberû görüştükleri vakitlerde burada buluşurlardı. Görüşebilse Mecnûn, en iyi hâl diliyle konuşurdu. Görüşemezse ne çare, mektup diliyle konuşurdu. Bu mektuplarda Mecnûn, Leyla’nın hayaliyle yüz yüze olurdu. O, hayâl ile hemdemini bulmuş olurdu. Mektuplarını da buluştukları yerdeki taşın altına bırakırdı. Bir çeşme kenarında, iki taşın arasına...
Kimsesiz bir çeşme… Belki adı “Yalnızlar Çeşmesi” olabilecek bir çeşme… “Ayrılık Çeşmesi” demeye kimin takati yeter ki? Hem “yalnızlar”ın birbiriyle hemhâl olma ihtimâli vardı. O nedenle “ayrılığın” adı bile geçmemeliydi.
Kavuşmaya dair her hayâlin şahidi burasıydı. Hasrete dair her türkünün yakıldığı yer de burasıydı. Yanan, yakılan sadece türkü müydü? Mecnûn’un aşağıdaki mektubu bunu bir lahza resmedebilir:
“Sabahlıyorum şu an. Akşam kime kısmet olur? Bu bana olmuş demek mi? Olmuş ki bir yangına kurban gitmişim. Bir yangın bana kurban gitmiş. Bir külün sonrasına denk gelmişim. Kül olmuşum. Küle sarılmışım. Kül bana sarılmış. Bir sıcaklık aramışım. Kül de bir sıcaklık aramış. Eski bir sıcaklık… Belki yeniden dirilmek için… İkimizin gözlerinde o aynı tanıdık bakış. Kül bana sarılmış; ondan bahseder gibi. Ben küle sarılmışım; ondan bahseder gibi.
Külün yüzünde ayak izlerini aramışım. Ah! (Bir Leyla’nın Mecnûnuyam cânân ilinin cânıdır/ Bir dilberin meftûnuyam bu cân anın kurbânıdır.)
Nihayet külü almışım ve yarama basmışım. Bir sıcaklık… Aman ey! Bir sıcaklık arıyorum ‘gözlerinin derdinden’. Burada… Burada diyorum, bir yangın varmış. Yahut büyük bir ocak... Bir büyük toy olmuş gibi… Bir düğün çorbası kaynamış gibi… Ocak varsa, kim bilir, belki tüten benmişim. Yangın varsa, kim bilir, belki yanan benmişim. Çatal kaşık sesleri varmış. Onlar da küllere karışmış. Karış karış karıştırdım orada. Altın değerinde belki üç beş şey… Belki bir yol gösterecek bana birkaç şey… Buradan sana götürecek belki bir adres… Demeyeyim, peki, kalsın!
Kimi eşya erimiş kendi hatırasıyla beraber. Kimi sahibinden küskün bırakılmış. Kimi başka türlü bir encama kurban gitmiş. Tam olarak bir ‘orta yer’ burası. Belki bir pazar yeri, belki bir er meydanı, bilmek çok zor. Sabahlıyorum şu an. Akşam kime kısmet olur? Bunu demiş miydim? Demişsem de haberim yok. Bir yangında buharlaşmış zihnim, hafızam, her şeyim. Bil ki, bir yangında bir cesede dönmüşüm. Bil ki, bir yangında bir ruha dönüşmüşüm. Beden mi ruhtan çıkar, ruh mu bedenden? Yahut bir yangından hiç arkadaş olur mu? Bilmek zor. Bilinse de bilmek zor.
Peki, hiç elinden tutulacak bir yangın olur mu? Olur elbette. Bunu izah edemiyorum kimseye. Kaldırılmalı! Tutulmalı! El üstünde, baş üstünde... Öyle ki, aksine takati olmamalı insanın. Bir yangının külünü savurmaksa maksat, bunun kime, neye faydası olacak? Bunu hiç düşündün mü? Değil mi ki orta yerde kaldı yangın, değil mi ki orada, yerde kaldı… Yangın… Değil mi ki orada, yerde kaldı, yandım! Orada… Yerde... Tuttum, yandım. Yandığım kadar andım seni. Yandığım kadar bildim seni. Yandığım vakitlerde hayata, suya kavuştum. Soğuduğumda ise bir çöle döndüm. Bir yudum su nasıl aranırdı? Bir çıra tekrar nasıl tutuşurdu? Yanmayı emekleyerek öğrenmeye durdum. Gün gibi değil mi her şey?
Sabahlıyorum şu an. Akşam kime kısmet olur? Ateş alev aldı alacak. O yüzden yeniden sana yürüme vaktindeyim…”
Yangına niye yürür insan, değil mi? Hayır, öyle değil. Bir soruyla yola çıkmaz insan. Çıksa da cevabına inanarak çıkar. O gün de öylece çıkıvermişti Mecnûn. Vardığında elinden tutan olup olmayacağını dahi bilmiyordu. Bilmeden yürümek zor. Cesaret, bol yerinden gelmeyince daha zor. Cesaret, Leyla’yı görmekmiş. Mecnûn bunu bildi. En çok bunu bildiği için yandı. O yüzden ahvalinden anlayacakları aramaya devam edecekti. Bulamadıkça yanması devam edecekti. Yandıkça kıymet bilemediğine yanacaktı. Bilemediği için bir kez daha yanacaktı. Yandıkça ah edecekti. Yandıkça ahına sarılacaktı.
“Çıkalı göklere âhım şereri döne döne/ Yandı kandil-i sipihrün cigeri döne döne…”
Bu kadar yangın bahsi… Diyelim ki, çok değil mi? Fazlaca gelecek bir cevap ama yine de diyelim: “İnsan çölde evvelâ su arar. Mecnûn ise çöle suyu unutarak girer.”
Vesselâm…