MADEM zübde-i âlem
benim, sorumlu benim. O bensem, kafamın içinde çârelere dönük ayçiçekleri
açmalı. “Orta kuşak” dedikleri bir yaşın keyfini sürüyorum. Gücümün,
kararlarımın, tecrübelerimin, ümidimin yoldaş olduğu, Peygamberimin Allah’ı
anlattığı yaştayım. Bir neslin kaderi bir önceki neslin kaderine bağlı ve ben,
taşları yerinden oynatacak bir yokuştayım.
Nüfus
artıyor, ihtiyaçlar artıyor, ihtiraslar ve savaşlar artıyor… E bunca şeyden
sonra, kaçınılmaz son yaklaşıyor! Hız kesmek ya da durdurmak mümkün mü? Zaman
daralıyor, mekân daralıyor, sabır azalıyor, sevgi azalıyor, vefa azalıyor,
güven azalıyor, ümit azalıyor…
“Dünya
bizim olsun, onu biz yönetelim, kimseye yâr etmeyelim, fazla nüfusu azaltalım ki
böylece her şey bize kalsın” diyenler var. Bulduğuna râzı olup ötesinde gözü
olmayan, çalışıp didinip yarım ekmeğin keyfini sürenler de az değil. İşte ben
de onlardan biriyim!
Küçük
bir kız çocuğuyken babamın para ödeyerek aldığı tek şey, oyuncak bir bebekti.
Sokakta gazoz kapağı, salça kutusu, düz taşlar, çiviler, tahtalar, araba
lâstikleri ya da plâstik su boruları bizim oyuncaklarımızdı. Hayat bizim, keşif
bizim, özgürlük bizimdi. En güzeli de katıksız bir mutluluk bizimdi. Acıkınca
ekmeğin arasına domates peynir koyduğumuzda başka bir şey çağırmazdı
midemiz. Bakkaldan ayda yılda bir aldığımız
pamuk şeker ve sakız yeter de artardı.
Biz
teknolojinin en tatlı zamanlarını gördük, edepli siyah beyaz ekranları tanıdık.
Hattâ radyoda “Arkası yarın”lar dinleyip hayâllere daldık. İnsanların küçülüp
ahşap bir kutunun içinde, camın arkasında nasıl konuşup hareket ettiklerini
anlamaya çalıştık.
Kendi çocukluğum binlerce yılın ardında kalmış gibi… Oğlumla kızımın elindeki telefon oyunları ve sepetler dolusu oyuncaklar, markette cips reyonunun önünde verdiğim mücadele… “Korkmuyorum” desem yalan olur. Onları anlıyorum, benim çağımı yaşamadılar. Pınar bile görmediler, dalından meyve yemediler, sokaklarda doyasıya koşmadılar. Onlar beni anlayamazlar. Bunu hep hatırlamalıyım ki gerçek dünyadan sanal dünyaya geçen köprü yıkıldı. İnternet geldi, küresel duygu ve kültür ortaklığı başladı. Ulus bilincini canlı tutmak ve dinî değerleri korumak için var gücümüzü ortaya koymak zorundayız.
Ne
yaptık, ne yapmadık?
Yeni
nesil hep yadırganıyor, suçlanıyor, şikâyet ediliyor. Ama kalp donanımlarını
yapan biz yetişkinler, çoğu zaman tutarlı davranamayıp kendi yoksunluklarımızı
onlarda gecikmeli olarak doyurmaya çalışıyoruz. “Benim oyuncağım olmadı,
çocuğumun en pahalı oyuncakları olsun” demedik mi? Abur cuburla dolapları biz
doldurmadık mı? Çocuğumuzun saygısızlığında anlayışlı olmak adına biz susmadık
mı? Ev, araba, mobilya, kariyer peşinde önce biz koşmadık mı? Kurban kesmek
yerine otelden biz yer ayırtmadık mı? Ana babamızı çemberin dışına biz
çıkartmadık mı? Sosyal medya çılgını olmayı biz başlatmadık mı? Gelecek korkusuyla,
rızık korkusuyla onları test kitaplarının önüne oturtup baskı yapmadık mı?
Peki,
yavrumuz besmele ile mi emdi anne sütünü, anne kucağında mı büyüdü, yoksa bakıcıyla
mı? İlk cümleleri arasında “Allah, Muhammed” var mıydı? İlk orucunu tutarken
sabır diledik mi onlar için, ilk abdestini tarif ettik mi? Oğlumuzu dedesiyle Cuma’ya
gönderdik mi? Bizi namaz için aşkla seccâde sererken kaç kere gördüler? Bizden
hep telâş ve öfke gördükten sonra rehber öğretmen “Çocuğunuz geçimsiz” dedi
diye küplere binen yine biz değil miyiz?
İğneyi
kendime batırayım da, bakalım çuvaldız batırana kadar neler değişir… Çevrelerinde
gülümseyen insanları gördükçe öfkeleri dinecek. Zaaflarını kontrol edebilen,
dilini tutabilen büyüklerini gördükçe sabrı tanıyacaklar.
Ben de kızarım çocuklarımın hatâlarına ama biraz daha yakından bakınca anlarım ki, o hatânın gerçek sahibi benim. Sonra kendimden çıkarım yola, bakarım ki, doğal akışını bulmuş her şey. Onlar dinamik nesil, imkânların içinde, uçurumların kenarında ve dokunmatik ekranların önünde geldiler dünyaya. Bizim yakınmamız, çırpınmamız onlara anlamsız geliyordur, eminim.
Biz orta kuşak olarak, “gelecek” denince ne anlıyoruz acaba ki çocuğumuzun geleceği adına işini ve eşini belirlemeye yöneliyoruz?
Öyleyse
ana babamızın duâsıyla, eliyle evlâdımızın elini gönlünü bir araya getirecek çâreler
bulmalıyız. Evimizde hep hazır olacak birkaç yorgan yastık ve çarşaf, masamızda
üç beş tabak, kaşık, çatal ve dilimizden sevinçle, hürmetle dökülen davet
cümleleri, çok şeyi hâlleder. Telefonumuzla geçirdiğimiz zamanı yuvamıza
harcayıp, olmadık videolarla eğlenmek için çevirdiğimiz gözlerimizi
çocuklarımızın gözbebeklerine çevirip bir bakalım orada neler olduğuna.
Üç
kat üstümüzde oturan komşumuzla aynı kapıdan apartmana girerken selâmlaşıp bir
gülümseme ile ayrılalım. Bunlar uzaya çıkaracak teknolojinin sırları değil ama
dünyada güzel yaşamanın olmazsa olmazları…
Yaşı
ve tecrübesi fazla olan bir büyüğün kas gücüne bakıp onu hiçe sayar gibi
davranınca, çocuklarımızın gelecekte bize belirleyeceği tavrı öğretiyoruz. Hani
gelin ve kayınvalide arasındaki dengeyi kurmak eş ve oğul olmayı başarmaya
bağlıdır ya, yaşlılarla gençler arasındaki o sağlam köprüyü kurmak da bize
düşüyor. Çünkü her iki kuşağa en yakın konumda biz olunca, köprü inşâsı da bize
yakışıyor.
Gelecek
kaygısı hangi kuşağa ait?
Gelecek
kaygısı aşılarken en önemli noktayı görmezden geliyoruz. Biz orta kuşak olarak,
“gelecek” denince ne anlıyoruz acaba ki çocuğumuzun geleceği adına işini ve
eşini belirlemeye yöneliyoruz? Her iki seçimde de kriterlerimizde yerine
oturmayan çok taş var. Bolca para, kariyer, az yorgunluk ve istekleri
karşılayacak en üst derecede imkânları kazanmalarını istiyoruz. Maddî imkânlara
erişince, mutlu evlilik ve yuva maalesef ardı sıra gelmiyor!
Biz
evlâdımıza neyin hayâlini kurduruyoruz böyle? Gelecek var, ama asıl gelecek olan
hesap günü ve ahiret yurdu değil mi? Kalbi donanmayan ve Mehmed Âkif’in “his
yoksulu sırtlan kümesi” dediği toplumu kendi ellerimizle biz kuruyoruz. Uzakta
düşman aramaya gerek yok bence. Bakın, herkes birbirini kazıklama peşinde. Peki,
neden? Biz Çanakkale şehitlerinin torunlarıysak, bu şımarıklık ve sahtekârlık
içimize nasıl siniyor? Önce iman ve edep elbette, ama kendi kalbimizin dizaynını
yapmadan, çocuğumuza çorak bir kalpten orman sunamayız ki…
Hep
dışarıda ve uzaklarda arıyoruz aradığımızı; mutluluk, huzur, hattâ sorun bile
sanki hep başka yerlerde gibi algılıyoruz. Ama sorun da içimizde, çözüm de;
eksiklik de içimizde, kemâle ulaşacak güç de...
İnsan
iki kolunu sıvayıp bütün dünyayı temizlemek istiyor bazen ya da herkesi uyarıp
yanlış giden şeylere “Dur!” demek. Ama bir heves ve iç çekişten ibaret kalıyor
hep. Bir kere de sessizce kendi evimizi, bedenimizi, gönlümüzü, dilimizi,
kapımızın önünü temizleyip, gülümseyip, bütün doğru bildiklerimizi kendimiz
yaşasak? Bu muhteşem kelebek etkisi kısa zamanda birçok göz tarafından
görülecektir.
Çocuklar
bütün ruhlarıyla hayatı emerler ve genel alıcı gibi etrafı süzerler. Onlara,
perme perişan bir şeyler öğretme çabasına düşmek, çok da akıllıca gelmiyor bana.
Sapasağlam, dimdik bir duruş sergilememiz, dosdoğru çizgimizde yürümemiz onlara
yeteri kadar ışık tutar zaten. Hem duru bir akla verebileceğimiz en güzel
bilgiyi de böylece vermiş oluruz. Azla, özle yetinmeyi başaran yetişkinler,
tüketim çılgını bir nesil yerine şükreden bir nesil yetiştirir. Önce biz
kendimize “Dur” demeyi başarmalıyız.
“Hoşça
bak zâtına ki zübde-i âlemsin sen” beytinin lutfettiği derinlikte çok
hakikatler çarpıyor gözüme. Varlık âleminin çekirdeği ve özü mâkâmında olmak,
bize insanlık kaftanı ve Süleyman tahtı bağışlıyor. Neden bu dünyadayız, neden
bu hayatı yaşıyoruz, neden bunca çeşitlilik ve zıtlık var? Kimin tasarladığı ve
seçtiği kaderi yaşıyoruz? Bizim güç ve yetki sınırımız, yükümlü olduğumuz şey
nedir? Bu soruların cevabını verebilirsek, ona göre bir yaşam tarzımız olur ve
bu tarz, bütün seçimlerimize yansır.
Bulanık
suyu berraklaştırmak
Teknoloji
insan aklını zorlarken, küresel düşünce ve ortak nabız kültürleri eritirken,
inançları dev bir anaforun içine çekerken, bunları söylemek kolay, yaşamak zor.
Ama ne olursa olsun, yerimizi ve kendimizi bilmeye hakkımız var. Her çağın
kendince yüzleştiği sorunları oldu, bu da bizim çağımızın sorunu. Ve bununla
baş edebilecek güce sahibiz.
Ümitsiz
bakmak yerine, “Bir kişi bin kişidir” dedim, “Ben değişirsem dünya değişir”
dedim, ne güzel! Karınca kararınca bir şeyler yaptım ben. Önceliklerimi
belirledim, amacımı netleştirdim, dünyaya gereken anlamı yükledim, geleceği
hayâl ettim, kıyameti hesaba kattım, bütün varlıklar içinde değerimi fark
ettim. Bunlar az şey değil, birçok şey başardım aslında. Bulanık suları
berraklaştırmak, imanın neşesini sunmak, huzur ve güven dolu bir zaman ve mekân
için güç sarf etmek gerçekten az şey değil.
Meselâ
benim kazanç olarak gördüğüm şeyleri sıralamak istiyorum: İki küsü
barıştırdıysam, iki iyiyi tanıştırdıysam, birinin yüzünü güldürdüysem, dilime
ve öfkeme sahip olabildiysem, bir vakit namazı huşû içinde kılabildiysem, bir
akrabamın hâlini hatırını sorabildiysem, bir ekmek kırıntısını bile kurtarıp
kuşların yiyebileceği bir yere koyabildiysem, “Şükür” diyebildiysem, bunlar
benim kazancımdır, sevincimdir, geleceğim için yatırımdır.
Bütün varlıklar iyilik ve güzellik peşindedirler. Fıtrat olarak her şey iyiliğe doğru akar. Hayatın ritmi hep doğrudan yana atar. Ters giden bir şeyler varsa, orada kötülük ve fıtrata aykırılık vardır. Yaratan, yaşatan, plânlayan, takip eden, son belirleyen, amaç belirleyen ve nihâyet hesap soracak olan bir Allah’a imanımı ifade etmekten gurur duyarım.
İlk cümleleri arasında “Allah, Muhammed” var mıydı? İlk orucunu tutarken sabır diledik mi onlar için, ilk abdestini tarif ettik mi? Oğlumuzu dedesiyle Cuma’ya gönderdik mi?
Ben
orta yaşın bütün güzelliklerini taşırım. Yine ben, bir günümü beşe bölerim ve
her bir vakit için kendimi borçlandırırım; çünkü şükran borcumu secdede öderim.
Ben bir yılımı ikiye bölerim; on bir ay ve on bir ayın sultanı olarak şükran
borcumu açlığımla, susuzluğumla öderim. Ben hayatımı Birine adarım, bu hayatın
kaynağı olan “Dönüşünüz banadır” diyen Birine… Vicdanımın doğru bildiği ne
varsa ancak onu söylerim.