BİR program kapsamında, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nden Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan’a on günlük bir ziyaret gerçekleştirdik. Öğrencilik yıllarımdan itibaren ilgi odağım olan bu coğrafyaya adım atmak, ortak tarihî geçmişimiz ve köklerimizin bulunduğu toprakları keşfetmek, okuduklarımızla gerçekte olanı örtüştürme çabası oldukça heyecan vericiydi.
Seyahat etmek, insana hem dış dünyayı hem de kendini keşfetme fırsatı sunar. Gezerken “aynel yakîn” öğrenir, “hakkel yakîn” yaşarsınız. Geriye dönüp baktığınızda, önceden bildiklerinizin ne kadar yüzeysel kaldığını fark edersiniz. Bu duygularla Ankara’dan Bişkek’e yaklaşık beş saat süren yolculuğumuz başladı. İki ülke arasında üç saatlik zaman farkı vardı; Türkiye’den daha ileri bir saatte Bişkek’e vardık. Uçaktan inerken, Kırgızistan’ın ihtişamlı dağları dikkatimizi çekti. Temmuz ayında bile dağların zirveleri karla kaplıydı. Tanrı Dağları, Kırgızistan coğrafyasının büyük bir kısmını dolduruyordu. Dağların kuzeyinde ovalık alanlar göze çarparken, Bişkek, güneyini dağlara yaslayarak ovaya yayılmıştı. Şehir, Kazakistan sınırına yaklaşık 30 kilometre mesafede yer alıyordu.
Orta Asya gezimize Bişkek’ten başladık ve tüm rotayı karayoluyla katettik. Rotamız şöyleydi: Bişkek-Almatı-Bişkek-Celalabad-Özken-Oş-Taşkent-Semerkand-Buhara-Taşkent. Toplamda 2500 kilometrelik bu yolculuğu, şehir içi ulaşımlarda YandexGo uygulamasını, şehirlerarası yolculuklarda özel taksileri ve Özbekistan rotasında kiralık arabayı kullanarak tamamladık. Üç ülke arasında üç kez kara sınırından geçtik: Kırgızistan’dan Kazakistan’a ve geri dönerken Korday Sınır Kapısı’nı, Özbekistan’a geçişte ise Dostuk Sınır Kapısı’nı kullandık.
Her ne kadar bu ülkeler Türk devletleri olsa da, komşu ülkeler arasında ufak tefek sorunlar olabileceği ve sınır geçişlerinde birtakım zorlukların yaşanabileceği düşüncesindeydik. Ancak geçişler, beklediğimizden kolay ve rahattı; yoğunluk yaşanmasına rağmen herhangi bir sorunla karşılaşmadık. Hatta sınırın birisini gece yarısı geçtik ve hiç zorluk çekmedik.
Bu yazıda, geziye dair teknik detaylardan ziyade, yolculuğumuzdan çıkardığımız dersler ve izlenimler üzerinde durmak istiyorum.
Kazakistan’a dair izlenimlerimiz yalnızca Almatı şehriyle sınırlı kaldı. Astana, Çimkent ve Türkistan gibi önemli şehirleri başka bir seyahate bıraktık. Bilindiği üzere, Kazakistan toprakları Çin’den Hazar Denizi’ne kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda; bu nedenle kısa sürede tüm ülkeyi gezmek mümkün değil.
Kırgızistan’ı ise büyük ölçüde gezdiğimizi düşünüyoruz. Bişkek’ten Oş’a karayoluyla gittik ve Tanrı Dağları’nın üç kuşak dağ silsilesini aşarak 12 saat süren bir yolculuk yaptık. Bu yolculukta dağları, ırmakları, yaylaları, obaları, at, sığır ve koyun sürülerini ve Kırgızistan’ın coğrafi zenginliğini temaşa ettik.
Özbekistan’da Taşkent, Semerkand ve Buhara gibi üç önemli şehri ziyaret ettik. Özbekistan’ın Latin alfabesine geçmiş olması, iletişimimizi kolaylaştırdı. Türkçe konuşarak Kazaklar ve Kırgızlarla sınırlı düzeyde anlaşabildik; ancak Özbeklerle daha rahat iletişim kurduk. Kazakistan’ın Latin alfabesine geçiş sürecinde olduğunu, Kırgızistan’ın ise hâlâ Kiril alfabesini kullandığını gözlemledik. Ortak bir anlam zemini oluşturmada alfabenin ne kadar önemli olduğunu bu seyahatte bir kez daha gördük.
Türkiye’den gelenlerin, bu ülkelerin ilk bağımsızlık yıllarında olumsuz bir imaj bıraktığı söylense de, şimdiki manzara çok daha olumlu görünüyor. Türkiye’den geldiğimizi duyunca “Gardaş” hitabını sıkça işittik. Ortak dil, kültür ve tarih vurgularıyla karşılaştık. Özbekistan’da bir avukat, Türkiye’deki bazı insan tiplemelerinden hoşlanmadığını, kulağı küpeli, vücudu dövmeli veya tayt giyen erkekleri yadırgadığını belirtti. Kızlarımızın durumunu ise “nüdizm” çerçevesinde değerlendirerek, genel görünümün Batı etkisine kaydığını ima etti. Bu yorumlar, Türkiye’deki toplumsal değişimlere dair düşünmemize neden oldu. Biz de genelleme yapmanın doğru olmayacağını, insanımızın asaletini koruduğunu ve İstanbul’un kozmopolit yapısının farklı etkiler barındırdığını ifade ederek kendimizi savunduk.
Oş’ta bir Türk camisindeki imam Furkan Karakurt’un ufku ve dinî altyapısı bizi etkiledi. Bir ülkede varlığınızı hissettirmenin yollarından biri, devlet kurumları aracılığıyla hizmet götürmektir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu potansiyeli daha etkin kullanması gerektiğini düşündük. Bişkek’teki Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Kampüsü’nü de ziyaret ettik. Üç ülkede de Türkiye’de üniversite okumuş gençlerle karşılaştık. Türkiye burslarıyla bu ülkelerden öğrenci getirilmesinin stratejik ve isabetli bir karar olduğunu düşünüyoruz. Bu tür girişimler, ülkeler arasındaki bağları güçlendirecektir ve başka alanlarda da geliştirilerek devam etmelidir.
Üç ülkede, özellikle Kazakistan’da, hemen herkesin Rusça bildiğini ve etnik kökeni farklı olanlarla Rusça iletişim kurduğunu gözlemledik. Bu durum, Rus nüfuzunun hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Türk halklarının kendi aralarında Türkçe konuşmasının önündeki engellerin aşılması gerektiğini düşündük. Bu anlamda ortak alfabe, ortak dil meselesi hayli önem arz ediyor.
Bu gezimiz üç ülkeyle sınırlıydı. Daha önce Moğolistan’a da gitmiştim. Tuna’dan Altaylar’a uzanan coğrafyayı kapsayan bir ufkumuz var. Türkmenistan, Azerbaycan, Rusya’daki özerk Türk bölgeleri ve Doğu Türkistan’ı da önümüzdeki yıllarda ziyaret etmeyi planlıyoruz.
Birçok Batı ülkesini gezmiş biri olarak şunu söyleyebilirim: Batı’nın tekniği, düzeni ve sistemini anladıktan sonra başka alacak bir şey kalmıyor. Viyana, Roma, Barselona, Paris veya Berlin gibi şehirler artık birbirine benziyor ve bir noktada “Bu kadarmış” hissi uyandırıyor. Ancak Orta Asya, kendimizi bulduğumuz bir coğrafya. Karakurum’daki Göktürk Kitabeleri, Semerkand ve Buhara’nın manevî havası, Tanrı Dağları’nın serinliği, Amuderya ve Siriderya’nın bereketli toprakları bizi daha çok heyecanlandırıyor. Köylerden geçerken Anadolu’daki bir köyden geçtiğinizi, yol kenarında bir teyzeden kavun alırken Yozgatlı bir teyzeyle muhabbet ettiğinizi hissediyorsunuz. Uluğbey Medresesi’ni gezerken, 1400’lü yıllarda matematik ve astronomi bilimlerinin geldiği noktayı hayranlıkla öğreniyorsunuz.
Türk Devletleri Teşkilatı’na daha stratejik ve daha somut adımlar atma sorumluluğu düşüyor. Ve yapacak çok iş var.
Fırsatı olan veya fırsat bulan herkese de bu toprakları gezmesini tavsiye ediyoruz. Çünkü: “Gezmeden zor görülür,/ Görmeden zor bilinir,/ Bilmeden zor anlaşılır,/ Anlamadan zor yaşanır…”



