KIŞ aylarını yaşamaya
henüz başladığımız şu günlerde “Sabah güneş doğarken evimizden dışarı şöyle bir
çıkalım” dediğimizde, daha kapıdan çıkar çıkmaz bizi karşılayan sesler vardır
ya, kuşların cıvıltısı…
Devam
ederken gideceğimiz yere doğru, yolun karşısından hızla önümüzden geçen ve
hattâ kimi insanlarda bazen ürküntü uyandıran bir küçük şey… Mahalle kedileri…
Yol
üzeri hâlâ yürürken gideceğimiz yere, bazen duvar diplerinde, bazen yol
kavşaklarında yumulup uyuyan ya da zararsızca salınarak yanı başımızdan geçen sokak
köpekleri…
Veya
herhangi bir yerde, -büyük küçük hiç fark etmez- akvaryumlarda bulunan süslü
balıklar…
Yaz
ayları boyunca büyük zevkle gittiğimiz pikniklerde otururken şöyle bir yere
baktığımızda kendilerini -bizi terapi ediyormuş gibi- dikkatle takip ettiğimiz
karıncalar ve daha birçok hayvan bulunuyor çevremizde.
Bunlar
sadece küçük bir aralıkta görebileceklerimizdi…
Yaratan,
kâinatı ve insanı yoktan var etmiştir. Tüm varlıklar içinde de bir tek insana
sayısız nimetler vermiştir. En önemlisi de, Yaratan, insanı diğer canlılardan
ayıran üstün bir ruhla yaratmıştır. Bu durumda insan kendine verilen bunca
nimetin ne amaçla verildiğini ve tüm bunların karşılığında kendisinden ne
istenildiğini düşünmelidir. Yüce Allah tüm insanlığa, gönderdiği dünya
hayatında kısıtlı bir süre vermiştir ve tüm insanların dünyaya geliş amacı,
O’na kul olmaktır. Kul olmak, bazı ibadetler ve beraberinde Rahmân’ın insanları
tâbi tuttuğu imtihanlara dayanmaktadır.
Yaratan’ın
yaratmış olduğu bin bir âlem içerisinde insanın yeri apayrı olması ile birlikte,
imtihanı da apayrı olacaktı. Öyle diyordu Mevlâna Celâleddin-i Rûmî de “Allah’ın
verdiği de, vermediği de imtihandır” şeklindeki veciz sözüyle.
Tüm
âlem insana hizmet için yaratılırken, hayvanların yeri hem Rabbimiz, hem de
O’nun yeryüzü rahmeti tüm Peygamberlerimizin nazarında ayrı tutulmuştur. Bu
sebepledir ki, yazıma başlarken bahsettiğim ve daha kapımızdan çıkarken bize
eşlik eden tüm hayvanlar da bize bir imtihan düzeyi oluşturmaktadır.
Sevgi,
İslâm’ın özü, varoluş sebebidir. Kâinattaki her şey sevgiden doğmuş, sevgiyle
var olmuştur. Bu anlayış, kâinatın merkezine sevgiyi koymuştur. Yûnus Emre’nin
veciz ifadesiyle, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek”, bu duyguyu en güzel
şekilde beyan etmektedir.
Bütün
mahlûkat, yaratılıştan sahip olduğu hususî özellikleri sebebiyle bizi tefekküre
davet etmektedir. Biz insanlara düşense, onlara şefkat ve merhamet dairesinde
yaklaşarak, imkânlarımızın el verdiği kadarıyla onlara yardımcı olmaktır.
Mahlûkata göstermemiz gereken şefkat ve merhamet konusunda ise yeryüzünün
rahmeti Efendimiz Hazreti Muhammed (sav) kılavuzdur.
Peygamber
Efendimiz (sav) yeryüzüne gönderilmeden önce, kadınlara ve zayıf insanlara
değer verilmiyordu. Böyle bir toplumsal yapı içinde hayvanların nasıl muamele
göreceği de aşikârdır. Bu dönemde hayvanlar hem insanlara tüm koşullara rağmen
hizmet ediyor, hem de çeşitli zulümlerle karşı karşıya kalıyorlardı. Efendimiz
ile İslâm nuru gönderildiğinde, hayvanlar da ıstıraplardan kurtulup rahata
erdiler.
Gönüllere
rahmet olup inen Peygamberimiz, tüm insanlığın değil, mahlûkatın da “beklediği”
idi sanki. Her hareketiyle bugün ve zamanın her deminde bizler için tek örnek
yaşam...
Sahabeden
rivayet olunan bir olay şöyle cereyan ediyor:
Bir
gün Allah Resulü (sav), ensardan birinin bahçesine uğramış ve orada bir deve
görmüştü. Deve, Efendimizi görünce inledi ve gözlerinden yaş aktı. Resulullah (sav)
devenin yanına gitti, kulaklarının arkasını şefkatle okşadı, deve sakinleşti.
Bunun üzerine Efendimiz (sav) “Bu deve kimindir?” diye sordu. Medineli bir genç
yaklaştı ve “Benimdir ey Allah’ın Resulü” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sav), “Sana lütfettiği şu
hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin, kendisini aç bıraktığını ve
çok yorduğunu bana şikâyet ediyor” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549)
Bu
tavır, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakış tarzının bir ifadesiydi. Bu
hassasiyetin güzel bir misalini de Bayezid-i Bistamî Hazretleri vermiştir. Bir
defasında o da, Mekke’den gelirken başka bir şehre uğramış ve oradan çörek otu
satın almıştı. Memleketi Bistam’a vardığında, aldığı çörek otunun içinde birkaç
karınca gördü. “Bu
karıncaları vatan-cüdâ etmişim!” diyerek kalktı ve onları tekrar götürüp aldığı yere
bıraktı. (Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ,
I, 176)
Şair Firdevsi de “Şehname” adlı eserinde bir
karıncanın bile hukukunu koruyacak kadar hassas bir gönle sahip olmanın lüzumunu
ne güzel ifade eder: “Bir yem tanesi çeken karıncayı dahi incitme! Çünkü onunda
canı vardır, can ise tatlı ve hoştur.”
Osmanlı döneminde de ecdâdımız örnek davranışlar
sergilemiş mahlûkata karşı. Hayvanlar için bile vakıflar kurmuş. Aç hayvanları
doyurmuş, hasta olanları tedavi ettirmiş. Göç edemeyen kuşlara dahi yuvalar
yaptıran bir inceliğe sahipti Osmanlı. Öyle ki, Osmanlı döneminde seyahate
gelen yabancılardan aktarıldığına göre, Müslüman mahallelerdeki kedi ve
köpeklerin insanlara yaklaşıp etrafında oynadıklarını, diğer mahallelerde
bulunan kedi köpeklerinse insan görünce kaçıştığını” söylerler.
İslâm ve onun hâkim olduğu her medeniyet hayvan
için de bir hukuk getirmişti. Cahiliye döneminde insanlar, hayvanların da hakkı
olduğunu ve kaldı ki onlara merhamet edince sevap kazanacaklarını hiç
düşünmemişlerdi. Tâ ki Resulullah (sav) şu hadîsi iletene kadar: “Vaktiyle bir kişi
yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi, su içti ve dışarı çıktı.
Bir de ne görsün? Bir köpek… Dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan
nemli toprağı yalayıp duruyordu. O kişi kendi kendine, ‘Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış’ diye içinde bir vicdan muhasebesi
yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak
yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Onun bu hareketinden Allah Teâlâ râzı oldu ve
günahlarını affetti.”
Velhasıl,
imtihan dünyasında âdeta bir mayın tarlasında yürüyormuşçasına büyük bir
dikkatle hareket ederek Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının bazen büyük, bazen orta,
bazen de küçücük şeyde gizli olduğunu unutmamak lâzımdır.
Hakk’ın
kâinattaki tecellilerinden haberdar olan, Allah’ın emrine uyan ve bu emre göre
hareket edebilene ne mutlu!