Onlar bölmekte ustaysa, biz de birleşmekte ustayız

Bir ülkedeki insanların yarısı diğer yarısını yok ederse, sonra kalan yarısı da kendi arasında çarpışır. Kim kimi kırarsa artık. Fakat biz onların istedikleri oyunlara gelmedik. Ufak tefek hasar aldık, yaralandık. Canımız yandı, üzüldük. Ne var ki, bölemediler. Çünkü onlar bölmekte ne kadar ustaysa, biz de birleşmekte ustayız, birleştirmekte ustayız.

BÖLERLER… Irk üzerinden, din üzerinden, mezhep üzerinden, kıyafet üzerinden… Bölünebilecek her ne zemin varsa, geri durmazlar.

Önce ayrıştırırlar, sonra bölerler.

Siyah-Beyaz...

Türk-Kürt…

Alevî-Sünnî…

Solcu-Sağcı…

Doğulu-Batılı…

Kuzeyli-Güneyli…

Seküler-dindar…

Zengin-fakir…

Köylü-şehirli…

Örtülü-örtüsüz…

Çoraplı-çorapsız…

Gözlüklü-gözlüksüz…

Nerede bir fay ihtimâli görürlerse oraya yüklenirler.

Ufak bir fırsat bulmaları yeterlidir.

“Kılıktan kıyafetten ayrım mı olurmuş?” diye düşünen yanılır.

Bir örtüyle, bir şapkayla kaç yıl uğraştılar.

*

Yutmak için bölmek gerekir.

Bölmek için parçalamak…

Parçalamak için ayrıştırmak…

Onlar nereden başlayacağını iyi bilirler.

Fitil ateşlemekte mahirdirler.

“Takke” der bölerler.

“Şapka” der bölerler.

Uzunla kısayı ayırır, zayıfla şişmanı düşman etmenin yolunu ararlar.

*

Ruanda’yı hatırlayın.

Yarısına “Hutu” dediler, yarısına “Tutsi”.

Hiçbir farkları yoktu. Bir bütündüler. Ama uzun bacaklı Avrupalılar onları parçalamayı bildi ve birbiriyle savaştırmayı başardı.

On inek ve daha fazlasına sahip olanlar Tutsi ilân edildi. Daha fakir olanlar Hutu.

Ülkenin yüzde doksanı fakirdi ve zenginler kendilerini imtiyazlı hissettiler.

İki ayrı ırk gibi muamele gördüler.

Sonrası çok acı. Bu konuda çekilen filmleri seyretmeye gönül dayanmaz.

Güray Süngü’nün son çıkan romanı bu konuyla ilgili (Büyük Irmaklardan Bile, Ketebe). Tavsiye ederim. Usta kalem, bölücülerle çok güzel dalga geçiyor.

*

Bölme meraklıları, kendileri yüzlerce yıldır birbirleriyle savaşmalarına rağmen, birlik kurmayı başardılar ama başka ülkeleri her ne surette olursa olsun bölmeyi arzulamaktan vazgeçmediler.

Yalnızca Afrika’da, Asya’da veya Güney Amerika’da değil, Avrupa’da bile bölücülük sanatını (!) itinayla icra ettiler.

“Yugoslavya” diye bir ülke vardı. Dev gibi bir ülke değildi ama parçaladılar, böldüler ve yedi tane ülke çıktı içinden.

Yirmi yıl süren kanlı çatışmalar sonunda eski Yugoslavya, dağıtılacak kurban eti gibi taksim edildi.

Bugün o topraklarda sınırlarla bölünmüş yedi ülke var:

Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan, Karadağ, Kosova ve yedincisi “Makedonya”.

Yunanistan bu isimden hoşlanmayınca itiraz etti ve oraya “Kuzey Makedonya” denildi. Maksat, huysuz biraderin gönlünü hoş tutmak.

*

Bizim de öyle olmamızı çok arzu ettiler.  

Hattâ, bizim Yugoslavya’dan da, Ruanda’dan da beter olmamızı istiyorlardı.

Bir ülkedeki insanların yarısı diğer yarısını yok ederse, sonra kalan yarısı da kendi arasında çarpışır. Kim kimi kırarsa artık.

Fakat biz onların istedikleri oyunlara gelmedik. Ufak tefek hasar aldık, yaralandık. Canımız yandı, üzüldük. Ne var ki, bölemediler.

Çünkü onlar bölmekte ne kadar ustaysa, biz de birleşmekte ustayız, birleştirmekte ustayız.

Bizi birbirimize bağlayan bağlar, asgarî müştereklerden çok daha sağlam.

Zira asgarî müşterekler herhangi iki insan, herhangi iki grup arasında bile bulunabilir.

İki taraftan biri karşı tarafa seslenip, “Gelin, anlaşalım! Bakın, ikimiz de aynı güneşte çamaşır kurutuyoruz” dediğinde, kavgaya gerek kalmaz. Yakınlaşma başlar ve belki dostluk bile kurulabilir.

Bizim güneş ve gökyüzü ortaklığından çok daha fazla paylaştıklarımız.

O yüzden her seferinde ellerini boşuna ovuşturuyorlar.

O yüzden her seferinde avuçlarını yaladıklarıyla kalıyorlar.

Görünüşe bakılırsa, dilleri kuruyana kadar yalamaya devam edecekler.

“Şehitler ölmez, vatan bölünmez” kuru bir slogan değil.

İlk kısmı âyetle sabit, ikinci kısmının da garantisi olduğuna inanıyoruz.

Allah’ın izniyle, yediden yetmişe hepimiz vatanımızı korumaya ant içmişiz. Kimin gücü yetebilir?

“Ya Allah, Bismillah” deyip ayağa kalktığımızda, karşımızda kim durabilir?

Bir aralık bunları yazayım diye düşünüyordum, birkaç başlık hâlinde not almıştım; tam da 1 Aralık’ta yazmak nasip oldu, şükür.