ÖNEMLİ olan, ilk
yapılmak istenendir; akılda ilk alan kaplayan ve diğerlerini geri itekleyendir.
Önemli olan sağlıktır meselâ, parayla bir koltuğa sığamadıklarında… Zamanı pay
ederken ilk sırayı verdiğin, acele ettiğindir. Arkada kalan, manşet olmayan,
illâ ki daha az öneme sahiptir.
Önemli
olan cânansa, can fedâ edilir. Cânan Allah’sa, candan vazgeçilir. Kimse için
ölmeye değmez Allah’tan gayrı. Önemli olan ahretse, dünyaya tercih edilir.
Seçerken öne aldığım ne varsa önemlidir. Muhabbete yenik düştüğüm ve namazımı
geri bıraktığım an, bir tercih yapmışımdır. O an şükür borcum, kul oluşum,
yaratılış amacım ve niçin nefes aldığım geride kalmıştır aklımda. Gönül bir
yöne bakarken, göz başka yöne bakamaz, öyle ya…
Cuma
vakti ezanlar okunurken hâlâ müşteri arayan, satış telâşına düşen bir esnaf
gördüğümde, onun kalbindeki seçimin sokaklara döküldüğünü hissederim. Herkes
tarafından rahatça görülebilen niyet sahnelenmektedir o an. Birinci sıradaki
yerini almış olan servet biriktirme tutkusu o kadar parlak renklerle göze
çarpar ki akşama doğru dükkâna uğrayan müşterilere Allah sevgisinden
bahsederken oldukça pişkindir adam. “Toplum neyi önemserse benim de onu önemsediğimi
sansınlar” dediği apaçıktır. Bu, kendine bile itiraf edemediği bir seçimdir
aslında!
Hayatımı
önceliklerime göre geçiriyorum, bilmem farkında mıyım? Her seçim, bir vazgeçiş
aynı zamanda. Seçtiklerimle nelerden vazgeçiyorum acaba? Kim bilir, çok daha
kıymetli şeyleri arka sıralara itiyorumdur belki de. Bir gün kendime hesap
verirken, “Toprağa ayva ektim de nar çıktı” diyemem. En önemli güç gösterimi “seçerken”
yapıyorum. Seçtiğim yola girdikten sonra karşılaştığım her şey, o yolun doğal
özelliği zaten. Çölde kar aramanın anlamı yok öyleyse…
“Hep
bana Rabbena! Kimseye bir şey verme ben dururken Allah’ım! Her güzellik benim
olsun, dert tasa şöyle dursun, dene bütün kullarını, koy beni Cennetine!” Bu da
bir tercih duâsı; çıkar üzerine kurulmuş bir bağ… Kiminin duâsı dağı taşı,
kurdu kuşu kapsarken, kimininki kendi zevki safasına yöneliktir. Kendini önemli
görmek elbette güzel, ama fazlası insanlığa ihanet değil mi? “Biz yaşayalım,
geri kalanı ölsün” diyen bir mantığın kurbanları olarak maske takıyoruz şu an.
Kalbin
ne çok tercümanı, müfessiri ve kanıtı var. İlle de kalbin ihaneti ve tuzağı ele
ayağa düşecektir. Eşine, “Sen benim için değerlisin, kalbimde başka sevgiye yer
yok” derken gözü başkasına bakan birinin bakışı, kalbindeki önceliği sızdırır. Zaman
geçirmeyi seçtiğim her varlık, birçoğunu geride bırakarak ön sıraya oturmuştur,
vesselâm…
Hangisi?
O
gün çok önemli bir iş için yola çıkmışım, “Hiçbir şey beni yolumdan alıkoyamaz”
diyerek kafamı dikmişim hedefime. Ama yolumda bir kazâ var ve yaralı tek başına
uzanmış, kan kaybediyor. Onunla ilgilensem bütün hayâllerim suya düşecek. Ve
ben durup orada, insanlık görevimi tercih ediyorum. Bir anda bir başka can için
çok şeyin fedâ edilebileceğini öğretiyor vicdanım bana. Aklım yola devam etmem
için çakallıklar yapıyor, kırk takla atıyor. Ama rûhumu patlatacak kadar büyük
olan bir iç hesaplaşma, az sonra kazanacağım paraları pula çeviriyor. Akşama
elim boş, gönlüm hoş olarak dönüyorum evime.
Aslında
bu önem sıralaması her an kapımızı çalıp duruyor. Sanki özel kalemimiz
camekânın arkasında randevularımızı, telefonlarımızı bağlamak için bekliyor ve
“Efendim, şöyle mi olsun, böyle mi olsun?” diye sürekli onay ve karar bekliyor.
Akıl ve kalp, her an bizden son kararımızı bekliyor. Bu bizi değerli yapıyor. Katil,
silahını ateşlemeden önce kararını vermiştir, yoksa el, kendiliğinden tetiğe
uzanmaz.
İstemeden
bir şeyi yapmak bile bir kararın sonucudur; biraz yakın çekimle bakınca anlamak
zor değil. Bazen seçme şansımız kalmamış gibi gelir bize, ama önceden
yaptığımız bir seçimin çıkmaz sokağına çıkmıştır yolumuz; bir duâmız, bir iç
geçirişimiz, birinin duâsına “Âmin!” deyişimiz, birinin âhını hak edişimiz, her
şey olabilir. Hem de her an… Çünkü burası dünya!
“İnsanın
sorumlu tutulması için seçim yapabilmesi aklî bir zorunluluktur” diye düşünüyorum.
Allah, Kendi Şânına yakışanı yapmıştır zaten…
Bir
solukta içimden geçenleri sıralayıverdim. Hiç ardıma önüme bakmıyor, “Kervan
yolda düzülür” hesabı ha bire yazıyorum.
Sıra
sıra
Aşkın
közünde pişmiş, köpüğü kaçmamış bir fincan kahve bu dünya. Ama insan,
çocukluğundaki pürüzsüz kalbini kırık dökük bulur şöyle bir bakınca. O dupduru
cildi buruşur ve saçları beyaza teslim olur. Sevdikleri birer birer göç ederken
kahve soğur, köpük kaçar, tat gider. Ama aşkın alevi bütün harâretiyle yanmaya
devam eder. Bütün bu istekler ve seçimler, bir divanda durup açıklanacağı günü
beklerler.
O
zaman neyi seçeceğine çok önem vermeli insan. Önem verdiği, “Bu benim hayatım!”
dediği hayat var ya, yıllar, aylar ve günler gibi görünse de sadece “bir karar
ânı”ndan ibâret. Melekleşmek ya da şeytanlaşmak, cennet ya da cehennem kararı…
Zalim ya da mazlum olmak, yalancı ya da dürüst olmak kararı… Arlı ya da arsız
olmak, muti ya da âsi olmak kararı… Sevmek ya da nefret etmek, af ya da intikam
kararı… Tevazu ya da kibir, şükür ya da nankörlük, sabır ya da acele… Hepsi,
hepsi bir anlık karar! İman ölçüsünde alınmış bir anlık karar…
Önemli olan ne öyleyse? Paha biçilemeyen göz mü, pahalı gözlük mü, üç günlük dünya mı, sonsuz âhiret mi? Bir anlık heves ve kaçamak mı, sadâkat ve bir ömür mutluluk mu? Kısa yoldan emeksizce servet sahibi olup zevk u safâya dalmak mı, alın teriyle helâlinden kazanılmış yarım ekmek mi? Meyhanelerde, batakhanelerde serserice tüketilmiş bir ömür mü, yoksa aşk ve çabayla yoğrulmuş, her ânın hakkı verilmiş bir hayat mı? Hangisi daha kıymetli?
Neyin
daha önemli olduğunu bilmek, yiyip içmek ve şükretmek, derdi çekip sabretmek,
en başından sonu görmek daha önemli olsa gerek…
Nasreddin
Hoca’yı vaktiyle ziyafete davet etmişler. Hoca, üstünde başında olanıyla davete
icabet etmiş. Baksa görse ki, herkes leziz yemeklere kaşık sallamaktan Hoca’yı
buyur etmiyor. Hoca şaşkınlığını gizleyip yanlarına sokuluyor ama ne çâre,
kimse yer açmıyor! Hoca bir hışımla eve geri dönüp en kıymetli kaftanını
giyinerek salına salına geri geliyor davete. Kaftanının eteği kürk olunca,
herkes Hoca’ya dikkat kesilip, “Buyur Hocam buraya!”, “Yok, oraya değil, buraya!””
diye yarışa giriyor. Hoca kaftanın eteğini yemeğe batırınca, herkes hayrete
düşüyor. E söz sırası şimdi Hoca’ya geçiyor: “Be kıymet bilmezler! Az evvel
gözünüze baktım yer açasınız diye, şimdi ise kaftanıma hürmet gösterip başköşeye
oturttunuz. Öyleyse yemek benim değil, kürkümün hakkıdır.” Sonra da hani o
meşhur söz var ya, onu söylüyor Hoca: “Ye kürküm ye!”
Acıdır
bu fıkra, insanın rûhunu yakar…
Fakirin
esprisine bile gülen olmaz, ama zengin daha söze başlamadan, herkesin kulağı
yelpaze gibi açılır. Demek ki mal, mülk, şöhret kimdeyse kıymet ona veriliyor. Birçoğu,
güçlü olanın fedâisi olmaya râzı oluyor; hem de iyilik ve merhamet aramaksızın…
Ederi
ne?
Önem
verdiğimiz ne kadar önemli, mutlak bir değer biçilecek olsa ederi nedir? Bu
şimdilik kısa dünya hayatında bir muamma gibi görünse de, iman edenler çok
yakında bileceklerdir; ben bu vaadin Sahibine inanıyorum ki, O yaratan ve
kıymet ölçülerini belirleyendir. “Bilseydiniz, âhiret yurdu sizin için daha
hayırlıdır” buyururken değer karşılaştırmasını yapıyor. Bu İlâhî mîzânın
üzerine ağırlık koyup dengeleri değiştirmekle ben sadece kendimi kandırmış
oluyorum.
Köprü
altında uyuyan birini görünce ilk aklıma gelen, “acımak” duygusu oluyor
nedense. Değer duygusunu zorlayınca hissediyorum. “O da bir insan! Kim bilir aç
mı, susuz mu, üşüdü mü?” derken… O insanın fikirleri, hayata bakışı ise hiç
ilgimi çekmiyor. İmanı, teslimiyeti, takvâsı aklımın ucundan bile geçmiyor.
Onun sefaleti beni öyle etkiliyor ki gözlerim başka şey görmüyor.
Bazen
mezarlıklarda dolaşırken şaşaalı, mermerden yapılı mezarlara rastlarım. “Vay
canına! Sevilen ve değer gören, varlıklı biriymiş” diye düşünürüm. Bazen de
bakımsız bir mezarın yanından geçerken içim burkulur. Bütün bunlar benim
baktığım yerden bana görünen manzara. Kim bilir, hakikat nedir?
Kim
değer görmeyi arzu etmez ki? İçimizdeki en büyük açlıklardan biridir bu. İnsan
olmak gibi bir şerefe nail olduktan sonra, hâlâ bunu birilerinden duymaya can
atarız. Ama hiç kimseden duymasak bile, zaten tâ en başından beri değerliyiz.
Ahsen-i takvîm üzere ilk şekil alışımızdan beri, ilk rûh üflenişinden beri,
Elest Bezm’inde ilk söz verişimizden beri, ilk Cennet’e girişimizden, ilk gühahı
işleyip ilk tevbeyi edişimizden ve ilk dünyaya gelişimizden beri değerliyiz.
Saç
mı kıymetli, tarak mı? Ayna mı, yüz mü? İnsan söz konusuysa hayvanın mâkâmı
bellidir. Hayvan söz konusuysa bitkinin mâkâmı bellidir. Bir kedinin canını
kurtarmak için ağacın dalı kesilir. Bir ağacı kurtarmak için bahçenin duvarı
yıkılır. Bir çocuk ve bir köpek trafiğe âniden çıksa ve frene basılamayacak
kadar kritik bir ansa, köpek çocuğa fedâ edilir. Buradaki tercihler mutlak
değer sıralamasına göredir, vicdana uyumludur. İnsan yerine köpek bakmak daha
câzip geliyor ya bazılarına, “insan insandır, hayvan hayvandır”. Ve bu mantığı
altüst etmek, akla hakarettir bence.
Kapı
komşusu açken iki sokak öteye çorba gitmez. O güzelim koku yanı başındakine
ulaşırken, göz göre göre uzağa tencere gitmez. Kalp kırılır, kul hakkına girilir.
Göz hakkı varken, yakın komşu daha değerlidir. Önemli olan nedir, biliyor
musunuz? Gerçekten önemi hak edendir! Yol ayrımına gelip seçim yapmak zorunda
kalmadıkça, elbette canlı cansız her varlık muhteşemdir, kıymetlidir, Var Edenin
eseridir. Kıtlıkta bir yudum su, bir lokma ekmek kıymetlidir. Öksüze anne,
dertliye derman kıymetlidir.
İnsanın
gözünde bir şeylerin değeri olsun. Kaybetmekten korktuğu önemli şeyler olsun.
Can olur, cânan olur, iman olur, bilemem; ama kadir kıymet bilen bir kalbi
olsun!
Aşk
olsun! Allah aşkına aşk olsun! İnanan o kalbin içinde sadece aşk olsun!