
“EY devâ-yı nahvet u nâmûs-ı mâ/ Ey tu Eflâtûn u Câlinûs-ı mâ. (İlacısın
kibir ve kuruntunun,/ Sensin bize Calinus ve Eflatun.)
Cism-i hâk ez ışk
bereflâk şod/ Kûh der raks âmed u çâlâk şod. (Aşkla göklere çıktı toprak
beden,/ Dağ raks ederek oynadı yerinden.)
Işk cân-ı Tûr âmed âşıkâ/
Tûr mest u hare Mûsâ sâikâ. (Ey âşık, aşk getirdi Tûr’u cana!/ Tûr mest
oldu, düştü Mûsâ bir yana.)
Bâleb-i demsâzhod ger
cüftemî/ Hemçü ney men guftemîhâ güftemi. (Dostun dudağına eş olsam eğer,/
Söylerdim ney misâli nice sözler!)”
Calinus’un Hazreti İsa devrinde
yaşamış biri olduğu rivâyet edilir. Derler ki, “Hazreti İsa’nın peygamber
olarak gelmiş olduğunu duyunca, onu görmek için seyahate çıkar, ama yolda
hastalanıp ölür”. Bu, bizim Veysel Karanî’yi hatırlatır. Calinus’un İlâhî mânâya
doğru bir teveccühü olduğu için ismi bilhassa zikredilmiştir. Onun bir özelliği
de tıp ilminin babası sayılmasıdır. 400 cilt eser yazdığı söylenir. Müdekkik bir
zâttır.
Eskiler tabip ya da
doktor yerine “hekim” adını kullanırlar. Hekim, hem hikmet sahibi olandır, hem
de tedavi eden. O yüzden Eflatun ve Calinus’ta bu iki nitelik birden vardır.
Mevlâna’nın bunlarla asıl vurgu yaptığı şey, bunların doğrudan doğruya insan
ruhundaki hastalıkları tedavi edici bir nitelik arz etmeleridir. O, Eflatun ve
Calinus’u kendi bağlamlarından alıyor, ruhtaki kibri, kuruntuyu ve dünyayla alâkalı
bütün arazları giderici birer mürşit sıfatıyla donatıyor.
Mevlâna’da bu türden nitelemeler
hep yapılır. Ona göre kap önemli değildir. Önemli olan, kabın içindeki sudur!
Bu yüzden Calinus ve Eflatun isimleri değil, onların ifade ettikleri mânâ
önemlidir.
Bu hekimlerin derdi,
kibir ve gururu gidermektir. Kibir ve kuruntu, ruhtaki olumsuz duyguların
kafile başıdır. Biz bu iki duygudan bütün olumsuz duyguları anlayacağız. Bu
zâtlar bazı şeyleri işaret ederler. Bize düşen, işaret ettikleri şeyden yola çıkarak
diğerlerine ulaşmaktır. Dolayısıyla kibir ve kuruntunun yanına hırs, tamah,
hıyânet ve münafıklığı koyabilirsiniz. Rûhu sıklete sokan ne kadar duygu varsa,
hepsinin de tedavi edicisi, Calinus ve Eflatun olarak simgelenen mürşitler
olur.
Mevlâna burada, mürşide
doğrudan doğruya bir ruh hekimliği yüklüyor. Bu insanlar birer aşk adamı oldukları
için, bunlarda fazladan bir şevk enerjisi vardır. Şevk, bu zâtlardaki pozitif
enerjinin adıdır. Bazen bu şevk öyle güçlü bir hâle geliyor ki, avuçlarını
sıktıklarında arzı bir ceviz gibi kırabilecek güçte hissediyorlar kendilerini.
Bu vehmî bir güçtür, ama damarlara ve düşünceye sirâyet eder. Bu güç, söz ve
ifade olarak cemaate yayıldığında, onları dalga gibi etkisi altına alır.
“Ey devâ-yı nahvet ü nâmûs-ı mâ/ Ey tu Eflâtûn u
Câlinûs-ı mâ./ Cism-i hâk ez aşk der eflâk şod/ Kuh der raksadet ü çalak şod.”
Burada doğrudan doğruya
aşk ile harekete geçen bir şeylerden bahsediyor: “Aşkla göklere çıktı toprak
beden/ Dağ raks ederek oynadı yerinden.” Burası doğrudan doğruya Mîraç
hâdisesine ve Tur dağına atıftır. İki tane telmih unsuru vardır. Aşkla göklere
çıkan toprak beden, Hazreti Peygamber’in bedenidir. Beden arza aittir ve
topraktır. Zaten “âdem” kelimesi, “yeryüzü toprağı” demektir. Hazreti Âdem’in
balçığı arzdan getirilmiştir. Bu yüzden kendisine “Âdem” ismi verilmiştir.
Peygamberimizi Mîraç’a
çıkaran şey “aşk”tır. Dolayısıyla aşk maddeyle temas ettiğinde, ona ve enerji
veren bir şeye dönüşüyor. Onun içindeki cevherin niteliği budur. Cenâb-ı
Hakk’ın aşkı, muhabbeti, yarattığı her şeye sirâyet etmiştir. Zira yaratılış
bir muhabbet vesîlesiyledir. O’nun “Vedûd” isminin bir gösterenidir. O yüzden
de her zerre kendi içerisinde aşk özüyle kuşatılmıştır. Daha doğrusu, maddenin
rûhu aşktır.
Madde, bu enerjiyi aldığı
zaman harekete geçer. Mevlâna, Hazreti Peygamber’in Mîraç hâdisesini doğrudan
doğruya böyle okur. Aşk olmasaydı, o toprak beden göğe çıkmayacaktı.
“Cismin
tecellî Tur’u…”
İkinci telmih Tur
dağınaydı. Hatırlayacağınız üzere Tur dağı, Cenâb-ı Hakk’ın tecellî edişinden
dolayı harekete geçmiş ve bu hareketten bir ıstırap duymuştur. Zaten ıstırap
ile hareket arasında bir irtibat vardır. Istırap, “darebe” kökünden
gelir. Bir şey darbe aldığında harekete geçer. Bu hâdisede bir ince ayrıntı
vardır. Kur’ân’ın bildirdiğine göre, tecellî geldiğinde önce Tur dağı tutuşur,
Musa ondan sonra bayılır. Buradan şöyle bir hüküm çıkmaktadır: İnsanın tecellîye
dayanma kudreti, nesnelerden daha güçlüdür. O yüzden emânet dağa taşa değil,
insana verildi. Buradan hareketle, aşka en istidatlı varlığın insan olduğu
sonucunu çıkarabiliriz.
Her nesnede bir aşk
bilinci vardır. Her nesne, sabit görünse bile aşk özüyle daima hareket hâlindedir.
İnsana İlâhî âlemle temas kurduran asıl duygu aşktır. Aşk, bu itibarla bir
elçidir. O âlem ile bu âlem arasında bir elçi… Aşk, aynı zamanda bir tabiptir.
Önce sağaltır; bizi bunalıma sokan her türlü duyguyu temizler, gönül aynamızı
kirleten her türlü tozu pası siler, ardından da onların yerine şevki ikâme eder.
Bu şevk boyutuna girildiğinde insan Mîraç’ın vârisi olur. Mîraç, bizim için de
vârit olan bir şeye dönüşür. Rûhun terakkî etmesi ve yükselmesi ancak bu sayede
mümkün olacaktır.
Hazreti Peygamber’in
Mîraç’ı ve ondan hareketle ilm-i ledün sahibi velîlerin rûhî
yükselişleri bir örnek olarak karşımıza çıkar. En sıradan insan bile gerekli
olan şeyleri yerine getirmek şartıyla bu mîrasa sahip olabilir. Hepimizde aşk
cevheri vardır. Fakat kimimiz sîne madenliğini deşerek bu cevheri ortaya
çıkarırız, kimimiz de bunun farkında olmayız. Çıkarılmaması, madenin olmadığı
anlamına gelmez. Bâkî, “Zamane bizde cevher sezdiği için dilhırâş eyler”
der. Yani “Felek bizde bir maden olduğunu hissettiği için sînemizi yırtar”
demektedir.
Buradan şöyle bir hüküm
daha çıkar: Aşk, saâdetle gelen bir şey değil, meşakkatle gelen bir şeydir.
İnsanın âlemden sıyrılması çok zordur. Bu zorluğu, bu meşakkati üstlenen, bu
derdin üstesinden gelmeyi göze alan kişi ise aşkla buluşur.
Mevlâna, aşka çok fazla
anlam yükler. Hepsinde de asıl vurgusu şudur: Aşk, daima İlâhî âlemden gelir.
Dolayısıyla asıl sevgiliyi getiren bir müjdecidir. Aşk, yokluk ilinden gelen
bir kervandır ve yüklendiği şey, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın nefesidir.
İşte bunun için aşka mürşitlik görevi yüklemek, sıradan bir yük değildir.
Aşk, kibir ve kuruntunun
ilacıdır. İnsandaki kibir, benlik duygusundan çıkar. Temelde insan bencildir.
Fedakârlık onun için zordur. İnsanda fedakârlığın bencilliğe galebe etmesi için
aşkın gâlip gelmesi, erdirici, oldurucu bir duygu olarak aşkın yerleşmesi
gerekir. Kısaca aşkın bir tabiat, bir ahlâk hâline gelmesi gerekir. Ta ki kibir
ve bencillik duygusundan kurtulalım…
Beşerî aşk merhalesinden
geçilmeden İlâhî aşka ulaşılmaz. İnsanın hayatında aşk duygusunu tatması ve
onun getireceği hâli kavraması gerekir. Aşk hâlinde insan fedakâr olur. Kendi
duygu ve tercihlerini mâşukununki karşısında erteler. Böyle yaparak bencilliğin
dışına çıkar. Bir başkasının üzüntüsü ve sevinci, kendi üzüntü ve sevincinin
önüne geçer.
İlâhî aşkla temas eden
biri için bu durum devasız ve kesintisizdir. Aşkla hemhâl olup bütünleşen bir
Allah yolcusu, artık geriye dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Bir kehribar,
saman tozunu kendine çekmektedir. O saman çöpünün iradesi kalmamıştır. Hakk’ın
cazibesi âşığı daima kendisine çeker. Aşka eren ruh, med hâlindeki bir deniz
gibidir.
Aşk bir kement gibi Allah
yolcusunun boynuna geçtikten sonra, dönüşü olmayacak bir şekilde o yolcunun
rûhunu asıl vatana ve rûhun asıl bânisine doğru çeker.
Aşk, aynı zamanda
diriltici bir duygudur: “Aşk can-ı Tur amed aşıka/ Tur mest ü harre Musa
saika./ Ba lebi demsaz u
hod ger cuftemi/ Hemçü ney men goftemiha goftemi.” (Ey âşık! Aşk getirdi Tur’u
cana;
Tur mest oldu,
düştü Musa bir yana.)
Bu
hâdise, doğrudan doğruya Kur’ân’da anlatılan bir hâdisedir. Burada aşkın
olgunlaştırdığı kâmil kişiye yönelir. Âşık, Hakk yolculuğunda kemâl noktasına
gelmiş kişidir. Tur dağı sûretâ cansız, hareketsiz bir varlıktır, ne zaman ki
Hazreti Musa Hakk’ı görme arzusuna kapıldı, o hasreti çekti ve talep etti, o
zaman kendisine bir hitap geldi: “Lenterani!”
Yani “Beni göremezsin!”. Fakat Hazreti Musa ısrarla isteyince, tecellî önce Tur
dağına geldi. Bu tecellîden dolayı Tur mest oldu.
Aslında
mestlik, bir âşıklık hâletidir. Burada Mevlâna, Tur dağına bir can izâfe etti.
Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti, yarattığı her şeye sirâyet ettiği için… Bu
muhabbetle her şey diridir. Muhabbet çekilirse ölür. Bu mânâda, âşık canlar
diri, aşktan behresi olmayanlarsa diri olsalar bile ölüdürler.