Önemli olan kap değil, kaptaki sudur!

Aslında mestlik, bir âşıklık hâletidir. Burada Mevlâna, Tur dağına bir can izâfe etti. Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti, yarattığı her şeye sirâyet ettiği için… Bu muhabbetle her şey diridir. Muhabbet çekilirse ölür. Bu mânâda, âşık canlar diri, aşktan behresi olmayanlarsa diri olsalar bile ölüdürler.

“EY devâ-yı nahvet u nâmûs-ı mâ/ Ey tu Eflâtûn u Câlinûs-ı mâ. (İlacısın kibir ve kuruntunun,/ Sensin bize Calinus ve Eflatun.)

Cism-i hâk ez ışk bereflâk şod/ Kûh der raks âmed u çâlâk şod. (Aşkla göklere çıktı toprak beden,/ Dağ raks ederek oynadı yerinden.)

Işk cân-ı Tûr âmed âşıkâ/ Tûr mest u hare Mûsâ sâikâ. (Ey âşık, aşk getirdi Tûr’u cana!/ Tûr mest oldu, düştü Mûsâ bir yana.)

Bâleb-i demsâzhod ger cüftemî/ Hemçü ney men guftemîhâ güftemi. (Dostun dudağına eş olsam eğer,/ Söylerdim ney misâli nice sözler!)”

Calinus’un Hazreti İsa devrinde yaşamış biri olduğu rivâyet edilir. Derler ki, “Hazreti İsa’nın peygamber olarak gelmiş olduğunu duyunca, onu görmek için seyahate çıkar, ama yolda hastalanıp ölür”. Bu, bizim Veysel Karanî’yi hatırlatır. Calinus’un İlâhî mânâya doğru bir teveccühü olduğu için ismi bilhassa zikredilmiştir. Onun bir özelliği de tıp ilminin babası sayılmasıdır. 400 cilt eser yazdığı söylenir. Müdekkik bir zâttır.

Eskiler tabip ya da doktor yerine “hekim” adını kullanırlar. Hekim, hem hikmet sahibi olandır, hem de tedavi eden. O yüzden Eflatun ve Calinus’ta bu iki nitelik birden vardır. Mevlâna’nın bunlarla asıl vurgu yaptığı şey, bunların doğrudan doğruya insan ruhundaki hastalıkları tedavi edici bir nitelik arz etmeleridir. O, Eflatun ve Calinus’u kendi bağlamlarından alıyor, ruhtaki kibri, kuruntuyu ve dünyayla alâkalı bütün arazları giderici birer mürşit sıfatıyla donatıyor.

Mevlâna’da bu türden nitelemeler hep yapılır. Ona göre kap önemli değildir. Önemli olan, kabın içindeki sudur! Bu yüzden Calinus ve Eflatun isimleri değil, onların ifade ettikleri mânâ önemlidir.

Bu hekimlerin derdi, kibir ve gururu gidermektir. Kibir ve kuruntu, ruhtaki olumsuz duyguların kafile başıdır. Biz bu iki duygudan bütün olumsuz duyguları anlayacağız. Bu zâtlar bazı şeyleri işaret ederler. Bize düşen, işaret ettikleri şeyden yola çıkarak diğerlerine ulaşmaktır. Dolayısıyla kibir ve kuruntunun yanına hırs, tamah, hıyânet ve münafıklığı koyabilirsiniz. Rûhu sıklete sokan ne kadar duygu varsa, hepsinin de tedavi edicisi, Calinus ve Eflatun olarak simgelenen mürşitler olur.

Mevlâna burada, mürşide doğrudan doğruya bir ruh hekimliği yüklüyor. Bu insanlar birer aşk adamı oldukları için, bunlarda fazladan bir şevk enerjisi vardır. Şevk, bu zâtlardaki pozitif enerjinin adıdır. Bazen bu şevk öyle güçlü bir hâle geliyor ki, avuçlarını sıktıklarında arzı bir ceviz gibi kırabilecek güçte hissediyorlar kendilerini. Bu vehmî bir güçtür, ama damarlara ve düşünceye sirâyet eder. Bu güç, söz ve ifade olarak cemaate yayıldığında, onları dalga gibi etkisi altına alır.

“Ey devâ-yı nahvet ü nâmûs-ı mâ/ Ey tu Eflâtûn u Câlinûs-ı mâ./ Cism-i hâk ez aşk der eflâk şod/ Kuh der raksadet ü çalak şod.”

Burada doğrudan doğruya aşk ile harekete geçen bir şeylerden bahsediyor: “Aşkla göklere çıktı toprak beden/ Dağ raks ederek oynadı yerinden.” Burası doğrudan doğruya Mîraç hâdisesine ve Tur dağına atıftır. İki tane telmih unsuru vardır. Aşkla göklere çıkan toprak beden, Hazreti Peygamber’in bedenidir. Beden arza aittir ve topraktır. Zaten “âdem” kelimesi, “yeryüzü toprağı” demektir. Hazreti Âdem’in balçığı arzdan getirilmiştir. Bu yüzden kendisine “Âdem” ismi verilmiştir.

Peygamberimizi Mîraç’a çıkaran şey “aşk”tır. Dolayısıyla aşk maddeyle temas ettiğinde, ona ve enerji veren bir şeye dönüşüyor. Onun içindeki cevherin niteliği budur. Cenâb-ı Hakk’ın aşkı, muhabbeti, yarattığı her şeye sirâyet etmiştir. Zira yaratılış bir muhabbet vesîlesiyledir. O’nun “Vedûd” isminin bir gösterenidir. O yüzden de her zerre kendi içerisinde aşk özüyle kuşatılmıştır. Daha doğrusu, maddenin rûhu aşktır.

Madde, bu enerjiyi aldığı zaman harekete geçer. Mevlâna, Hazreti Peygamber’in Mîraç hâdisesini doğrudan doğruya böyle okur. Aşk olmasaydı, o toprak beden göğe çıkmayacaktı.

“Cismin tecellî Tur’u…”

İkinci telmih Tur dağınaydı. Hatırlayacağınız üzere Tur dağı, Cenâb-ı Hakk’ın tecellî edişinden dolayı harekete geçmiş ve bu hareketten bir ıstırap duymuştur. Zaten ıstırap ile hareket arasında bir irtibat vardır. Istırap, “darebe” kökünden gelir. Bir şey darbe aldığında harekete geçer. Bu hâdisede bir ince ayrıntı vardır. Kur’ân’ın bildirdiğine göre, tecellî geldiğinde önce Tur dağı tutuşur, Musa ondan sonra bayılır. Buradan şöyle bir hüküm çıkmaktadır: İnsanın tecellîye dayanma kudreti, nesnelerden daha güçlüdür. O yüzden emânet dağa taşa değil, insana verildi. Buradan hareketle, aşka en istidatlı varlığın insan olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Her nesnede bir aşk bilinci vardır. Her nesne, sabit görünse bile aşk özüyle daima hareket hâlindedir. İnsana İlâhî âlemle temas kurduran asıl duygu aşktır. Aşk, bu itibarla bir elçidir. O âlem ile bu âlem arasında bir elçi… Aşk, aynı zamanda bir tabiptir. Önce sağaltır; bizi bunalıma sokan her türlü duyguyu temizler, gönül aynamızı kirleten her türlü tozu pası siler, ardından da onların yerine şevki ikâme eder. Bu şevk boyutuna girildiğinde insan Mîraç’ın vârisi olur. Mîraç, bizim için de vârit olan bir şeye dönüşür. Rûhun terakkî etmesi ve yükselmesi ancak bu sayede mümkün olacaktır.

Hazreti Peygamber’in Mîraç’ı ve ondan hareketle ilm-i ledün sahibi velîlerin rûhî yükselişleri bir örnek olarak karşımıza çıkar. En sıradan insan bile gerekli olan şeyleri yerine getirmek şartıyla bu mîrasa sahip olabilir. Hepimizde aşk cevheri vardır. Fakat kimimiz sîne madenliğini deşerek bu cevheri ortaya çıkarırız, kimimiz de bunun farkında olmayız. Çıkarılmaması, madenin olmadığı anlamına gelmez. Bâkî, “Zamane bizde cevher sezdiği için dilhırâş eyler” der. Yani “Felek bizde bir maden olduğunu hissettiği için sînemizi yırtar” demektedir.

Buradan şöyle bir hüküm daha çıkar: Aşk, saâdetle gelen bir şey değil, meşakkatle gelen bir şeydir. İnsanın âlemden sıyrılması çok zordur. Bu zorluğu, bu meşakkati üstlenen, bu derdin üstesinden gelmeyi göze alan kişi ise aşkla buluşur.

Mevlâna, aşka çok fazla anlam yükler. Hepsinde de asıl vurgusu şudur: Aşk, daima İlâhî âlemden gelir. Dolayısıyla asıl sevgiliyi getiren bir müjdecidir. Aşk, yokluk ilinden gelen bir kervandır ve yüklendiği şey, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın nefesidir. İşte bunun için aşka mürşitlik görevi yüklemek, sıradan bir yük değildir.

Aşk, kibir ve kuruntunun ilacıdır. İnsandaki kibir, benlik duygusundan çıkar. Temelde insan bencildir. Fedakârlık onun için zordur. İnsanda fedakârlığın bencilliğe galebe etmesi için aşkın gâlip gelmesi, erdirici, oldurucu bir duygu olarak aşkın yerleşmesi gerekir. Kısaca aşkın bir tabiat, bir ahlâk hâline gelmesi gerekir. Ta ki kibir ve bencillik duygusundan kurtulalım…

Beşerî aşk merhalesinden geçilmeden İlâhî aşka ulaşılmaz. İnsanın hayatında aşk duygusunu tatması ve onun getireceği hâli kavraması gerekir. Aşk hâlinde insan fedakâr olur. Kendi duygu ve tercihlerini mâşukununki karşısında erteler. Böyle yaparak bencilliğin dışına çıkar. Bir başkasının üzüntüsü ve sevinci, kendi üzüntü ve sevincinin önüne geçer.

İlâhî aşkla temas eden biri için bu durum devasız ve kesintisizdir. Aşkla hemhâl olup bütünleşen bir Allah yolcusu, artık geriye dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Bir kehribar, saman tozunu kendine çekmektedir. O saman çöpünün iradesi kalmamıştır. Hakk’ın cazibesi âşığı daima kendisine çeker. Aşka eren ruh, med hâlindeki bir deniz gibidir.

Aşk bir kement gibi Allah yolcusunun boynuna geçtikten sonra, dönüşü olmayacak bir şekilde o yolcunun rûhunu asıl vatana ve rûhun asıl bânisine doğru çeker.

Aşk, aynı zamanda diriltici bir duygudur: “Aşk can-ı Tur amed aşıka/ Tur mest ü harre Musa saika./ Ba lebi demsaz u hod ger cuftemi/ Hemçü ney men goftemiha goftemi.” (Ey âşık! Aşk getirdi Tur’u cana;

Tur mest oldu, düştü Musa bir yana.)

Bu hâdise, doğrudan doğruya Kur’ân’da anlatılan bir hâdisedir. Burada aşkın olgunlaştırdığı kâmil kişiye yönelir. Âşık, Hakk yolculuğunda kemâl noktasına gelmiş kişidir. Tur dağı sûretâ cansız, hareketsiz bir varlıktır, ne zaman ki Hazreti Musa Hakk’ı görme arzusuna kapıldı, o hasreti çekti ve talep etti, o zaman kendisine bir hitap geldi: “Lenterani!” Yani “Beni göremezsin!”. Fakat Hazreti Musa ısrarla isteyince, tecellî önce Tur dağına geldi. Bu tecellîden dolayı Tur mest oldu.

Aslında mestlik, bir âşıklık hâletidir. Burada Mevlâna, Tur dağına bir can izâfe etti. Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti, yarattığı her şeye sirâyet ettiği için… Bu muhabbetle her şey diridir. Muhabbet çekilirse ölür. Bu mânâda, âşık canlar diri, aşktan behresi olmayanlarsa diri olsalar bile ölüdürler.