Önden gidenler

Yaşadığım falan yoktur. Sadece ölmezden gelirim. Görmezden gelirim. Bilmezden gelirim. İnsan odur ki, özlediğini, bulacağı yeri bilir. Bilir de yalnızlığında, karanlığında yeni güne uzanır, güneşe gülümser, vuslat ânına ulaşır.

ÖLÜMÜN yüzü soğuktur. Hüzün verir. Acı, gözyaşı oturur. Sevdiklerinin arasından ayrılıp ebedî âleme gidenlerin ardından, bir daha görüşmeme gerçeğiyle arta kalan izler bırakır. Ölüme dair, sohbet, anı ve görülenlerin anlatımı pek tercih edilmez.

Ölüm her canlının tadacağı bir gerçektir. Âyette de olduğu gibi, “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır”.

Sonuçtur. Gerçektir. Oluştur. İnsan dünyaya gelirken, ömrün kum saati son saniyeye kadar çalışır. Vücût yıpranır. Yaşlanır.

Unutulmak mıdır? Rûhun bedenden ayrılması mıdır? Yeniden doğmak mıdır? Sorular, sorular, sorular…

Ölümle ilgili aralıklarla yazıyorum. Önden gidenleri, unutamadıklarımı, hatırladığımda ve dahi yaşananları andığımda sessizce gözyaşı döktüğüm, sınırlı kelimelerle duygu yüklendiğim anları okuyucularımla paylaşıyorum. Tanımlara takılmadan, var olanlarla yoluma devam ediyorum.

İlkokul yıllarımda annemin öldüğünü öğrendiğimde nasıl olduğumu, olumlu ve olumsuz ne gibi tepki verdiğimi hatırlamıyorum. Rutin mi, olağan bir şey mi, hiçbir şey aklımda kalmamıştır.

Yaklaşık otuz nüfuslu bir aileydik. Mehmet dedem hepimizin babası, Hacer nenem hepimizin annesiydi. Babam ve amcalarıma “ağabey”, halalarıma abla diyorum… En büyük ağabeyim (amcam) Ali, evli. Sonra İbrahim ağabeyim (babam) evlendi. Düğününü çok iyi hatırlıyorum. Çocuklarla oyunlara karışmış, mermi boş kovanı kapanlar arasında yerimi almıştım. Köprübaşında, dışarı köyden gelen gelin arabasının önünde dâmat vekilinden harçlık almak isteyen ve oynamayı bekleyen çocukların arasında bende vardım.

İki şehit çocuğunun birlikte aldıkları karar, Mehmet babamın ve Hacer annemim dokuzuncu çocukları olarak büyüyorum. Hiçbir şeyden korkmuyor, kendimi asla yalnız hissetmiyorum. Lise yıllarımda babamı öğreniyorum. Etkilenmiyorum. Çünkü Sivas Yıldızeli Pamukpınar Öğretmen Okulu’nda yatılı okuyorum. Yaz tatilleri beni mutlu ediyor. Meyve bahçesi bekliyor, hayvanları otlatıyorum.

Uzun yıllar ölüm yaşamıyoruz. Tokat Millî Eğitim Müdürlüğü’nde İlköğretim Müfettişi olarak görevli iken sırasıyla Hacer annem, Mehmet babamla ölümü yaşıyorum. Ölmek nedir ve aile büyüklerinin ebediyen aramızdan ayrılmasının acısını tadıyorum. Sonra Gül Hanım nenem (Mehmet babamın ikinci eşi) aramızdan ayrılıyor.

Yaşadıklarımı yazılarıma da alıyorum. Edebiyat alanında ölüm ve ötesinin üzerimde varoluşunu yaşıyorum. Elbette tıp alanında, bilimde, dinimizde ve edebiyatta ölüm, farklı anlam ve tanımla ifade edilmektedir. Hayat boyu istenilen bir amaç mı, kavuşmak mı, hiç mi, kurtulmak mı, bayram mı, vuslat mı? “Sessiz Gemi” şiirinin mısraları arasında bir bilinmez yolculuk mu?

1998 yılında aileye Delitay katılıyor. Güneşe sefere çıktığım, deniz aşırı yolculukları yaşadığım, gökyüzünde bulutların üzerinde uçtuğum yıllar… Dünya hayatımın dört mevsim yedi iklim gülümsediği, akşamın sabaha eklendiği, şafağında yeni gün huzur ve bereketiyle birlikte varoluşun selâmlayışıyla Bismillah aşkına ulaştığım yıllar…

Yine ölüm… Cennetin, yerini cehenneme bıraktığı yıllar… 2007 yılında, 26 yıl birlikte yaşadığım eşimi bir yıl süren kanser tedavisi sonucu Haziran ayında ebedî hayata yolcu ediyorum. O bir kez ölüyor, ben kaç kez öldüğümü hatırlamıyorum. Elinden tuttuğum, teslim olduğum, “Can” dediğim, bir olduğumuzu sandığım diller tarafından her gece ok atışına tâbi tutulduğum unutulmaz yıllar... Gecenin önünde ve öteki yarısında yaşanan ve yağmur ıslanışına teslim olmuş, şafağı bekleyen saniyeler…

Ötesi; rüzgâr, fırtına, dolu, tipi, hortum, tsunami… Velhasıl, aklımıza gelen ne kadar âfat ve talan varsa, hepsi bozkırın yalnız adamına sefere çıkmış. Ağıt ve kin mâkâmında ne kadar şarkı varsa dillerden kulaklarıma aktığı dakikalar, saatler ve geceler…

Sonra devam ediyor, 24 Kasım 2011 tarihinde, uzun süre Tokat Devlet Hastanesi’nde tedavi gören babamı kaybediyorum…

Ölümlerde kendinizle birliktesiniz. Kendi hissettikleriniz ve yaşadıklarınız sadece size özeldir. Bu durum her insanda farklı farklı olabilir. Aynı acıyı kardeşler, akrabalar ve çevreniz özel yaşamaktadır. Tabiî insan olmanın var olan değerleri, şefkat, yardım, acı, sevmek, âşık olmak, kollamak, vicdan ve merhamet gibi birçok olguyu oluşturur. Bu olgu insanı canlılar arasında farklı kılar.

İnsanın yas tutma özelliği de, ölüm gerçeği de vardır. Eğitimimiz boyunca okullarımızda ve ailelerimizde, hattâ birlikte yaşadığımız toplumumuzda ölüme saygı duymak, ölenlerin ardından iyi şeyler söylemek, onu hayırla anmak, geride kalanlarına yardımcı olmak, destek olmak, duâ göndermek öğretildi.

Kadere iman edenlerden olmak nasiptir bize. Hayatımın her ânında ölümü daima görenlerden, ona dokunanlardan, onu hissedenlerdenim. Çoğu zaman, yüreğimi kilitleyip duygularımı kendimle zincire vurduğum acılardır. Öyle sızlatır, yakar ve kavurur ki, vücûdun birçok organı o âna isyan eder de tepki verir. Tâ ki gözyaşları ile tenin ıslanıp rahatladığı âna kadar…

İnsan, taşıdığı canı teslim etmeden de ölür. İşte atmış yıllık ömrüm boyunca kaç defa ölmüşüm, kaç kez dirilmişim, yaşadıklarım ve yaşayacaklarım nedir, bilirim…

Yaşadığım falan yoktur. Sadece ölmezden gelirim. Görmezden gelirim. Bilmezden gelirim. İnsan odur ki, özlediğini, bulacağı yeri bilir. Bilir de yalnızlığında, karanlığında yeni güne uzanır, güneşe gülümser, vuslat ânına ulaşır.

Yakınlarım tek tek toprağa düşüyor. Ebedî âleme, bir daha görünmemek üzere yolcu ediliyor. Ben uzaklardayım… Ben yabanım… Ben el olmuşum… Bütün vücûdumla duâdayım, namazdayım, musalladayım, topraktayım; Yasinlerle yüreğimdeki yangın, bütün damarlarımda ve hücrelerimde dolaşıyor. Yakıyor, yakıyor, yakıyor…