Önceki milenyumdan kalanlar arasında kısa bir yolculuk

“‘İhtilâl olmuş’ dediler. Yediden yetmişe herkes parkta, radyoların başında dinliyoruz. Bütün aralıklar kadınlarla doluydu. Askeriye aşağıları kontrol altına almış. Gece devriyeler gezerdi. Uçaklar hiç durmadan Umurbey üzerinde geçerdi. Kimse bir yere gidemezdi. Umurbey’in etrafı sarılmış vaziyette. ‘Bura ayaklanırsa her yer ayaklanır’ diye düşünüyorlar.” (İsmet Yılmaz Hanım)

ZAMAN hızla geçiyor, yazılanlar kalıyor, kayda alınmayanlar uçup gidiyor. O sebeple insan yazıyı icat etmiş olsa gerek. Biz de o yüzden uçmasını istemediklerimizi not etmeye çalışıyoruz.

Şehir, kültürün merkezidir. Her şehrin kendine has bir yapısı, bir kültürü vardır. Ancak bunun yalnızca şehir merkezine ait olduğu düşünülmemeli. Kasabaları ve köyleri de o şehrin kültürüne ait özellikler yansıtırlar. Biraz merkezdekinden farklı olsa da kayda değer. Belde belediyeleri kaldırılıp merkeze bağlandığı için bugün Gemlik’in bir mahallesi konumunda olan Bursa’nın Umurbey köyü de yüzyıllara dayanan tarihiyle birlikte zengin bir kültür yapısına sahiptir.

Türkiye’nin üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın doğduğu köy olan Umurbey’in kuruluşu Orhan Bey dönemine kadar uzanmaktadır. Önceleri “Reis-i Cumhur” denirdi. Sonra “Cumhur Reisi” denmeye başlandı. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk dönem bu iki kelime ayrı yazıldı, derken tek kelime hâlini aldı. Ardından “Cumhurbaşkanı” denir oldu.

Celal Bayar’ın arabası

Bayar’ın köye gelişlerinden birinde, çoğu zaman olduğu gibi, eski cami önündeki yaşlı çınarın altına yer hazırlandı. Kalabalık toplandı. Biz de çocuklar olarak sırayla elini öptük. Elinin üstünde koyu renkli benekler vardı. İkramla beraber, sohbet başladı. Muazzam bir hâfızası vardı Bayar’ın. Yıl, ay, gün vererek, çok önceden yaşanmış olayları tek tek, bütün ayrıntısıyla hatırlar ve tane tane anlatırdı. Kişiler, olaylar, düşünceler… Dinleyen “Vay be!” demek zorunda hissederdi kendini.

Şoför, arabasını yan tarafa çekmişti. Büyük, gemi gibi bir klâsik araba... Biz çocuklar, arabanın etrafında dolanıyor, içine bakmaya çalışıyorduk. “Kaç basıyor?” diye... Az ötede bizim belediye başkanının arabası vardı. Gümrükten alınmış, eski, ufacık bir şey… Lâcivertti yanlış hatırlamıyorsam…

Biraz sonra beraberce bir yere gideceklerdi. “Ayrı arabalarla mı gideriz?” diye sordu biri. Galiba başkanın şoförüydü. Bayar’ın şoförü, “Belki sohbete devam etmek isterler. Başkan da bizim arabaya gelsin, sizin arabayı bizim garaja koyarız” dedi.


Kafamızdaki soruları Bayar’a soramadık

Diğer gelişlerinden birinde, sinemanın terasına gidildi. Kendi yaptırdığı kütüphane, müze ve sinema, geniş bir arazi içinde yer alıyor ve o yıllarda sinemanın çatısı kahve-gazino olarak kullanılıyordu. Çatı kiremitli değildi. Terasta manzara nefis, alan geniş olduğundan, sohbete daha çok kişi kulak verebiliyordu. Bayar’ın tane tane konuşması ve hiçbir şeyi unutmadan anlatması, yine hayranlık uyandırıcıydı.

Elinde bastonu bulunurdu. Başında şapkası… Ağır ağır yürürdü. Yine sıraya dizilip elini öptük. Hepimizin yüzüne gülümsediğini, bir iki soru sorduğunu hatırlıyorum: “Adın ne? Kimlerdensin? Kaça gidiyorsun?”

Eli yine yumuşacıktı ve benekler artmıştı. Çocukların da aklından birtakım sorular geçiyordu: “Kütüphanedeki o kitapların hepsini okumuş mudur?” “Müzedeki silahların hepsini kullanmış mıdır?” “O silahlardan en çok hangisini sever?” “Hiç adam vurmuş mudur?” “Çok ülke gezmiş midir?” “Hapiste kalmak çok mu zordur?” “İnsan, büyüyünce nasıl koca ülkenin cumhurbaşkanı olur?” “Bazıları altın, bazıları gümüş, zümrüt ve sair bir sürü çok değerli mücevheri müzeye verdiğine göre, çok mu zengindir?” “Hep köyde kalsa olmaz mı? İstanbul’da çok mu işleri var?” “Her şeyi nasıl bu kadar iyi hatırlıyor?”

Bu soruların hiçbirini kendisine sormadık. Aramızda konuştuk. Çocuktuk, çocuklar büyüklerin sohbetine pek kolay dâhil olamazdı o zamanlar. Hele soru sormak… Soruyu hep büyükler sorardı. Orada da en büyükler oturuyor ve son derece ciddiyet içinde konuşuyorlardı. Bir fırsat olsaydı, belki aklımızdan geçen sorulardan bir ikisini sorardık.

Dalya

O dönem Umurbey’de Ortaokul Müdürü olan Naci Bey, son görüşmelerini anlatıyor:

“100’üncü yaş günü kutlamaları çok görkemli oldu. Yaşayan eski parti arkadaşları, köylüler, hemşehrileri, iktidar, muhalefet hep Umurbey’deydi. Meydanda yüksekçe bir yere oturtuldu. 100 yılın yorgunluğu ve bitkinliği vardı. Yine de dik durmaya çalışıyordu. Herkes tebrik için sıraya girdi. Tek tek tebrikleri kabul etti.

Sıra bana gelip de ‘Abdullah Fehmi Ortaokulu Müdürü’ deyince iki elimi tuttu. Okula babasının ismi konulmuştu. ‘Nasılsın Müdür Bey, çocuklar nasıl?’ dedi. Ben de, öğretmen ve öğrencilerimin saygılarını sunduklarını ve uzun ömürler dilediklerini söyledim. Bu son görüşmemiz oldu.”

Son geliş ve vasiyet

Daha sonra sağlık sorunları sebebiyle Umurbey’de kalamadı. 1985 yılında bir gece kaldığını öğrendim. O gelişini eski Kütüphane Müdürü Rıfat Somer’in eşi Nezihe Hanım şöyle anlattı:

“Nilüfer Hanım’dan, Bursa’ya, akrabalarının düğününe gideceklerini, dönüşte de köyde kalacaklarına dair bir telefon aldık. Evi hazırlattık. Gece geç gelmişler. Sabah kahvaltı hazırlayarak eve gittik. Beyefendi uyanmıştı. Yanına çağırdı. İlk defa pijamalı olarak görüyordum. ‘Nezihe sen şu tarafa, Rıfat sen de şu tarafa otur’ dedi. Nilüfer Hanım’a seslendi. Biraz sonra eşi Ahmet Bey’le beraber geldiler. ‘Bu söylediklerime sizler de şâhit olun’ dedi. ‘Ölüm mukadder! Ben öldükten sonra, köyümde kütüphanenin münasip bir yerine gömersiniz. Annemi, babamı ve kardeşlerimi de usûlüne uygun olarak yanıma getirin, yanıma gömün’ dedi. Sonra biz ayrıldık.”  

Bu vasiyet belki de unutuldu. Bayar’ın arzu ettiği nakil gerçekleşmedi.


27 Mayıs Darbesi ve Umurbey

Celal Bayar ve Adnan Menderes’in kurdukları Demokrat Parti (DP), 1946’da girdiği ilk seçimde yeterli çoğunluğu sağlayamamıştı. Seçim sistemi, “açık oy, gizli tasnif” yöntemi ile yapılmıştı.

Seçmenler oy pusulasına herkesin gözü önünde mührü vuruyor; askeri, jandarması, polisi hepsi orada… Oylar sayılacağı zaman, kapalı kapılar ardına çekiliyorlar ve sonucu istedikleri gibi çıkartıyorlar.

Bu yöntemin abesliği çuvala sığmayacak mızrak gibi durduğu için, 1950 Seçimi’nde normal bir seçim yapıldı. Bütün dünyada nasıl oluyorsa, o şekilde… Mühür vurulurken gizli, sayılırken açık!

O seçimde iktidara gelen DP, on yıl sonra askerî darbe ile devrildi. 27 Mayıs Darbesi sonucu Celal Bayar ve Adnan Menderes başta olmak üzere bütün DP’liler tutuklandı, yargılandı. Yassıada Mahkemeleri’nde, “Sizi buraya tıkan irade böyle istiyor” diyen hâkimler görüldü. Yargılama neticesi, Başbakan Adnan Menderes ve Bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan idam edildi. Celal Bayar’ın cezası, yaşı ileri olduğu gerekçesiyle hapse çevrildi.

Yakın tarihimizin en önemli kara sayfalarından biri olan bu darbe, sonraki yıllarda yapılacak yeni darbelere yol açtı. On yılda bir darbe yapmak, aralarda “muhtıra vermek” neredeyse rutin hâle geldi. Harp okulu öğrencileri, hatta askerî lisedekiler bile, ileride yapacakları “yönetime el koyma” operasyonu için arkadaşları arasından kuracakları konseye kimleri alacaklarının hayâllerini kurmaya başladılar.

27 Mayıs, seneler boyunca bayram olarak zoraki kutlandı. “Yok canım, o devirler geçmişte kaldı. Artık bu zamanda darbe mi olurmuş?” denildiğinde, hep bir yenisi ile karşılaştık. Kökeni yüzyıllar öncesine dayanan “kazan kaldırma” geleneği, bulduğu en ufak fırsatta hortlamaktaydı. Âdeta yeniçeri, canı sıkıldığı zaman başta kim varsa indirmek istiyordu. Bunun için elinde bir yetki ve kendinde bir imtiyaz görmekteydi. Halkın oylarıyla seçilenlerin yine halkın oylarıyla gideceği gerçeğini kabullenmekte zorlanıyorlardı. Sözün millette olduğunu idrak edemiyorlardı. 

Gazeteci arkadaşım Abdullah Muradoğlu ile beraber, 27 Mayıs Darbesi ile ilgili röportaj yapmak için on yıl kadar önce Umurbey’e geldik. Mehmet Benli, Türkay Gürsoy, İsmet ve Kadir Yılmaz gibi darbe günlerini iyi hatırlayanlarla görüştük. Darbenin yıldönümü dolayısıyla Yeni Şafak’ta bir dizi röportaj yapan değerli arkadaşımın izniyle, Umurbey’deki yaşlılarla görüşmelerin bir kısmına burada yer vermek istedim.

Jetler, Umurbey üzerinde egzozlarını patlatıyordu!

“27 Mayıs bizi çok yaraladı. Millî Birlik Komitesi’nden Numan Esin, Umurbey’e geldi. Köylüyü topladı, ‘Sakın aksilik yapmayın!’ dedi. Köylüyü bayrak asmaya zorladılar. Bu, köylünün çok ağrına gidiyordu…

27 Mayıs 1960 günü askerî darbe gerçekleştiğinde, darbecilerin özel olarak önem verdiği bir nahiye vardı: Umurbey… Gemlik’e bağlı Umurbey’in önemi, Celal Bayar’ın köyü olmasıydı. Bu nedenle 27 Mayıs’tan itibaren olağanüstü önlemler alındı. Millî Birlik Komitesi’nden Numan Esin, Umurbey’e gelerek köylülerden 27 Mayıs aleyhinde bir davranışta bulunmamaları için uyardı.

Celal Bayar’ın evinin, anıt mezarının, bir müze ve kütüphanenin bulunduğu Umurbey’de, 27 Mayıs ve takip eden günlerde neler yaşandığını Umurbeylilere sorduk. Umurbeyliler, 27 Mayıs’tan hâfızalarında kalanları anlattılar.

Umurbey’in eski Demokratlarından Osman Gürsoy’un oğlu Türkay Gürsoy, ‘Bayar Umurbey’e gelince, meydandaki çınarın dibinde oturur, Parmaksız İbrahim, Mehmet Gök, Kara Salih gibi emsâlleriyle çocukluk günlerini yâd ederdi. Kahvesini içerdi. Yanı sıra meyve tabağı gelir, birer ikişer alırdı’ diyerek başlıyor söze…

‘Sakın aksilik yapmayın!’

‘27 Mayıs bizi çok yaraladı. Bayar’ın köyü olduğu için Umurbey’de bazı aksaklıklar meydana getirdiler. O sabah radyoyu açtım. İhtilâl olmuş. Babam yatıyordu. Gidip kaldırdım, şok hâlinde fırladı, bize ‘Kendinizi hiç bozmayın’ dedi. Numan Esin geldi o gün. Umurbeylileri Bayar’ın köy meydanında topladı. 25 yaşında falandım. Numan Esin, ‘Sakın aksilik yapmayın’ dedi.

Köylüyü bayrak astırmaya zorladılar. Köylü kulak asmayınca ortalık gerildi. Babam Osman Gürsoy, ‘Bu bizim bayrağımız, neden asmayalım?’ dedi. Bayrak astırma, darbeyi kutlamak amacına yönelikti. Köylünün ağrına gidiyordu. İhtilâlin ilk günlerinden itibaren Umurbey’in giriş ve çıkışlarında askerler nöbet bekliyor, devriye geziyorlardı. Akşam dokuzdan sonra sokağa çıkma yasağı vardı. Devamlı sûrette uçaklar, köyün üzerinde egzoz patlatarak geçiyordu.’


‘Bayramı bize zehir ettiler’

‘Numan Esin’in yanında bir albay vardı, ama onun yanında aşağı rütbedeymiş gibi vaziyet alıyor. Bunu çok yadırgadık. İnönü taraftarları yaptı bu işi. Gemlik’te Suni İpek Fabrikası’nda çalışan Umurbeyliler çok zarar gördüler, sopa yediler. Babam Osman Gürsoy, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndandı önce, daha sonra DP’ye geçti. Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Jandarma karakolu vardı köyde. ‘Gidin alın Osman Gürsoy’u’ diyorlar. Şaban onbaşı, ‘Ben alamam, siz alın, ekmeğini yedim suyunu içtim, kelepçe vuramam’ demiş. Bir başçavuş, adı Ali’ydi, ‘Buyurun’ dedi babama. Babam indi aşağıya, ellerini uzattı, ‘Yok amca, kelepçe vurmaya gelmedik’ dedi başçavuş. Cipe binip gittiler. Babamı askerî haraya götürdüler. Orada bir gece yattı.

Daniş Ekin vardı, Gemlik CHP İlçe Başkanı. Askerlere, ‘Sakın o köye, halka bir zarar gelmeyecek, gelirse babamın anamın kemikleri sızlar, ben de Umurbeyliyim’ dediğini söyledi köylüler.

Babam Osman Gürsoy, Gemlik Demokrat Parti İlçe Başkanlığı yapmıştı. Suçsuzluğu ortaya çıkınca, babama, ‘Şikâyetçileri alalım içeri’ diyorlar, râzı gelmiyor, ‘Allah’a havâle ettim’ diyerek kestirip atıyor. Kurban Bayramı günü adam alınır mı hiç? Bayram olduğunu anlamadık, üzüldük.

İbrahim Besli’yi de tutukladılar. Bursa’da yattı 1 buçuk ay kadar. DP’li belediye başkanı olduğu için aldılar. İterek, sürükleyerek götürdüler. Araziye çıkamadı köylü bir ay kadar. Çok sıkı kontrol altındaydı. Çocuklar bile oyun oynamaya çıkamadı bir süre. O günlerde radyodan dinlerdik, ‘Elleri bağlı olmayarak yerlerini aldılar’ denilirdi. Buna özellikle çok üzüldük.’

Umurbeylilere ekmek yok

27 Mayıs’ta İsmet Yılmaz Hanım ve eşi Kadir Yılmaz, yeni evli bir çifttir. Kadir Bey, Gemlik’te Suni İpek Fabrikası’nda çalışan Umurbeylilerdendir. İsmet Yılmaz gözyaşları içinde başlıyor konuşmaya:

‘Hasangillerin Fatma geldi sabah erkenden. ‘İhtilâl olmuş’ dedi. Demokrat Partili olduğumuz için bize de bir şeyler yaparlar diye korkuyoruz. Gemlik Belediye Reisi akrabamız olur, onu da askerî haraya götürmüşler. Milletvekili Hüseyin Bayrı’nın eniştesini de alıyorlar Umurbeylidir diye. Rahmetli babam geldi, ben ağlıyorum ‘Ne yapacağız?’ diye. Belediye Reisi Hüsamettin amcayı da götürdüler. ‘Umurbeylileri alacaklar’ diye bir fısıltı yayılıyor. Yakaladıklarını askerî haraya götürüyorlar. Eski belediye reisini, Muhtar Alemdar’ı götürmüşler. Hüsamettin Ökten, bırakıldıktan kırk gün sonra mıydı neydi, dayanamadı, öldü.’

‘Abla ne olur, bayrak as!’

Kadir Yılmaz: ‘Kız kardeşim de Suni İpek Fabrikası’nda hemşireydi. Müdür ikimizi de çağırdı, ‘27 Mayıs aleyhinde dışarıda konuşmayın, evlerinizde konuşun’ dedi. Sokaklarda devriyeler gezerdi. Gemlik’te işyerlerinde dairelerde Cemal Gürsel’in, Millî Birlik Komitesi’nin toplu çekilmiş resimleri konuldu. Bir de satıyorlar böyle resimleri. Her yeri geziyorlar ellerindeki resimleri satmak için. Onlar Yassıada’da, biz burada acı çekiyoruz; öyle ki, akşamları yemek yiyemez olduk, günlerce aç yattığımız oldu.’

İsmet Yılmaz: ‘Sokağa baktım, iki asker bizim pencereye bakıyor. Camdan başımı uzattım. ‘Abla, bayrak asmamışsınız’ dediler. ‘Bayrağım yok’ dedim. Diğer komşular asmışlar. Askerden biri ağlamaklı, ‘Abla, hiç olmazsa kâğıttan bir şey as, yoksa bizi döverler’ dedi. Eşim de, ‘Ne olursa olsun, asma’ dedi. Her akşam radyo başındayız. Moralimiz çok bozuk. Annem geldi, bayrak asmadığım için kızdı. Herkes korkuyor. Muharrem amca da, ‘Başka yerde konuşma’ dedi. Babama da söylemiş ‘Dikkatli olsunlar’ diye. Bu kez babam geldi ‘Sen nasıl söyledin bu lâfları’ diye. Ben de, ‘Komşulara kızdım, hem oğullarının ismini Bayar’dan ötürü Celal koymuşlar, hem de şimdi bayrak asıyorlar. Ben de boş bulunup söyledim’ dedim. Halk Partililer bize diş biliyorlar, ‘Umurbeylileri fabrikadan atacaklar, onlara burada ekmek yok’ diye konuşuyorlar. İç hizmet şefini görevden aldılar. Belediye reisliğini de bir subaya vermişler. Kötü günlerdi.’

Numan Esin köylüyü topladı

‘Darbeyi Türkeş’in sesinden öğrendik. Akşam saat dokuzda bir düdük, kimse kalmazdı sokakta! Umurbey’in giriş çıkışları kapatılıyordu. Numan Esin köylüyü topladığı gün, Ahmet Çetin kalabalığın yanından geçip gitti. Esin hemen çağırttı. ‘Niye dinlemiyorsun?’ diye tersledi, içeri atmaya çalıştılar. Köylüler, ‘Annesi hasta’ dediler de öyle saldılar.

Tüfekleri topladılar. Kargacı Hasan, 70-75 yaşlarında bir ihtiyar… Tarladan gelirken, saat akşam dokuzu geçtiği için karga tulumba alıp götürüyorlar, ‘Bahçeden geliyorum’ deyince koyuverdiler. Üç kişi bir araya gelemiyorduk.’

İsmet Yılmaz Hanım: ‘Komşular Menderes’in idamından sonra bana ‘İsmet’ demediler. ‘Bundan sonra sana ‘Hatçe Hanım’ diyeceğiz’ dediler. Uzun süre de ‘İsmet’ demediler. Bayar, Kayseri hapsinde yatarken, ‘Ah bir Umurbey lokumu olsa da yesek’ demiş. Bunu duyunca cevizli lokum hazırladık. Teyzemle İstanbul’a, Bayarların evine gittik. Kapıyı çaldık. Kapının kilidi falan kırık. 27 Mayıs günü kırmışlar. Elimizde iki bavulla girdik. Reşide Hanım yukarıda yatıyormuş. Nilüfer abla, ‘Annemin yanında ağlamayın’ dedi. Reşide Hanım geldi. Sarıldık. Reşide Hanım, başını omzuma koydu, ağladı. O sırada herkes ağladı.’

‘Yangın var’ deyince meydan boşaldı

‘‘İhtilâl olmuş’ dediler. Yediden yetmişe herkes parkta, radyoların başında dinliyoruz. Bütün aralıklar kadınlarla doluydu. Askeriye aşağıları kontrol altına almış. Gece devriyeler gezerdi. Uçaklar hiç durmadan Umurbey üzerinde geçerdi. Kimse bir yere gidemezdi. Umurbey’in etrafı sarılmış vaziyette. ‘Bura ayaklanırsa her yer ayaklanır’ diye düşünüyorlar.

Birisi konuşuyor çınarın dibinde. Numan Esin’miş. Minnoşun Osman, ‘Yangın var’ diye bağırmış öteden, bütün millet hamama doğru seğirtti. Hamamda ufak bir yangın çıkmış. Köyde âdettir, biri ‘Yangın var’ diye bağırdığında köylü koşuşur oraya. Osman bilerek bağırmış. Esin’in yanındakiler, ‘Maksatlı olarak toplantıyı dağıtıyorsunuz’ diyerek birkaç kişiye vurmuşlar.’


Müze soygunu

‘Şair Selman Cahit ile 1986 Kasım ortasında Ankara’dan Kahramanmaraş’a gittik. Üstad Bahattin Karakoç bizi evinde misafir etti. Şehri gezdik, birkaç gün kaldık. Maksadımız, çıkardığımız edebiyat dergisinin abone sayısını arttırmaktı.

İkinci gün olsa gerek, kahvaltıdan sonra Kahramanmaraş Öğretmenevi salonuna geçtik. O dönemde Öğretmenler Günü kutlamaları yeni kutlanmaya başlamıştı. Büyük salonda kutlama hazırlıkları yapılıyordu. Öğrencilerden oluşan bir halk müziği korosu birkaç eseri prova etti. Sonra kara kuru ortaokul öğrencisi bir kız, büyük halk ozanı rahmetli Âşık Davut Sulari’nin bir eserini seslendirdi: ‘Siyah perçemini yâr yâr dökmüş yüzüne/ Salınarak gelen Hüma’ya bakın/ Kimden söz işitmiş yâr yâr düşmüş hüzüne/ Keder yakışmayan simaya bakın…’

Sesi o kadar güzeldi ki, türküyle beraber o kara kuru kız gitti, dünya güzeli bir kız hâline dönüştü. Hep beraber dikkat kesilmiştik. O sırada ortadaki sehpanın üzerinde duran gazetelere baktım. Tercüman gazetesinin ilk sayfasında bir haber: ‘Umurbey’de Celal Bayar Müzesi soyuldu…’ Devamını okumakta zorlandım. Çok canım sıkılmıştı. ‘Her kimse yakalanır’ diye düşündüm. Ancak kimse yakalanmadı. Pek çok kişi sorgulandıysa da sonuç çıkmadı.

Kahramanmaraş’tan Şanlıurfa’ya geçtik, değerli arkadaşımız Saffet ve Canan Avcı’nın misafiri olduk. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında süren baraj inşaatına gittik. Oradan Gaziantep’e uğrayıp Ankara’ya döndük.

Aradan geçen bunca yıla rağmen, müze soygununa dair hiçbir iz bulunamadı. Çalınan parçaların, altın ve değerli taşlar olduğunu öğrendik.’”