
TÜRK ve Fars İslâm
kültüründe Miraç, önemli bir yer tutar. “Miraciye” diye bir edebiyat türü de
gelişmiştir. Bazen bu türe “Miraçname” de denilmiştir. Bu konuda bilgi sahibi
olmak isteyenler Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne bakabilirler.
Bence
bu bahiste bir eksiklik var. “İsra” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de geçiyor olmasına
rağmen sanki atlanmış gibi geliyor bana. Eskiden olduğu gibi günümüzde de
herkes Miraç Kandili’ni tebrik ederken hiç kimse İsra’dan bahsetmiyor.
Ben
de bu konuya parmak basmak için İsra bahsini açmak istiyorum…
Zihnimden
şöyle şeyler geçiyor:
Madem
herkes Miraç’tan bahsedip kolayı ve olağanüstüyü tercih ediyor, o hâlde bize de
İsra’dan bahsedip yürümek kalıyor. Madem bütün Müslümanlar Burak’a binip
kestirmeden Sidretü’l-Münteha’ya uçuyor, biz de tabana kuvvet İsra ayeti
yüzünden Allah’ın işaretlerini görmek umuduyla çöllere düşelim…
Az
gidelim, uz gidelim, dere tepe düz gidelim, dönüp baktığımızda bir arpa boyu
yol gittiğimizi anlasak bile ayetlerin peşinde kan ter içinde yorgun düşelim…
Herkes
semalarda süzüledursun, biz sarp yokuşu tırmanmak için dişimizi tırnağımıza
takıp debelenelim.
Çünkü
bize Cennet’te olmak iyi gelmiyor. Çünkü rahat, bizi rahatsız ediyor. Çünkü
yediğimizin önümüzde, yemediğimizin arkamızda olması bizi yoldan çıkarıyor.
Çünkü rahat, yaratılışımızı unutturup bizden edna (daha aşağıda) olanlara
benzeme arzusu uyandırıyor içimizde. Çünkü kudret helvası ve bıldırcın eti bize
iyi gelmiyor, biz soğan ve sarımsak peşine düşenlerdeniz.
Biz
insanları inandırmak için bir tek mucize gösteremeyip kendini paralayanlardanız.
Çünkü biz zalimlerden ümidini kesince önce yanındakileri gönderip şehri en son
terk edenlerdeniz. Çünkü biz insanları inandırmak için taşlanmayı ve kafası
kırılmayı göze alanlardanız. Çünkü biz zora talibiz. Çünkü biz çocuk yaşta
kuyuya atılmaya, genç yaşta gömleği arkadan yırttırıp hapse kaçmaya,
peygamberlikten sonra bile çarmıha gerilmeye razı olanlardanız. Çünkü biz
sarayı bırakıp mağarada üç yüz sene yaşamaya güle oynaya gidenlerdeniz.
“Miraç
şöyle olmuştur, böyle olmamıştır” diyerek kafaları karıştırmak değildir
maksadım. Kimsenin Miraç kutlamalarına da dil uzatacak değilim. Lâkin Kur’ân,
Miraç’tan, değil İsra’dan bahsetmeyi tercih etmiştir ve elbet vardır bunun bir
hikmeti. İşte bu yazı, o hikmetin peşinde koşmayı, o hikmetin peşinde yorulmayı,
hatta bitap düşmeyi gaye edinmiştir.
İsra,
“seyr-ü sefer” anlamına gelen bir kelime olup, “bir yerden başka bir yere
gitmek için yapılan gece yolculuğuna” denir. Araplar, kervanlar ile yaptıkları
uzun yolculuklarda çölün sıcağından korunmak maksadıyla özellikle geceleri
yürür, gündüzleri duha ilâ ikindi arasını dinlenerek geçirirlerdi.
Aylarca
süren uzun yolculuklarda pek çok diyar geçilir, pek çok toplum ile karşılaşılır
ve dünyanın pek çok hâli görülürdü. Kur’ân, Arapların ticâret için yaptıkları
yolculuklara Allah tarafından alıştırıldıklarını söyler (Kureyş Suresi).
Hazreti Peygamber de daha çocukluk yıllarından itibaren, özellikle gençlik
çağlarında pek çok defa bu yolculuklara katılmış biridir. Bu yolculuklarda
gördükleri ve duydukları üzerine kafa yorduğunda şüphe yoktur. İslâm
düşüncesine göre kâinatta bulunan her şey Allah’ın ayetidir. Gördüğümüz,
duyduğumuz ve idrak ettiğimiz her şey O’nun nişanesidir. Yani varlığının,
birliğinin, kudretinin ve bütün bir âlemi ahenk içinde idare ettiğinin göstergeleridir.
İşte
İsra, bunları görebilmenin, kavrayabilmenin, anlayabilmenin, hatta
anlamlandırabilmenin meşakkatli yolculuğudur.
İnsan,
rahat durmadığı için çıkarıldığı Cennet’e bu defa kalıcı olarak girebilsin diye
dünyaya gönderilmiş bir meşakkat yolcusudur. Bu yolculuğun adı, İsra’dır.
İsra,
zifiri karanlıkta, yılanlar, çıyanlar ve akrepler arasında hakikati bulma
çabasından ibarettir.
Allah
işinizi kolay kılsın, meşakkatli İsra’dan sonra Miraç’ı nasip etsin! Ha unutmadan,
İsra olmadan, Miraç yok, boşuna heveslenmeyin!
Sizi
zorluğun önüne getirip bıraktım ama kusura bakmayın, hayat böyle...