Önce aidiyetimiz, sonra saadetimiz çalındı

Efendim, biraz an, biraz geçmiş zaman derken, bana ayrılan bu sayfanın sonuna geldim. Yukarıdaki hasbihâlimden de anlaşılacağı üzere, Kültür Ajanda’mızın Temmuz sayısını “tatil kültürü” teması ve pek çokları için tatil olarak kabul gören “Kurban Bayramı’nın hikmetlerine” temas ederek hazırladık. İbrahimî (as) bir tevekkül, İsmailî (as) bir teslimiyetin şerhi olan ve Rabbimiz tarafından ikram edilen mübârek Kurban Bayramı’nızı kutluyor, huzurlu okumalar diliyorum.

ŞİMDİLERDE takvimler yaz mevsimine işaret ederken, okulların kapanmasını bekleyen ailelerden kimisi sıla-i rahim, kimisi ise tatil plânları yapıyor.

Şımarık olduğu kadar nefisleri de şımartmaya meyyal yaz mevsiminde tatil anlayışı modern dünya şartlarıyla değiştikçe, insan ruhu üzerindeki sair kişilere ayak uydurma baskısı, tatil sonrası tatminsizlik hissi ve harcamalardan hâsıl olan huzursuzluğun ederi üzerinde düşünmek gerekiyor.

Son çeyrek asırdır, “ürünlerin, fikirlerin, kültürlerin ve dünya görüşlerinin alışverişinden doğan bir uluslararası bütünleşme süreci” şeklinde tanımlanan küreselleşme etkilerini ülkemizde daha yakînen hissediyoruz. Sosyal ağlarda paylaşım baskısını ve geri kalmışlık hissinin oluşturacağı psikolojik kompleksi de yabana atmamak lâzım.

Dahası da var; yuvamızın dışına göz koymayı pratik ettiren, ev yemeğinden soğutup kafe kültürünü pompalayan, sıhhat kaynağı yün yorganlarımızı terleten ve kemik erimesini başlatan elyaf yorganlarla değiştiren, maaile bir masa başında sohbeti, balkonda çay keyfini telefon ekranları ile takas eden, tasarruftan müsrifliğe geçişi “varoluş” meselesi olarak kabullendiren modern dünyaya kapılanlar için para harcamanın, gösteriş yapmanın öyle azımsanacak bir mesele olmadığı zamanlardayız.

Geldiğimiz noktada, artık birçok ev yuva değil; sadece uyumak için içine girilen dört duvar… Hatıralar hep dışarıdan tahsil edilmek zorunda. Aidiyet algımız modernitenin balyozu ile yıkılalı beridir ait olduğumuz semtin sokağını, evimizi, oyun arkadaşlarımızı ve çocuk yanımızı çoktan rehin verdik mutluluğumuza göz dikenlere. Böylece önce aidiyetimiz, sonra saadetimiz çalındı!

Evimizin dışında pişen yemeklere, odamızdaki yatakta değil de otel odalarında sayılı gün uyumalara, çoklu ortamlarda su ile eğlenmeye “tatil” dediğimizden beridir zahmeti ve eziyeti para ile satın alır olduk. Gerekçe ise çoğunlukla ya “Herkes gidiyor” yahut “Çocuklar istiyor”… Öyle mi gerçekten?

Hatırlıyorum da, 80’li yıllara denk gelen çocukluğumda, babacığımın belirlediği “iki dost, bir gazoz” miktarı harçlığımı kimi zaman harcamayıp biriktirdiğim olurdu. Öyle yüksek hedefler barındırmayan bu tercihim, her gün aynı şeyi yeme alışkanlığına ara vermek, güler yüzlü Mestan amcanın bakkalına uğramak ve farklı bir şeyler satın almak isteğinden ibaretti. “Farklı bir şeyler” dediğime bakmayın, o dönemi yaşayanlar iyi bilir, teneke kutularda kilo işi satılan birkaç çeşit bisküvi, birkaç çeşit de çikletten ibaret bir farklılıktı bu. Hâsılı, böyle makro, mikro marketler yoktu ve evimizin bir odası hacmindeki bakkallarda da cebimizdeki üç beş kuruşu neşeye çevirecek ürün sayısı pek azdı. Çünkü sevincimizin kaynağı varlığımızdan neşet eder, paylaşımla taçlanırdı.

Yine çok iyi hatırlıyorum, kabullü ve neşeli çocuklardık. Özel okullarda okumuyor, özel dersler almıyorduk. Masraflı oyuncaklarımız da yoktu. Ne ben, ne de arkadaşlarım “tatil” diye tuttururduk. Hatta yaz tatilinde yazlığa giden de, memlekete giden de evini, odasını, ait olduğu sokağın oyunlarını ve oyun arkadaşlarını özlerdi. Gittiğimiz yerde bir arkadaş bulmak çok zor olmasa da hatıraların çokluğu, aynı dili, aynı kültürü, aynı heyecanı yaşadığımız arkadaşlarımıza pek benzemez, her ne paylaşıyorsak emanet olduğunu bile bile yaşardık. Döndükten sonra birkaç mektup yazar, kışa varmaz, unutur giderdik. Çünkü ruhumuza kodlanmış aşinalık ve aidiyet duygusu saflığımız nispetince ahde vefayı beslerdi kalbimizde.

Kolay mıydı öyle şen kahkahalarla oynadığın, mızıkçılara ders verdiğin, yarım kalan oyun için heyecanla uyandığın zamanları “pıt” diye terk etmek? Değildi! Meselâ ceplerimizde pek para olmazdı ama biriktirdiğimiz gazoz kapaklarının sayısı neredeyse sokak kariyerimizin nişanesiydi. Bir avuç bilyeye birkaç tane daha eklemek, kocaman çivilerimizi nemli toprağa saplayıp dar boğazlardan geçmeye çalışmak, öyle küçümsenecek tecrübeler değildi. O kapaklar kazanılmış, o çivi ile toprağa metrelerce çizgi çizilmişti. Ve bizimdi, bize aitti!

Şimdi düşünüyorum da, gitmeden öncesi plânları ve döndükten sonra bilindik hayatı yakalama çabası ile gidilen “tatiller” ruhumuzun saadetinden çalıyor. Fakat ayırdına varılmayınca bu tespitim hükümsüzleşip yerini popüler depresyonlara bırakıyor. Olsun, modern hayat bunu buyuruyor ve bu buyurganlığa talip olmak variyetten sayılıyor.

Efendim, biraz an, biraz geçmiş zaman derken, bana ayrılan bu sayfanın sonuna geldim. Yukarıdaki hasbihâlimden de anlaşılacağı üzere, Kültür Ajanda’mızın Temmuz sayısını “tatil kültürü” teması ve pek çokları için tatil olarak kabul gören “Kurban Bayramı’nın hikmetlerine” temas ederek hazırladık. İbrahimî (as) bir tevekkül, İsmailî (as) bir teslimiyetin şerhi olan ve Rabbimiz tarafından ikram edilen mübârek Kurban Bayramı’nızı kutluyor, huzurlu okumalar diliyorum.

Hoşnut kalınız!