On iki nesil süren güven ortamı, ait olmaya yetmiyor demek!

Bugün dahi Anadolu coğrafyası ve Türkiye, tüm çevresi için bir kurtarma gemisi, güvenli bir sığınak, moral ve güç kaynağı, sıcak ekmek kapısı, yaşamak için umudun sebebi, gelecek için ulaşımın ve ticaretin köprüsüdür. Bir anlamda dünyanın “Aşil tendonudur. Sanki dünya buradan yara alırsa, yeryüzünde iyilik tümüyle yok olacak ve dünya geri dönülmez bir şiddet ve kötülüğün esiri olacak gibi geliyor insana…

VATAN için, bazen uğrunda yaşamayı göze almak gerekiyor anlaşılan. Aynı vatanın evlâtlarıysak, onun için ölenlerin hatırına, uğruna can verilen vatan için yaşamak da büyük bir ciddiyet ve gayret gerektirmez mi?

Amin Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” adlı son kitabını okuyorum. Daha ilk sayfada şöyle başlıyor söze:  

“Eskiden insanlara hiç değişmeyen bir dünyada gelip geçici oldukları duygusu hâkimdi; ailenizin yaşadığı topraklarda yaşar, onların çalıştıkları gibi çalışır, onların tedavi oldukları gibi tedavi olur, onların eğitildikleri gibi eğitilir, aynı şekilde duâ eder, aynı ulaşım imkânlarıyla yolculuk ederdiniz. İki dedem, iki ninem ve tüm ataları on iki kuşaktan beri aynı Osmanlı Hanedanının egemenliğinde doğmuşlardı, bu hanedanın ezelî ve ebedî olduğuna inanmamaları mümkün müydü?

Kitabın devamında, dedesi ve karısının Adana’da doğup büyümüş Marunîlerden olduğunu, 1909’da Ermeniler ve Hıristiyanlara karşı yaşananlar sebebiyle (!) Adana’dan Mısır’a göç ettiklerini, Birinci Dünya Savaşı sonunda yani 1918-1919’larda Tanta’da dedesi ile babaannesinin evlendiklerini, babasının 1921’de Kahire’de doğduğunu, anne ve babasının ise 1945’te Kahire Katolik Rum Kilisesi’nde evlendiklerini söylüyor.

1918’de (!) bittiğini söylediği Birinci Dünya Savaşı sonrasında dedesi ve ailesinin Mısır’da güzel bir hayat kurduklarını anlatıyor. Kendisi de 1949’da Beyrut’ta doğmuş, babası gazeteciymiş ve Kahire’ye dedesinin yanına gidip geliyorlarmış. Çocukluğundan hatırladığı ailesinin rüya gibi yaşamı, Mısır’daki yabancılar için 1952 Hür Subaylar Devrimi ve Cemal Abdülnasır’ın liderliğinde yaşanan millileştirme politikaları ile sona ermiş. Ailesi de kendi ifadesiyle aslında “Mısırlılaşmış” olan birçok yabancı gibi malı mülkü yok pahasına satarak Mısır’ı terk edip Lübnan’a göçmüşler.

Bu arada dikkatimi çeken bir husus, kitabında Cemal Abdülnasır’dan “Reis” diye söz ediliyor olması… Gerçekten de dönemin insanları ondan böyle mi bahsediyordu, yoksa kitabı tercüme eden Ali Berktay, özel bir sebeple mi bu kelimeyi seçti? Bu hitabın başka bir kelime ile ifade edilebilir olup olmadığını merak ettiğimi ifade etmeliyim.

Kitabın daha ilk sayfasında Maalouf’un ifade ettikleri ve devamında anlattıkları sizde de aynı fikri uyandırdı mı? Bu sözler dürüstçe aktarılmış bir bilgi olarak kabul edilemez mi?

Yani yazar şunları itiraf etmiş olmuyor mu: Annesi ve babasının ataları nesiller boyu, hem de yazarın ifadesiyle 12 nesil boyunca Osmanlı tebaası olarak kendi etnik ve dinî kimlikleriyle, istedikleri gibi duâ edip eğitim alarak yarınlarından endişe etmeyecek kadar güven içinde yaşamışlar.

Mısır’a göç ettikleri 1909 tarihine kadar Adana ya da Osmanlı topraklarında Maruni olarak kimliklerini korumuşlar ve savaş yıllarında devletlerine (!) sahip çıkmak yerine, kendi ifadesiyle Ermeni ve Hıristiyanlara karşı oluşan ortamdan kaçmışlar. Sanırsınız ki, onların endişeyle kaçtıkları yıllarda Osmanlılar ve Türkler refah içinde yaşıyor ve birçok alanda/cephede yıllardır savaşmıyordu da bir tek gayr-i Müslimlerin konforu bozulmuştu…

Bu bilgilerden sonra kendisi bahsetmese de bittiğini ifade ettiği Birinci Dünya Savaşı sonrası Mısır’daki güzel günleri yaşarlarken, bırakıp kaçtıkları Anadolu’da Osmanlı yaşam savaşı veriyor, Millî Mücadele sonrası kurtarılmış olan Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti kuruluyordu.

Çelişkilerle dolu bir düşünce sistematiği

Mısır’da, 1952 Hür Subaylar Devrimi sonrası Nasır iktidarı döneminde ailesinin yeniden göçmeye karar verip 1956 sonrasında Lübnan’a gittikleri yıllarda, Anadolu’da milletin evlâdı olan Adnan Menderes ve arkadaşları başka bir devrimle idam ediliyordu.

Daha sonra Lübnan’da da kalamamış olan ailesi ve Amin Maalouf, Fransa’ya göçüyor ya da gidiyor (artık adı her neyse)...

1976’dan bu yana Paris’te yaşıyor ve 2011’de Fransız edebiyatına katkılarından dolayı seçkin Fransız yazar ve edebiyatçılarının üyesi olduğu Fransız Akademisi’ne seçiliyor.

Akademide kendisine verilen 29 numaralı koltuğun ve akademinin hikâyesini anlattığı “29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi” adlı bir kitabı da yayınlandı. (Onu da okudum bu arada.)

Yazar, kendi ailesinin geçmişini, çok sevdiği Doğu Akdeniz’in siyasal tarihini detaylı anlatırken, sürekli neden göç ettiklerini de aktarıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası bölgede sınırları cetvelle çizilen ülkelerin durumlarını anlatırken öncelikli olarak Arapları ve Müslümanları, sonra da diğer cemaat ve unsurları, bölge ülkelerini ve yöneticileri eleştiriyor.

Fransa ve Avrupalılar için pek anlayışlı davranan Maalouf, Osmanlı dönemi yöneticilerinden bahsederken halkı ve cemaatleri aşağılayan bir anlayıştan ve duyulan rahatsızlıktan bahsediyor. Sanki bölge insanları Osmanlı sonrası çok itibarlı bir yaşam ve yönetim anlayışı görmüşler gibi…

Kitapta geniş bir siyâsî ve tarihî süreçle birlikte Filistin ve Lübnan merkezli olayların yanında çevre ülkelerden derinlemesine bahsediliyor. Tüm dünyadan örneklerle liberalizm, komünizm, İslâmî hareketler ve diğer rejimlere dair sosyolojik analizler yapıp neredeyse dünyadaki birçok ülkeden örnekler vererek bahsediyor. İlginç olan şu ki, ne Doğu Akdeniz coğrafyasından bahsederken, ne Avrupa ve dünya örnekleri verirken “Türkiye” diye bir ülke yokmuşçasına, olumlu ya da olumsuz tek söz etmiyor. (Bu hususu not almalısınız, okursanız sizin de dikkatinizi çekecek muhakkak!)

Kitabı okurken düşündüm ki bir kez göçmeyegörsün gönlünüz, durmadan göçmek zorunda kalıyorsunuz anlaşılan. Ailesi Osmanlı’da kalacak kadar Osmanlı olamamış (hem de 12 nesil boyunca), 30-40 yıl Mısır’da yaşamış ama Mısırlı olmamışlar, Lübnan’da doğmuş, yaşamış ve severek kalmış olmasına ve diğer bölge ülkelerine göre özel bir yer olarak görmesine rağmen orada da ikâmete devam etmemişler. Kendisini “yarı Lübnan-yarı Fransız” olarak tanımlıyor kitabında.

Yine bu kitapta kısaca “Levant” diye adlandırdığı Doğu Akdeniz’in başına gelenlerden dolayı üzüntüsünü ve hayâl kırıklıklarını anlatıyor. Diyor ki, “1976 Haziran ayında, savaş hâlindeki Lübnan’dan ayrıldığım gün, Doğu Akdeniz’in tüm düşleri çoktan ölmüştü veya can çekişiyordu. Araplar 1967’de yaşadıkları 6 Gün Savaşı’ndaki bozgunun, İsrailliler ise zaferlerinin tuzağına düşmüşlerdi, iki tarafta kendini kurtarmaktan acizdi”.

Kimliği kavrayamamak

Ailesinin ve kendisinin hikâyesine bakınca, Fransa’dan göç etmek zorunda kalmamasını dilerim. Çünkü akademi üyesi olduğu Fransa ideali için bir gün savaşması gerekirse, Osmanlı’yı, Mısır’ı ve çok sevdiği Lübnan’ı geride bıraktığı gibi Fransa’yı da geride bırakmayı tercih edebilir…

Dolayısıyla Mauloof’un kaderi Fransızların elinde; umarız ki, orada kötü günler yaşanmasın…

Fransa’da göçmenlere karşı ne kadar insancıl olduklarını tahmin edebilirsiniz! Bir kez karşı karşıya gelmeyegörün, Avrupa medeniyetinin otoriter yüzünü hemen öğrenebilirsiniz. Son zamanlarda sarı yelek olaylarında ölen, gözünü ve başka uzuvlarını kaybeden, sakatlanan ve yaralanıp şiddete maruz kalanların çoğunluğunun göçmen olmayan gerçek Fransızlar olduğunu hatırlatmak isterim.

Bu coğrafyanın çocuğu olmasından dolayı birçok konuda yerel duyguyu ve kültürü çok iyi anlatan, tarihî romanları ile ün yapan, çok beğenerek okuduğum bir yazar olan Amin Maalouf’un Türkçeye çevrilmiş olan tüm kitaplarını okudum.

Kitaplığımda en az 14-15 kitabı bulunan Maalouf’un tüm kitaplarını alıp okuduğum için kendisi ile bir hukukumuz var sayılır. Yani kendisi ile ilgili düşüncelerimi paylaşma hakkım olduğuna inanıyorum.

Şu anda elimde olan “Uygarlıkların Batışı” adlı kitabını okurken maalesef Oryantalist bir gözle Batı’nın egemenliğine sığınmış bir Marunî olarak Fransız Akademisi’ne teslim olduğunu gördüm. Zaten kitabında kendisini, “Artık yarı Fransız sayılırım” diye tanımladığından bunu bir yargı ya da eleştiri değil bir tespit olarak söylüyorum.

Bir insan olarak elbette kendisinin üzüntü, acı ve hayâl kırıklıklarına saygı duyabilirim ama tüm olan biteni anlatırken, çok üzüldüğünü söylediği Doğu Akdeniz coğrafyası ve Arap yarımadasının bugünkü hâlinin müsebbibi olarak sadece bölgede kuruluveren devletçiklerin sözde yöneticilerini görmesi eksik kalıyor. Fransa da dâhil tüm Batılı güçlerin kurdukları oyunda kullandıkları oyuncuların, kendi halklarına rağmen hareket eden hâllerini yeterince ifade edememiş maalesef.

Diğer yandan da elbette son kitabını okurken çok şey öğreniyorum. Tavsiye ederim.

Maalouf’un yaptığı haksızlık

Kitapta bir göçmenin psikolojini ya da göçmenlerin gittikleri ülkelere olan katkılarını anlatırken güzel bir benzetme kullanmış: “Göçmenler içinde bulundukları toplumlar için tabiattaki arılar’ gibi tozlayıcıdırlar.”

“Yani göçmenler için bal arıları gibi ürettikleri faydayı ancak onları kaybedince anlayabilirsiniz” şeklinde ifade ettiği bu cümlesi ilgi çekici.

Bu durumu açıklarken bazı örnekler vermiştir. Meselâ 1685’de Fransa Kralı 14’üncü Louis’nin o dönem “Huguenot” adı verilen Protestanların ibadet özgürlüğünü kaldırması ve Fransa dışına sürmesi örneği...

Louis’nin kovduğu Protestanlar; Amsterdam, Londra ve Berlin’in zenginleşmesine büyük katkı sağlamışlardır. Aynı durum 1492 İspanya’sında Granada’dan kovulan Müslüman ve Yahudiler için geçerlidir. Gittikleri yerlerde faydalı olmuşlar ama kaybeden İspanya olmuştur. Yine hâlen devam eden bir örnek, ABD’dir. ABD’yi İngiliz püritenlerinden Alman Yahudilerine, Rus, Çin, İran devrimlerinden kaçanlara ve Afrika’dan zorla getirilen Afrikalılara kadar göçmenler güçlendirmiştir. 

ABD halen yeşil kart ile dünyadan eğitimli ve kendisine faydalı olacak olan göçmenleri almaya devam etmektedir. Düzenli ve sistematik olarak… (Bu konularda daha detaylı bilgi için Alev Alatlı’nın “Fesuphanallah” adlı kitabını tavsiye ederim.)

Kendisinden öğrendiğimize göre dedesinden Adanalı hemşerimiz ve bir göçmen olarak Amin Maalouf’un yazdığı, coğrafyamızdan bahsedilen ama ülkemizden bahsedilmeyen kitabını okurken, Türkiye’deki göçmenler geldi aklıma.

Osmanlı bâkiyesi olan Türkiye’nin arşivleri olmadan bırakın bölge tarihi, Avrupa ve Asya tarihini, dünya tarihini bile yazmanın mümkün olmadığı herkesin kabulüyken, yazar ailesinin göçe başladığı Adana’yı bile bir kez ifade etmiş kitabında.

Tüm dünyanın göç politikasını ibretle izlediği ve göçmenlere yaklaşımı konusunda yüksek sesle takdir ettiği ama yalnız bıraktığı kahraman bir ülke olan Türkiye’den bahsetmeyen bir kitap, nasıl yazılabilir ki? Bu duygularla düşündüm yeniden: Türkiye demek, ne demek?

Türkiye demek…

Dünyanın kalbi ve vicdan merkezi olan Anadolu coğrafyası bir göçmen cennetidir ve “Yetmiş iki millet, bir devlet” şeklinde bir deyim vardır birçok milletin beraber yaşadığını, idare edildiğini anlatmak için kullanılan. Bugün dahi Anadolu coğrafyası ve Türkiye, tüm çevresi için bir kurtarma gemisi, güvenli bir sığınak, moral ve güç kaynağı, sıcak ekmek kapısı, yaşamak için umudun sebebi, gelecek için ulaşımın ve ticaretin köprüsüdür. Bir anlamda dünyanın “Aşil tendonudur.

Sanki dünya buradan yara alırsa, yeryüzünde iyilik tümüyle yok olacak ve dünya geri dönülmez bir şiddet ve kötülüğün esiri olacak gibi geliyor insana…

Türkiye için, “gezegenin format değişimi/kurulumu için gerekli yeniden başlatma tuşu” denilebilir. Çünkü dünya, tarihin getirdiği kadim düzeni yeniden bulacak ve kadim insanlık değerlerini hatırlayacaksa, bunu Türkiye’nin mayası ile başaracaktır.

Diğer dünya ülkeleri ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, kendi düzenlerini dünyaya dayatmaktan başka bir şey düşünmeyeceklerdir, düşünmemektedirler.

Ancak ve ancak Türkiye, iyiliği yüceltip vicdanî düzeni kurmak için yeniden başlatma reaksiyonunu üstlenebilir. İnsanlığın ve “medeniyet” denen sistemin kendini kurtarması için, sisteme yapılan aşırı kötülük yüklemesi ve saldırılara karşı fabrika ayarlarına dönmek üzere bir yeniden başlatma gerekebilir.

***

Bir yandan da, kıyameti çağıran ve zorlayan bir inanış, güçlü bir şekilde dünyayı felâkete götürmeyi istemektedir. İyiliğin egemen olması için buna karşı koyan Türkiye gibi ülkeler var. Gelecek için sistemi kapat-aç yapmak, yeniden başlatıp fabrika ayarlarına döndürmek gerekirse, bunun için gerekli olan kurtarma dosyası ve lisans, Anadolu aklına sahip bu coğrafyanın hâfızasının elindedir.

İşte bu coğrafya hâfızasını da, Anadolu hamuruyla yoğrulmuş yetmiş iki millet ve yaşayan kadim devlet tecrübesi olan Türk devlet aklı yaşatıp restore edebilir.

GreenCard’a karşılık devlet hâfızası

Hitit, Selçuklu, Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorlukları gibi birçok kadim medeniyet ve imparatorluğun vârisi olan ve İslâm milletlerinin kulak verdiği İstanbul’un rûhuna sâdık olan bir Türkiye, insanlığa kadim değerlerini hatırlatabilir.  

Günümüzün en güçlü devleti, konumu tartışılmaya başlanan Amerika Birleşik Devletleri, gücünü ve gelişmişliğini göçmenlere borçludur. Göçmen politikasındaki tecrübe ve başarısını yeni dünyanın keşfinden sonra Avrupa’dan kaçarak göçenlere, yeni dünya fırsatlarına ulaşmak umuduyla gelenlere, köle ticareti ile getirilenlere borçlu olan Amerika, bugün de dünyadan göçmen toplamayı “GreenCard” uygulamasıyla devam ettirmektedir. Tüm dünya milletlerinden seçilmiş kişilerin ABD için bilerek yada bilmeyerek hizmet etmesini sağlayan güçlü bir organizasyon bulunmaktadır.

Türkiye’ye Balkanlardan, Kafkaslardan, Afrika’dan, Irak, İran, Afganistan, Suriye ve Filistin’den olmak üzere her coğrafyadan gelen tüm muhacirler, ensar anlayışıyla muamele görmüştürler. Türkiye’ye göçmek zorunda kalanların bazıları, zamanı gelince geri dönmekte ve bölgesiyle Türkiye arasındaki bağı güçlendiren (ticaret başta olmak üzere) çok faydalı bir etkileşim sağlamaktadır.

Suriye Savaşı’nın yapısı ve hızından dolayı çok büyük sayıda göçmenin gelmiş olması konuyu tartışmalı kılsa da, elbette Suriye ve bölgede güvenlik sağlanınca büyük kısmı dönecek ve kalanlarla beraber onların da bir ayağı hep Türkiye’de olacaktır doğal olarak.

Uzayda önemsiz bir yer kaplayan Mavi Gezegen’imizin sigortası durumunda olan Türkiye’nin, geçmişe göre çok daha emin adımlarla geleceğe yürüyor olması, tüm dünya ve insanlık için geleceğin umutsuz olmadığının kanıtıdır. Her devletin dünyada etki gücü aynı değildir; her milletin sesi küresel güçte değildir ve tüm insanlığa hitap etmez…

Her vatan böyle bir anavatan olmaz, olamaz. Vatan, şehit olmak kadar, üzerinde hakkını vererek yaşamayı da göze almayı gerektirir. Biz de böyle yaşıyor ve bir anlamda dünyanın da güvende olmasını sağlıyoruz.

Amin Maalouf Doğu Akdeniz’i anlatırken Türkiye’yi ne kadar görmezden gelmiş de olsa, kendisi ve ataları buralardan başlamışlar göçmeye. Bazıları buradan göçmeyi tercih etmiş olabilirler ama burayı bizimle birlikte vatan belleyip kalmayı tercih eden birçok millet ve inançtan kardeşimizin olduğunu tüm dünya bilmektedir.

Birileri Türkiye’siz bir Doğu Akdeniz hayâli kurabilir ama ailesi geçmişte Adanalı bir hemşerimiz olan Amin Maalouf, Türkiye’yi görmezden gelmemelidir.

Fransız Akademisi’ndeki 29 numaralı koltuğun hakkını vermek ve eksiğini gidermek için Adana’yı ziyaret etmekle başlayabilir mi meselâ?